İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 08 Eki 2016 19:21:03
SUYU TAŞIRMAYAN BİR GÜL YAPRAĞI
Uzakdoğu'da bir Budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu.
Burada geçerli olan incelik, anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.
Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.
Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak veya çan, zil yoktu.
Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki Budist, kapıda duran yabancıya baktı.
Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı.
Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.
Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.
Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.
Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı.
Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.
İçerideki Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.
Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 08 Eki 2016 19:21:26
STANFORD
Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harward gibi üniversitede ne işleri olabilirdi ? Adam yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.
Yaşlı kadın çekingen bir tavırla,"Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.
Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi. Sonunda sekreter dayanamayarak yerinden kalktı.
"Sadece birkaç dakika görüşseniz. Yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu. Genç rektör isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterinin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek !.. Olacak şey miydi bu ?
Suratı asılmış sinirleri gerilmişti. Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harward`da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi.
Oğulları burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı. Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle,
"Biz Harward`da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek
olsak, burası mezarlığa döner..." "Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın. "Anıt değil... Belki Harward`a bir bina yaptırabiliriz".
Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak,
"Bina mı ?" diyerek tekrarladı,
"Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz ? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..." Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaktan kurtulabilirdi. Yaşlı kadın sessizce kocasına döndü. "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş ? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde ?" Rektörün yüzü karmakarışıktı.
Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve Bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California`ya, Palo Alto`ya geldiler. Ve Harward`ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular. Amerika`nın en önemli üniversitelerinden birini... STANFORD`u...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 08 Eki 2016 19:21:48
        SİZİN ÖYKÜNÜZ

                  Buralara nasıl geldim? Bilmiyorum. İstediğim hayatı mı
            yaşadım? Gençlik hayallerim bunlar mıydı? Kesinlikle hayır! Şu anda
            yetmiş yaşındayım ve gençliğimden beri ilk defa kafam bu kadar
            berrak. Yazık, insan hep bir şeyleri kaybetmek üzereyken değerini
            anlamaya mahkum mu? İşte yetmişindeyim. Şairin hesabına göre yolun
            sonuna geldik. Reverans yapıp sahneden ayrılmanın zamanı. Gençken
            seyrettiğim "Braveheart" isimli filimden bir cümle hatırımda kalmış.
            "Herkes ölür ama kaç kişi gerçekten yaşar ki?" İşte ben de herkes
            gibi ölüyorum. Maalesef yaşamadım. Dünyaya gelmem sekiz saat sürmüş.
            Başıma gelecekleri bildiğimden olacak çıkmak istememişim herhalde.
            Sonra sekiz yaşına kadar kreşlerde büyüdüm. Ne büyüyüş! Eğlenceli
            ama buruk. Sevgiden yoksun. Yoo, o kadar kötü değil. Sana gülen
            yüzler her zaman vardır ama ya gerçek sevgi?
                  İlk ve orta okulda içine kapanık bir yaşam, insanlardan kaçan,
            aşağılık kompleksli bir insan. Sonra lise, tam anlamıyla metamorfoz.
            Tamamen dışa dönük, insanlarla ilişkilerde rahat, geçmişin izlerini
            taşısa da daha güvenli bir ben. Okulun gözde öğrencilerden. Sonra
            üniversite. Hayat devam etti. Dördüncü sınıfta annemin tavsiyesine
            uyarak bir kız teğellerken (evlenecek birini bulmak için yapılan
            çabanın annemcesi) İpek'le tanıştım. Çok tatlı bir kızdı. Birlikte
            mutluyduk. Ben, onu kaybetmemek için türlü numaralar yapıyordum.
            Küçük kıskançlıklar da oluyordu. Ama ben onsuz yaşayamazdım! Okuldan
            mezun olunca muradımıza erdik. İpek gelinliğinin içinde o kadar
            güzeldi ki... Annem düğünün en mutlu kişisiydi herhalde. Yıllarca
            benim evlenmemle mutlu olacağını düşünmüş ve o gün bu mutluluğu
            yaşamıştı da. Fakat bir kaç gün sonra içinde oluