İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 15 Eki 2016 18:53:22
  KANSER HASTALIĞI

   Dünya hayatının en çetin imtihanlarından biri de, gerçeğe yaklaşmakta çekilen zorluklardır. Çünkü beyinlerimiz maddi olaylarla yıkanmış, gözler görmediğine inanmaz olmuş, bu yüzden de dualarımız bile samimiyetini kaybetmiştir. Aslında her insan, başta rüya gerçeği olmak üzere bir çok kere madde ötesindeki esintileri fark eder. Veya birçok kere madde ötesinden yansıyan mânâ gücünün varlığına şahit olur. Fakat kuvvetli bir imana sahip olmayan insan, madde ötesi gerçekleri nefsin ve şeytanın tesiri ile ya görmezlikten gelir, ya da "tesadüf" der geçer.
   Ben, kırk yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.
   Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurtdışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkânı bulamamıştı. Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da Allah'ın izniyle iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk beş yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir işkadını olan Serap, dört yıl kadar sonra bir ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine altı saat karda mahsur kalmış.
   Dönüşünden kısa bir süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap, bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu.
   Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:
   “Doktor bey” dedi.
   “Ben size...dargınım.”
   “Niçin” diye sordum.
   "Siz...dindar...bir...insanmış sınız...niçin...bana...da, Allah'ı... ölümü... âhireti... anlatmıyorsunuz?"
   Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için, bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. Onu üzmemeye çalışarak:
   "Doktorlara ulaşmak kolaydır” dedim.
   “Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."
   Konuşmaya mecali olmadığından
   "Ben o isteği duyuyorum" mânâsında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbî tedavinin yanı sıra, ebedî hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve son günlerini yaşayan Serap için bu dersler "hızlandırılmış öğretime" dönüşmüştü.
                  Anlattığım iman hakîkatlerini bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.
   Vefatına bir hafta kadar kala:
   "Doktor bey” dedi.
   “Ben...ölürken... ne...söylemeliyim?"
   "Senin durumun çok özel" dedim.
   Kelime-i şehâdet sana uzun gelir. O anı farkedince Muhammed (s.a.v) sana yeter"
   O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim.
   Dönüşümde annesi telefon ederek:
   "Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor" dedi.
   "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor"
   Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hâlâ unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum.
   "Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?"
   İşte Serap, böyle bir hanımdı.
   Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer birkaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmamasını rica etti. Ben hiç âdetim olmadığı hâlde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın âcizliği hürmetine olacak ki, salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim.
   Ertesi gün ona: -"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin."
   Ve Serap, bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde, son sorusunu sordu:
   "Doktor bey...Azrail...bana ...nasıl...görü..necek?"
   "Kızım," dedim. "O bir melek değil mi?
   “Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir."
   Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen evine gittim. Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam mânâsıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:
   "Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize gibi bir olay yaşandı!" dedi ve devam etti:
   Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık.
   Ve kelime-i şehâdet getirerek vefat etmeden biraz önce de:
   "Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş!

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 15 Eki 2016 18:53:46
ANNE

   Bir zamanlar dünyaya gelmeye hazırlanan bir bebek varmış. Bir gün Tanrı'ya sormuş:

   -Tanrım, beni yarın dünyaya göndereceğini söylediler, fakat ben o kadar küçük ve güçsüzüm ki, orada nasıl yaşayacağım?

   -Tüm meleklerin arasından senin için bir tanesini seçtim. O seni bekliyor olacak ve seni koruyacak. Meleğin sana her gün şarkı söyleyecek ve gülümseyecek.
Böylece sen onun sevgisini hissedecek ve mutlu olacaksın.

   -Pekiiiii... İnsanlar bana bir şeyler söylediklerinde, dillerini bilmeden
söylenenleri nasıl anlayacağım?

   -Meleğin sana dünyada duyabileceğin en güzel ve tatlı sözcükleri söyleyecek, sana konuşmayı dikkatle ve sevgiyle öğretecek.

   -Peki Tanrım, ben seninle konuşmak istersem ne yapacağım?

   -Meleğin sana ellerini açarak bana dua etmeyi de öğretecek.

   -Dünyada kötü adamlar olduğunu duydum, beni kim koruyacak?

   -Meleğin seni kendi hayatı pahasına dahi olsa daima koruyacak.

   -Fakat ben, seni bir daha göremeyeceğim için çok üzgünüm.

   -Meleğin sana sürekli benden söz edecek ve bana gelmenin yollarını sana öğretecek.

   O sırada Cennette bir sessizlik olur ve dünyanın sesleri cennete kadar ulaşır. Bebek gitmek üzere olduğunu anlar ve son bir soru sorar:

   -Tanrım eğer şimdi gitmek üzereysem lütfen çabuk söyle, benim meleğimin adı ne?

   -Meleğinin adının önemi yok yavrum, sen onu ANNE diye çağıracaksın...

Çevrimdışı iclalela

  • Üye
  • *
  • 7
  • 13
  • 7
  • 13
# 15 Eki 2016 20:10:40
Gercekteen ibretlik

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.469
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.469
  • Müdür Yardımcısı
# 16 Eki 2016 00:46:46
Adam , bineceği otobüsün kalkmasına bir saatten fazla süre olduğu için, terminalin yarı aydınlık koridorlarını arşınlıyordu. Ellerini yıkamak üzere biraz ilerideki mescide yanaştığında, iş tulumları giymiş bir genç ona doğru gelerek:
— Herhalde namaz kılacaksınız, dedi. Abdest alma yerimiz de mevcuttur.


Adam, elindeki sigaranın külünü delikanlının ayakları dibine silkelerken:

— Sen herhalde görevlisin, diye diklendi. Ne iş yaparsın burda?

Delikanlı, köşedeki süpürgeye işaret ederek:

— Temizlikçiyim efendim, diye kekeledi. Lavabo ve tuvaleti temizliyorum.

Adam, onu alaycı gözlerle süzerken:

— Ben, namazı senin gibi çulsuzlara bıraktım, diye sırıttı. Bu iş size öyle yakışıyor ki…

Temizlikçi genç, adamın hakaretine aldırmayacak kadar olgundu. Fakat namaza karşı yapılan saygısızlık, canını çok sıkmıştı. Vereceği cevabı bir süre düşündükten sonra, susmayı tercih ederek işine döndü.

Adam, mağrur adımlarla oradan uzaklaşırken, başının döndüğünü hissetti. Sırtından çıkartarak koluna aldığı kaşe paltonun ağırlığını da ilk defa farkediyordu. Biraz önce yediği iki porsiyon kebap, herhalde tansiyonunu yükseltmiş ve kendisini hâlsiz bırakmıştı. Birkaç adım daha attığında âniden fenalaşarak dizleri üzerine çöktü. Allah’tan ki kolundaki palto ondan önce yere serilmiş ve yeni aldığı takım elbisenin kirlenmesini engellemişti. Adam, çömelmiş vaziyette olmasına rağmen fırıldak gibi dönen başını yere dayayarak bir müddet dinlendi ve tekrar doğrulduğunda, aynı rahatsızlığı duyarak hareketini tekrarladı. Fakat, başkaları tarafından görülmüş olmaktan endişe ediyordu. Bunun için başını yerden kaldırıp sağa sola bakındığında, terminalin çaycısı olduğu anlaşılan bir gençle burun buruna geldi. Delikanlı, adamı saygılı bir ifadeyle selâmlarken:

— Allah kabul etsin bey amca, dedi. Ama kıble biraz daha sağa doğruydu.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.775
  • 227.213
  • 28.775
  • 227.213
# 16 Eki 2016 08:12:31
İlmin Başı Nedir?

Hüseyin isminde, köyünde "Deli Hüseyin" olarak da bilinen bir delikanlı evlenir. Düğününde Kur’an, ilâhi ve mevlidler okuyan, vaaz ve nasihatlerde bulunan hoca efendilerin hâli, aralarında konuştukları konular pek bir ilgisini çeker. Hüseyin "Ben de o hocalar gibi olacağım. İlim tahsil edeceğim." deyip daha iki üç aylık evliyken gurbetin yollarına düşer.
Tam 21 sene ilim tahsil eder Hüseyin. Bu sürede de köyüne hiç dönmez. Sonunda hoca olur Hüseyin. Deli Hüseyin gitmiş Molla Hüseyin gelmiştir. "Artık ben oldum" deyip köyüne doğru yola çıkar. Yol üstündeki köylere şehirlere uğraya uğraya yol alır.
Bir köyde bir ihtiyar Molla Hüseyin'i evinde misafir eder. Molla Hüseyin sohbet ederken bir ara kendi hikayesini de anlatır. Demek "21 sene köyünden uzakta tahsil yaptın?" der güngörmüş ihtiyar. "Öyleyse ben sana bir sual sorayım bakalım bilebilecek misin?" Molla Hüseyin gayet kendinden emin "Sor bakalım amca" der. İhtiyar sorar; "İlmin başı nedir?"
Molla Hüseyin; "Besmeledir" der. "Bilemedin" der ihtiyar. "Fatihadır"... "Yine bilemedin"... "Nasara yensurudur"... "O da değil"... Hüseyin aklına ne geldiyse sayar. Ama ihtiyar bir türlü "bildin" demez. En sonunda pes edip sorar; "Peki sen söyle amca ilmin başı nedir?"
İhtiyar der ki; "Yok öyle! Bu kadar ucuza söylemem." Hüseyin sorar; "Öyleyse ne istiyorsun?" İhtiyar; "6 ay benim hizmetimde çalışır, her istediğimi yaparsan o zaman söylerim." Hüseyin "Tamam amca çalışırım. Sen yeter ki bunu bana öğret." der. 6 ay boyunca ihtiyarın hizmetinde çalışır...
6 ay dolunca ihtiyara sorar: "Eee amca... De bakalım ilmin başı nedir?" İhtiyar; "Evladım..." der. "İlmin başı sabırdır." Hüseyin sinirlenir. "E amca ben sabrı bilmiyor muydum? İstersen sana sabır hakkında yüzlerce saat vaaz verebilirim." İhtiyar; "Kızma evladım..." der. "Sen sabır ilmini biliyor olabilirsin, sabır üzerine saatlerce vaaz da verebilirsin. Ama sen, kendin sabretmiyordun. Seni görür görmez anladım. Sabrı bilmek ayrı şey. Sebretmek ayrı şey. Bu altı ayda sabretmeyi öğrendin. Şimdi var git yoluna... Yolun açık olsun. Ancak şunu hiç aklından çıkarma. Acele karar verme. Sabret ondan sonra karar ver." diye açıklar ve Molla Hüseyin'i yolcu eder.
Molla Hüseyin bir akşamın alaca karanlığında varır evine. Evinin yolunu tutmuştur ki bir bakar bir delikanlı evine giriyor. İçine bir kurt düşer. "Acaba benim hanım başkasıyla mı evlendi?" diye düşünür. "Hem de genç bir delikanlıyla?.. Eğer evlendiyse... Beni aldattıysa onu da o delikanlıyı da vururum. Billahi de vururum." diye düşünceler içini kemirir. Evine yaklaşıp camdan bakar. Delikanlıyı uzanmış, başını hanımının dizine koymuş... Hanımını da delikanlının saçlarını okşar vaziyette görür. Kan beynine sıçrar. Tam içeri dalacaktır ki ihtiyarın sözü kulağında çınlar. "Acele karar verme." Kendi kendine; "Acele etme Hüseyin" der. "Hem pergamber efendimiz (S.A.V.) ne diyordu? Seferden döndüğünüz zaman ehlinizin yanına gece gitmeyiniz, sabahı bekleyiniz." diye içinden geçirip kendi kendine "Sabah ola hayrola" deyip köyün misafirhanesinin yolunu tutar. Sabah erkenden kalkıp namaza gider. Bir bakar ki imam akşam evinde gördüğü delikanlı. "Ya sabır" çekip namazını kılar. Namazdan sonra doğruca köy kahvehanesinin yolunu tutar.
Aradan geçen yıllardan sonra kimse Hüseyin'i tanımamıştır. Bir ara kahvehanedeki ihtiyarlardan birine sorar; "Amca bu köyde Deli Hüseyin diye biri vardı tanıyor musun?" Köylü; "Tanımaz mıyız evladım" der "Tabi tanırız. Bundan yıllar önce ilim tahsil edeceğim diye yollara düştü. Hanımını öyle ortada bıraktı. Sabah namazını kıldıran köyün hocası da onun oğludur. Kadıncağız tek başına çalıştı çabaladı okuttu, camiye imam etti."

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 16 Eki 2016 11:50:32
MECBURUM

Dün, beni derin duygularla sevdiğini söyleyen bir kadına karşı,
kabuğuna gizlenen, korkak, hatta ruhsuz biri gibi davrandım...
Hatta tedirginliğimi, korkaklığımı bana hissettirdiği için öfke bile duydum ona...
Sebebi belliydi: Bu kabuğuna gizlenen, korkak, sevgi yeteneksizi birini
nasıl bu denli gözü pek, bu denli koşulsuz duygularla sevdiğini söyleyebilirdi ki o...
Görmüyor muydu halimi, hissetmiyor muydu beni kendimle
bir türlü örtüştürmeyen etrafımdaki derin boşluğu? Her gün defalarca
lanetler yağdırdığım, başkalarından utançla gizlediğim bu sevgi yeteneksizi
varlığı nasıl sevebilirdi...
Beni sevmekte ısrar ederek bana verdiği acı ve sıkıntının farkında da değildi
anlaşılan!..Üstelik bütün korku ve kaygılarıma aldırmadan,
hatta bütün bunlardan sevgisine ve varlığıma ilişkin gizemli duyarlılık
payları çıkarttığını ileri sürmesi beni iyiden iyiye geriletiyor;
çevremdeki boşluğu biraz daha büyütüyor; kendimle buluşmamı sağlayan bütün çıkış
yollarını kapatıyordu...
Aslında o beni sevgisiyle yukarıya, günlük hayata, olup biten her şeye, anında,
hemen oracıkta tepki vermeye çağırıyordu. Birisine araba mı çarptı,
hemen o yaralıyı kucaklayıp hastaneye götürmeye; birisi birisine bıçakla mı saldırdı,
üstüne mi yürüdü, hemen ayırmaya; olayı kimin başlattığına dikkat edip,
gerekirse mahkemede tanıklık yapmaya; komşularla dayanışmaya;
çocuk büyütmeye; karşı apartmandaki gözleri görmeyen adama roman okumaya;
yan dairedeki yatalak kadına ilaç ve moral taşımaya çağırıyordu...
Oysa ben çok istesem de, bunların hiçbirini yapamam. Elimden gelmez, beceremem.
Ben istesem de hiçbir şeye müdahale edemem, ben sadece önümde,
çevremde olup biten her şeye maruz kalırım. Dayak yiyen adamın kendisini elleriyle,
kollarıyla korumasına; bıçaklanan adamın, yandım anam, diye bağırışına;
yaralılara yardıma koşan insanların ayak seslerindeki telaşlı ve abartılı sevecenliğe;
yatalak kadını ziyaret edip çıkarken, kadının minnetle gülümsemesinin usul usul
ve hüzünle sönüp tamamen donmasına; mahkemede verilen ifadelere değil de,
ifade veren insanların sanki başka bir gezegenden düşmüşlercesine
o yabancı ve ürkek ifadelerine; tam bu esnada, orada yaşanan bütün bu gerginlik
ve korkulardan uzakta yalanan bir kediye; güneşin mahkeme camlarındaki
tozlu kırılmalarına ve o anda bahçede top oynayan çocukların uzun yıllar
öncesinden gelen ve solmuş bir sevincin içimi acıtan seslerine;
kendisine roman okunan kör adamın, çevresinde kimsenin görmediği
yaratıklar varmışçasına belirsiz, ama güçlü ifadelerle etrafı izlemesine
maruz kalırım..Çünkü en dalgın, en silik, en beceriksiz tanığıyımdır
önümden hızla gelip geçen bu gündelik hayatın... Sadece kimsenin çekmeye
gerek görmediği garip, işe yaramaz fotoğrafları art arda çekip,
belleğimin gizli bölgelerine kaydeder dururum. Sonra ruhumun mağarasına çekilirim
usulca... Ve orada, tarihlerinden ve yurtlarından kopan yüzlerin, seslerin,
acemiliklerin, dikkate değer görülmeyen davranışların, ancak ters ışıkta
bir anlam taşıyan gizemli çelişkilerin üzerine gümüş yağmurlar yağar usulca,
belli belirsiz.Susar, hareketsiz seyrederim, yeryüzünde sır vermeyen
zamanın parmaklarından sızan gümüş yağmurunu... Çünkü sonunda yaralılar iyileşir,
hapishaneler dolar boşalır, çocuklar büyür, yatalak kadınlar ölür,
komşular taşınırlar.Beni koşulsuz ve ömrü boyunca seveceğini söyleyen
sevgili bir gün yorulur ver artık bir başkasına sunduğu sevgisini ona,
uzak bir şehre götürmeye karar verir. Otobüsün camına yasladığı bitkin başı
hafifçe titremektedir.Ağzının kenarından sızan belli belirsiz,
masum ve ılık suda görürüm yüzümü, kendimi... Uyanmasın, dinlensin diye elimi,
başıyla otobüsün camı arasına yavaşça yerleştirir, sonra da ağzından sızan
ılık suyu usulca silerim. Çünkü beni mağaram da bıraktığı için ona sonsuza dek
minnet borçluyumdur.Bu yüzden artık onunla her yere gider,
onunla bütün sevgileri, özlemleri, acıları ve coşkularını yaşarım...
Onu kutsal ve sarsılmaz bir sevgiyle seven ve yaralıların hiç durmadan
yardımına koşan, olayları anında gören, hemen tavır alan,
mahkemede hakimin gözlerinden dikkatli bakışlarını hiç ayırmayan,
kavgaları anında ayıran, sevildiği için, bunda öfkelenmek, içine kapanmak
şöyle dursun yaşama dört elle sarılan ve kendine olan güveni ve sevgisi çoğaldıkça
çoğalan sevgilisinin yerine koyarım kendimi.Hatta zaman zaman, garip,
anlaşılmaz bir boşluğa düşüp: Sevgilerde yetmeyen bir şeyler var,
sanki bu bulutun arkasında gizli bir kapı, şu sisin ardında beni bana hatırlatan
bir cümle, bir kelime var, ama bulamıyorum, dediği zamanlarda ona, göremediği
kapıyı gösterip; hatırlayamadığı cümleyi, kelimeyi usulca kulağına fısıldayınca
gözleri birdenbire sevinçle ışıldadığında, bu ruhumun mağarasından sızan gümüş
yağmurları gibi içimi aydınlatırdı.O şimdi, beni bıraktığı mağaramda geceler
boyu kaybolmuş aşk yüzlerini ve yerin üstünde hep eksik kalan ya da
unutulmuş duygu hallerini, gümüş bir yağmurun altında buluşturup,
birleştirdiğimi de bilmiyordur.İstediğim anda başka ruhların davetsiz konuğu
olduğumu da... Mağaramdaki ruhumun yerin üstündeki ruhumla bir türlü birleşip
bütünleşemediğini de bilmiyordur. İşte bu yüzden kötü olduğumu ve her tür
kılığa bürünmüş kötülükleri anında hissettiğimi de.Benim kötülüğümün başkalarına
asla zarar vermeyen ve sadece bana korkunç cezalar veren
bir kötülük olduğunu da bilmiyordur.Şimdi kendisine yeni bir sevgili bulan
yerin üstündeki sevecen kadın benim onu hiç sevmediğimi düşünüyordur...
Elim otobüsün camıyla başı arasındayken bile onu sonsuza dek unuttuğumu
sanıyordur.Ben kendimi bir mağarada ömür boyu yaşamaya, acı veren ve
“suçlu bir zevkle” mahkûm ettiğim için, onu sonsuza dek hatırlamaya
ve ruhunda konuk olmaya mecbur olduğumu hiç bilmiyordur...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 16 Eki 2016 11:51:13
MUTLULUĞUN GİZİ
   Bir tüccar Mutluluğun Gizi'ni öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yollamış. Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir şatoya varmış. Söz konusu bilge burada yaşıyormuş.
   Bir ermişle karşılaşmayı bekleyen bizim kahraman, girdiği salonda hummalı bir manzarayla karşılaşmış: Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir orkestra tatlı ezgiler çalıyormuş; dünyanın dört bir yanından gelmiş lezzetli yiyeceklerle dolu bir masa da varmış. Bilge sırayda bu insanlarla konuşuyormuş ve bizim delikanlı kendi sırasının gelmesi için iki saat beklemek zorunda kalmış.
   Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge, ama Mutluluğun Gizi'ni açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş ona. Gidip sarayda dolaşmasını kendisini iki saat sonra görmeye gelmesini salık vermiş.

   "Ama, sizden bir ricada bulanacağım", diye eklemiş, delikanlının eline bir kaşık verip sonra bu kaşığa iki damla sıvıyağ koymuş. "Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz."

   Delikanlı sarayın merdivenlerini inip-çıkmaya başlamış, gözünü kaşıktan ayırmıyormuş. İki saat sonra bilgenin huzuruna çıkmış. "Güzel, demiş bilge, peki yemek salonumda ki acem halılarını gördünüz mü?
   Bahçıvan Başı'nın yetiştirmek için on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü?
   Kütüphanedeki güzel parşömenleri fark ettiniz mi?
   Utanan delikanlı hiçbir şey görmediğini itiraf etmek zorunda kalmış. çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabalamış, başka bir şeye dikkat edememiş.
   "Öyleyse git, evrenimin harikalarını tanı", demiş ona bilge,    "oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin."
   İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat yapıtlarının zarafetini görmüş. Bilgenin yanına dönünce gördüklerini bütün ayrıntılarıyla anlatmış.
   "Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede?" diye sormuş bilge.
   Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş.

   "Peki", demiş bunun üzerine bilgeler bilgesi, "sana verebileceğim tek bir öğüt var: Mutluluğun Gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan."

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 16 Eki 2016 11:51:33
MUTLULUK......

   Hayatımda ilk önce sevmeyi öğrendim. Çünkü sevdikçe kendimi hissettiğimi gördüm, affetmenin ne olduğunu anladım ve affetmenin aslında yeni insanlar kazandırdığını gördüm. Bir gün geçmişime baktığımda pişmanlıklarımdan üzülmediğimi gördüm. Bunları ben yaşadım, çünkü, birisini hatırlamanın aslında ufak bir telefon görüşmesi
kadar basit olduğunu biliyorum artık, trafik ışıklarından geçerken
omzumun üstümden şöyle bir baktığımı şehri terk etmeden yakaladım, aslında bana değer veren insanların çok yakınımda olduğunu fakat gözlerimin hep uzaklarda olduğunu anladım.
   Birisini kırdıktan sonra özür dilemenin aslında beni ben yaptığını anladım sen benim için önemlisin cümlesinin verilebilecek en büyük hediye olduğunu buldum.
   Bir yerden sonra kelimelerin mana ifade etmediğini biliyorum, sahilde yürür ve düşünürken birinin de beni düşündüğü duygusu beni sevindiriyor. Mutlu olmanın aslında bir kedinin güzel bir anını yakalamak kadar basit olduğunu anladım.
   Kaçırdığım fırsatların aslında bana yeni fırsatlar türettiğini gördüm. Yıldızların benim için parladığını göremeyen gözlerim, gün geldi hayatımdan kayan yıldızların gömüldüğü maziyi unutması gerektiğini anladım. Gözlerin kelimelerden daha önemli olduğunu ve yalan söylemediklerini biliyorum, hayatımda yanımda görmek istediklerimi yanımda göreceğim çünkü onlarında bana değer verdiğini biliyorum.    Telefonun 160 karakterine, üzüntünün mutluluğun ve yıkıntının sığdığını gördüm, yaşamın yaşamaya değer olduğunu ve istersem mutlu olacağımı öğrendim.

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.111
  • 45.204
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 2.111
  • 45.204
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 16 Eki 2016 21:59:25
.....
Vaktiyle,bir arslan ,bir kurt ve bir tilki arkadaş olmuşlar.karınları acıktığında ava çıkmışlar.av sonunda bir öküz,bir koyun bir de tavşan yakalamışlar.avlarını bir araya getirdikten sonra arslan kurda dönerek.şu taksimatı yap da paylarımızı alalım demiş.kurt .ulu sultanım öküz zaten sizin.koyun benim,tavşan da tilkinin demiş.arslan buna çok kızmış,kurda bir pençe vurur,kurt,ağzı kanlar içinde yere serilir.bir yerde iki padişah olmaz diye kurdun kafasını koparmış.arslan bu sefer korkudan tir tir titreyen tilkiye dönerek,şu taksimatı bir de sen yap da görelim demiş.kurnaz tilki hemen cevabı yapıştırırmış yiğitler ülkesinin tek padişahı.öküz sizin akşam yemeğiniz,koyun öğle yemeğiniz,tavşan da sabah kahvaltınız.arslan memnuniyetle gülümser,tilkiye sorar.bu kadar adilane taksimi kimden öğrendin.şurada yatan kurddan öğrendim demiş...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 16 Eki 2016 22:26:00
KALBİMİN SAHİBİ

   Genç kız feci bir hastalığın pençesinde kıvranıyordu. Yaralı kalbi artık bu dünyaya daha fazla dayanamamaya başlamıştı. Çok zengin olan ailesi tüm gazetelere, kalp nakli için ilan vermişlerdi...
   Canını feda edecek birini arıyorlardı...Genç kız ise her gün hastane odasında biraz daha solmaktaydı. Yine yalnızdı odasında, gözü yaşlı, boynu bükük ölümü bekliyordu...Gözlerini kapadı, bu küçük odada gözyaşı dökmekten bıkmıştı... Yine de engel olamadı pınar gibi çağlayan gözyaşlarına. Sevdiği geldi aklına, fakir ama onu seven sevgilisi... Her gün aynı şeyleri düşünüyor, anıları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu...
   "Param yok ama sana verebileceğim sevgi dolu bir kalbim var" demişti delikanlı...
   Genç kız da zaten başka bir şey istemiyordu... Sevgiye muhtaç biri, sevdiğinin sevgisinden başka ne isteyebilirdi ki... Ama olmamıştı işte, dünyalar kadar olan sevgilerinin arasına, o lanet olasıca para girmeyi bilmiş, onları ayırmıştı... İşte paranın geçmediği zamanlara gelmişlerdi.. Ne önemi vardı artık? Şu son günlerinde, sevdiği yanında olsa yeterdi...
   Ayrılıklarından bu yana 5 bitmeyen, çile dolu yıl geçmişti... Her günü zehir, her günü hüsran... Ama genç kız hep sevgisini yüreğinde taşımış, kalbini kimseyle paylaşmamıştı. Sevdiğini düşündü işte o an..    Acaba o neler yapmıştı bu kadar sene boyunca.. Kimbilir kiminle evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı... Gözlerinden bir damla yaş daha damladı kurumuş, bitmiş ellerine. Ellerine baktı, bir zamanlar ellerinin, elerini tuttuğunu hayal edip, her gün saatlerce ellerini seyrederdi...
   En çok da saçlarının dökülmesine üzülüyordu. Çünkü sevdiği dokunmuş, koklamıştı onları. Her bir tanesi koptuğunda, kalbine bir ok daha saplanıyordu. Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Belki sevdiği yanında olsa, kalbi bu kadar yorulup, veda etmezdi yaşama... Zaten artık ölüm umurunda değildi genç kızın. Sevdiğinden ayrı yaşamanın ölümden ne farkı vardı ki.. Tekrar o geldi aklına... Keşke keşke yanımda olsa dedi. Son bir kez elini tutsa yeterdi. Gözlerini son bir kez öpse, rahatça ebediyen gözlerini kapatabilirdi artık...
   Gözleri pınar gibi çağlamaya başladı. Sevdiğini son bir kez göremeden ölmek istemiyordu.. Ufak da olsa ondan bir hatırasını almadan bu dünyadan göçmek istemiyordu... Oysa sevdiği, kim bilir kiminle beraberdi. Kendi sevgi dolu kalbinin kimseyle paylaşmayı düşünmemişti bile, ama acaba o paylaşmış mıydı ? Onun sevgisini silmiş atmış mıydı acaba kalbinden ?
   İçi birden nefretle doldu. Üstüne büyük bir ağırlık çöktü. Onu düşündükçe her dakikasının zehir olması artık çok daha ağır geliyordu genç kıza...
   Ölmek istedi, artık yaşamak istemiyordu bu dünyada.. Ama sevdiğinden bir hatıra almadan ölmeyeceğine and içmişti.
   Tekrar gözlerini açtı. Kim bilir belki de sevdiği onu unutmuştu.. Bu düşünceler içinde derinliğe daldı... Birden babası girdi odaya, kızına kalp nakli için bir gönüllü bulduklarını müjdeleyecekti. Fakat genç kız çoktan uykuya dalmıştı.. Bir meleği andıran masum yüzü, sevdiğinin özleminden sırılsıklamdı...
   O gece biri gözlerini dünyaya kapadı, genç kız ameliyata alındı. Tekleyen ve görevini yerine getirmeyen kalbi değiştirilmişti. 1 hafta sonra tekrar gözlerini açtı dünyaya genç kız. Ama dünya daha farklı geldi ona. Sanki bir şeyler eksikti...
   Aradan aylar geçmiş genç kız artık iyice iyileşmişti. Ama içindeki burukluğu bir türlü atamıyordu. Sevdiği aklına gelince kalbi eskisinden daha çok sızlıyordu.. Bir kere, bir kere görebilsem diye mırıldandı... Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Yeni kalbi onu iyileştirmişti ama nedense her gece aniden hızlanıyor, onu uykusundan uyandırıyor ve sanki yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlıyordu... Genç kız bir anlam veremediği bu durumu doktora anlatmış, ama ameliyat kolay değil, bir aydan geçer demişti doktor.
   Aylar geçmişti ama hala aynıydı durum. Çiçeklerinin yanına gitti. Her gün onlarla saatlerce dertleşiyor, zaman zaman ağlıyordu onlarla.. En çokta kan kırmızısı gülünü seviyordu. Çünkü kırmızı gülün onun için yeri apayrı idi. Oda genç kızla beraber gülüyor, onunla beraber ağlıyordu. Onu sevdiği gibi görüyordu genç kız. Ve gülünü sevdiğini ilk gördüğünde ona hediye edeceğine dair yemin etmişti. Başka türlü paylaşamazdı gülünü kimseyle...
   Kapı çaldı aniden. Kapıyı açtı ama kimse yoktu. Gözü yerdeki beyaz zarfa ilişti. Yavaşça eğilip zarfı yerden aldı. Birden kalbi deli gibi atmaya başladı. Ne olduğunu anlayamıyordu. Zarfın üzerinde ne bir isim, ne bir adres vardı. Zarfı açtı, içinden beyaz bir kağıda yazılmış bir mektup çıktı. Kalbi daha hızlı atmaya başladı. Onun kokusu vardı kağıtta. Evet, onun kokusu vardı. Yıllar yılı özlemini çektiği, yanında olabilmek için canını bile verebileceği sevdiğinin kokusu vardı mektupta.. Başı dönmeye başladı. Koltuğuna geçip oturdu yavaşça...Kağıdı açtı. Ve elleri titreyerek okumaya başladı.
   "Sevgilim, senden ayrıldıktan sonra, bir kalbe 2 sevginin sığmayacağını bildiğimden dolayı, ne bir kimseyi sevebildim, ne de kimseye bakabildim... Her günüm diğerinden daha zor geçti, çünkü her gün özlemin daha da artıyordu.. Sana kitapları dolduracak kadar şiirler yazdım. Her biri diğerinden daha da hüzünlüydü. Yazdım, okudum, ağladım... Her gün yazdım, her gün okudum, senelerce ağladım... Her gece seni düşündüm sabahlara kadar, her gece senin yanında olmayı istedim. Ve her gece sensizliğe lanet ettim, uykuları haram ettim kendime, sensiz olmanın acısını gözlerimden çıkardım... Ve bir gün her şeyi değiştirecek bir fırsat çıktı önüme. Bunu fırsatı değerlendirmeyip, kendime haksızlık edemezdim... Ve değerlendirdim... Senden çok uzaklara gittim, belki seni unuturum diye.. Ama tam tersi oldu. Seni daha çok özlüyorum artık... Senden çok uzaklardayım belki, ama yine de seni görmek için uzaklardan gelebiliyorum. Hem de her gece... Seni seviyor, seyrediyor ve eğilip sen uyurken yanağına bir öpücük konduruyorum.. Bazen gözlerini açıp bakıyorsun, geldiğimi bildiğini sanıyorum ama yine o tatlı uykuna geri dönüyorsun. Yarın birbirimizi sevmemizin 6. senesi... Hep ben geldim şimdiye kadar senin yanına, yarın da sen gel olur mu sevgilim.. Ha, unutmadan, sana hep sözünü ettiğim, kalbime iyi bak olur mu ? Çünkü göz yaşlarımla, adını yazdım ona... Seni senden bile çok seven bir sevgi var kalbinin içinde... Unutma, kırmızı gülü de unutma olur mu? Seni Seviyorum, Yanıma Gelinceye Kadar da Se

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 16 Eki 2016 22:26:31
KÖRLERİN OKUMA AŞKI
_____________________________ ___________
    Evden acele ile çıkmıştım. Koşar adımlarla metroya doğru ilerlerken bir yandan öğrencilere vereceğim dersin planını yapıyor, bir yandan da çiseleyen yağmurda ıslanmamaya çalışıyordum.Yürüyen merdivenlerle metro istasyonuna indim. Trenin gelmesine iki üç dakika vardı. Bu treni kaçırırsam, on dakika daha beklemem gerekecekti ve dersime geç kalacaktım.Adımlarımı sıklaştırmaya, neredeyse koşmaya başladım. Elimde çanta olmasa, belki de koşacaktım.
    Metroda benimle aynı yönde ilerleyen birisinin elindeki uzunca değnekten çıkan, "tak, tak, tak" sesleri, telaşımı ve kafamdaki düşünceleri birden unutturdu. Belli ki, onun da acelesi vardı. Sırtındaki büyükçe çantası ve elindeki değneği ile, neredeyse benim kadar hızlı adımlarla ilerliyordu. Biraz dikkatlice bakınca bu kişinin bir bayan ve aynı zamanda 'görme özürlü' olduğunu anladım. Kendi kendime, "Acaba onun telaşı neden?" diye sordum. Belki de dünyayı hiç görmemişti.Özürlü haliyle tek başına ilerlese de;tavırları ve yürüyüş şekli ona, kendisine çok güvenen bir insan görünümü veriyordu.
    Acaba acele bir işi mi vardı? Bir anlık her şeyi unuttum. Sanki her şey ağır çekimdeymiş gibi hareket etmeye başladı. Onun, değneğiyle sağını solunu kontrol ederek önüne çıkabilecek engelleri anlaması, kendine yol açması, belki de yaşama azminin bir göstergesi idi. Merdivenlere yaklaştığımızı hissettim. "Acaba merdivenlerden inerken kendisine yardım etsem mi?" diye düşünürken, o merdivenlerden inmeye başladı. Sanki dünya dümdüz olmuş, karşısında hiçbir engel kalmamış gibi merdivenlerin sonuna geldi.
    Acaba, değneğinin ucunda onu yönlendiren bir şey mi vardı, ya da bu bayan bir şaka mı yapıyordu? Kafamdaki düşünceleri toparlamaya çalışırken, metronun durağa geldiğini fark ettim. Merakım beni bu bayanın yanına çekti ve onunla aynı kompartımana bindim. Oturduğu koltuğa iyice yerleştikten sonra, değneğini katlayıp hızlı bir şekilde çantasının ön bölmesine koydu. Çantasının başka bir bölmesini açarak, büyükçe bir şeyi çıkarmaya çalıştı. Acaba bir walkman veya yiyecek-içecek gibi bir şey mi çıkaracak diye düşünürken, kalbimden de acıma duygularının yükseldiğim hissettim.
    Belki de dünyayı görmeyi ne kadar çok istiyordu; ağaçlar, evler, araçlar, insanlar ve gözler... görecek o kadar çok şey vardı ki! O an için kendimi çok ayrıcalıklı hissettim. Göz, dünyaya açılan bir pencereydi ve ben onların kıymetini fazla bilmiyordum. Ama ne kadar çok şey ifade ettiklerini o bana anlatıyordu.
     Bayanın, çantasından çıkardığı kalınca, kitap türü bir şeyin gözüme ilişmesiyle bu düşüncelerimden sıyrıldım.Acaba o çıkardığı bir katalog muydu diyecektim ki, onun görme özürlü olduğu aklıma geldi. Derken sayfaları karıştırıp, parmaklarının uçlarıyla yoklayarak bir yerde durdu.
    Herhalde aradığı sayfayı bulmuştu. Hemen sağ elinin işaret ve orta parmaklarını kabarık işaretler üzerinde gezdirmeye başladı. Kitap okuyordu Fakat o görmüyordu ki... Birkaç saniye daldım... Kitap okumak yalnızca görenlere has bir şey değil miydi? Anladım... Artık o gözleriyle değil; kalbiyle,duygularıyla, ruhuyla okuyordu.... Ve kendimden utandım.
    Aylardır çantamda taşıdığım ve üç beş sayfanın dışında pek okumadığım kitap geldi aklıma; ve yıllarca hiç kitap okumayanlar. Keşke onlar da, insanı düşündüren, hatta utandıran şu görüntüye şahit olsalardı. Dünyada milyonlarca insan var... Ama okumak... Neden ben...
    Aniden kesik kesik düşüncelerimden sıyrıldım. Bir sayfayı okuyup bitirmiş ve diğer bir sayfaya geçmişti. Parmaklarını kabarık işaretler üzerinde ustaca gezdirmesinden, bu işe yatkın birisi olduğu anlaşılıyordu. Demek ki iyi bir okuyucu idi. Ama ne okuyabilirdi ki? Binlerce kitap, dergi ve gazetenin, görme özürlü olanlar için günlük, haftalık olarak hazırlanması belki de mümkün değildi.
    Anonsun uyarısıyla, ineceğim durağa geldiğimi anladım. Daha dört dakika geçmişti; ve bu kadarcık kısa bir sürede dahi kitap okumak çok önemliydi. Bana bu dersi veren görme özürlü o kadın da kitabını çantasına koymaya ve durakta inmeye hazırlanıyordu.
    Az sonra tren durdu. Önce onun inmesini bekledim. Değneği ile onca insanın arasından "tak... tak... tak.." sesleriyle ilerliyordu. Arkasından birkaç saniye baktım ve sanki değnekten çıkan o tak tak'lar beynimde, oku... oku...oku.. oku ve şükret diye yankılanıyordu.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 17 Eki 2016 16:28:51
2000 yılının aralık ayıydı. Üniversiteden yeni mezun olmuştum. Bir devlet okulunda heyecanla derslere giriyordum. Sınıflardan birinde, şartlı cümleleri anlatırken tahtaya İngilizce bir cümle yazdım.
“Evet çocuklar, tahtada ‘Eğer çok zengin olsaydım anneme... alırdım.’ yazıyor. Cümledeki boşluğu, hayal gücünüzü de kullanarak doldurun. Anlaşıldı mı?” dedim.
Anlaşılmış olmalı ki herkes sessiz bir şekilde dağıttığım küçük kâğıtları aldı ve gözlerini tavana dikip düşünmeye başladı. Beş dakika sonra sınıfı dolaşıp kâğıtları topladım ve tek tek okudum. Uzay gemisi, Ferrari, Miami’de yazlık, Maldivler’de ada... Ben okuyorum, sınıf gülüyordu. Son kâğıdı içimden okudum. “If I were rich, I would buy flowers for my mom.”
Cümlenin sahibi, o sene sınıfa yeni gelen çelimsiz, içine kapanık bir çocuktu. “Aramızda çok duygusal bir arkadaşımız var!” dedim. “Selim, kalk bakalım. Ne yazdığını arkadaşlarına söyleyebilir misin?”
“Çiçek alırım, yazdım öğretmenim.”
Sınıfta hafif bir kahkaha koptu. “Ben çok zengin olduğunuzu düşünün, hayal gücünüzü kullanın demiştim. Buna rağmen çiçek alırım yazdığına göre önemli bir sebebin olmalı” dedim.
Bir süre sessizce bekledi, sonra ayağa kalkıp “Aklıma başka bir şey gelmedi öğretmenim” dedi usulca. Yüzünde Mona Lisa tablosunu andıran gülmekle ağlamak arası garip bir ifade vardı.
“Oğlum, dalga mı geçiyorsun?” dedim sertçe. “Aklınıza bir şey gelmesi için illa not mu vermemiz gerekiyor?”
Hiç cevap vermedi. Kâğıtları geri dağıttım. Sınıf, çalan zille birlikte kovanı kurcalanmış arı sürüsü gibi bahçeye aktı. Dışarıda ince bir yağmur yağıyordu.
Ertesi sabah okula geldiğimde Selim’in babasını lobide beni beklerken buldum. Önündeki sehpada bir gün önce sınıfta dağıttığım buruşuk kâğıt parçası duruyordu. Oturup biraz konuştuk. Kısa bir görüşmeden sonra ayrıldı. Zorlukla zümre odasına doğru yürüdüm. Başım dönüyordu. Hıçkırığa benzer garip bir şey diyaframdan gırtlağıma kadar tırmanmış, patlamaya hazır bekliyordu.
2000 yılının aralık ayıydı ve ben, kâğıttaki küçük boşluğu çiçekle dolduran Selim’in, hayatındaki en büyük boşluğu da çiçekle doldurmaya çalıştığını öğrendim.
Üç ay önce bir trafik kazasında annesini kaybettiğini ve o günden beri, babasıyla, hiç aksatmadan her cuma günü annesinin mezarını ziyaret edip mezarlığa çiçek diktiklerini...
Önceki gece babası duymasın diye yüzünü yastığa gömerek sabaha kadar hıçkırdığını...
Ve üniversiteden alınan diplomayla öğretmen olunamayacağını...
Hepsini, hayatımın o en serin aralık sabahında öğrendim .
"Öğretmenlik sabah gidip öğlen geldiğin, cumartesi, pazar, sömestır ve yazın tatil yaptığın bir meslek değildir. Öğretmenlik Anne olmaktır. Baba olmaktır. Abi olmaktır.. Kısacası İnsan olmaktır.
"İnsan gibi insan öğretmenlerimizin önünde saygı ile eğiliyorum. "

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.775
  • 227.213
  • 28.775
  • 227.213
# 17 Eki 2016 17:28:31
- Adamın biri hastalanıyor. O gün canı, işe gitmek istemiyor.
İçinden Allah'a
şöyle bir dua edeceği tutuyor:

'Allah'ım, her gün işe gidip 8 uzun saat boyunca evim ve eşimin rahatı için çalışıyorum. Eşim ise sadece oturuyor. Ne olur, bir gün benim yerime geçip, ne kadar zor bir hayat yaşadığımı görmesini sağla.' Hikaye bu ya, birdenbire adamın dileği yerine geliyor. Ertesi sabah , karısının bedeninde uyanıyor.

Hemen yataktan fırlıyor.
Eşinin kahvaltısını hazırlıyor.
Çocuklarını uyandırıyor.
Elbiselerini hazırlıyor.
Onların da kahvaltılarını yaptırıyor.
Beslenme çantalarını hazırlıyor.
Çocukları okula götürüyor.
Eve dönüp, evi toparlıyor.
Yıkanacak bulaşıkları ve çamaşırları hallediyor.
Temizleyiciye götürülecek olanları eline alıp telefon faturasını ödemek
için bankaya gidip sıraya giriyor. Faturayı ödedikten ve temizlikçiye
uğradıktan sonra, akşam yemeği için alışverişe gidiyor.
Eli kolu dolu bir vaziyette eve dönüyor.
Bu arada öğlen oluyor.
Evi süpürmeye başlıyor.
Eşyaların tozunu alıyor.
Mutfağı siliyor.
Çocuklarının okuldan gelince yiyeceği keki pişiriyor.
Eee artık çocukları okuldan alma zamanı da geliyor.
Yolda onlarla sohbet ediyor.
Okulda olanlar konusunda akıl fikir veriyor.

Eve geldiklerinde derslerini kontrol edip, çalışma masalarına oturmalarını
sağlıyor.
Süt ve kek getiriyor.
Bu arada yıkadığı çamaşırları ütülemesi gerekiyor.
Ütü bittiğinde ancak akşam yemeğini hazırlayacak kadar vaktinin kaldığını
fark ediyor.
Hemen patatesleri soymaya başlıyor.
Salata malzemelerini yıkıyor.
Pilav için pirinci ıslatıyor.
Etleri çıkartıp, fırın için hazırlıyor.
Kocası eve geldiğinde, onu sofraya tabakları yerleştirirken buluyor.
Akşam yemeğinden sonra, önce eşinin kahvesini pişiriyor.
Masayı topluyor ve bulaşıkları hallediyor.
Eşinin ve çocuklarının ertesi gün giyeceği kıyafetleri kontrol ettikten
sonra çocukları yatırıyor.

Onlara hikaye okuyor.
Televizyon seyretmeye ve biraz da gazete okumaya salona dönüyor Biraz vakit geçirdikten sonra yatak odasına yatmaya gidiyor..

Ertesi sabah uyandığında hemen Allah'a yalvarmaya başlıyor :

'Allah'ım özür dilerim. Ben ne dediğimi bilmiyormuşum. Karımın hayatını rahat zannetmekle ne halt ettiğimi şimdi anladım. Lütfen beni eski halime döndür.'

Sonra ruhunun derinliklerinden gelen bir cevap işitti: :

'Evet, dersini aldığını görüyorum. Herşeyi değiştireceğim ama maalesef 9 ay beklemek
zorundasın, çünkü dün gece hamile kaldın.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 17 Eki 2016 18:38:03
OĞUL İLE BABASI

   Oğlu ile babası sahile indiler; babacığım şu yerdeki şeyler neyin nesi?
   -Çakıl taşı çocuğum
   Oğul kafasını sağa çevirdi, babacığım ya bunlar?
   -Onlar da çakıl taşı evladım..
   Sola çevirdi,ya bunlar babacığım?
   -Hepsi çakıl taşı evladım..
   Babacığım ne kadar da çok var bunlardan! evet evladım..    Peki babacığım bunlardan daha çok bir şey var mı dünyada?
   Var evladım..
   Nedir babacığım?
   BABANIN GÜNAHLARI EVLADIM!
   Babacığım, ya senin günahlarından daha çok bir şey var mı?
   Var evladım..
   Nedir babacığım?
   ALLAH'IN (C.C.) RAHMETİ EVLADIM

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 17 Eki 2016 18:38:58
O gün derse geç kalmıştı. İlk ders Matematikti. Hocayı ve arkadaşlarını rahatsız etmemek için kantinde oturmuş, dersin bitmesini beklemişti. Bir sonraki ders için sınıfa girdiğinde, tahtada, sonunda soru işareti bulunan iki işlem gördü. Kalemini defterini çıkarıp hemen not etti kimsecikler tahtayı silmeden.
   Diğer dersler bitmiş, eve dönmüştü. Defterinde çözülecek iki tane soru vardı. Defterini açtı, ama sorular bayağı zor görünüyordu. Sınıfta durumu da fena sayılmazdı hani. Uğraştı durdu soruları çözmek için. Hoca bazen böyle ev ödevi verir ve yapılıp yapılmadığını da kontrol etmezdi. Ancak yapanlar mutlaka bunun karşılığını en azından bir iltifatla alırlardı. Bazen nota da etki ederdi tabii bu durum
   Ertesi gün uzun uğraşlardan sonra çözdüğü soruları koydu hocanın masasının üzerine. Biraz da zor olmuştu hani. Hocanın yüzünde değişiklikler oluyordu işlemi kontrol ederken.
   ‘Nasıl buldun bu sonucu?’ dedi hoca heyecanla. Bu soru 150 yıldır çözülemiyordu. Ben dün tahtaya matematiğin problemlerini anlatırken yazmıştım bu soruları. Kendim çözmeyi denemediğim gibi, bizim gibi normal(!) İnsanların da denemeyeceğini düşünüyordum. Enteresan dedi.
   Şaşırarak cevap verdi hocaya: ‘dün derse geç kalmıştım. Tahtada soruyu görünce diğer ödevler gibi zannettim. Ve biraz da zorlanarak akşam evde yaptım’
   Hoca sınıfa döndü:
   İşte arkadaşlar, 150 yıllık soru dediğimiz, aslında 150 yıllık önyargı imiş. Ah biz de önyargılarımızdan kurtulabilsek, 2000 yıllık soru ve sorunları da çözeriz herhalde.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK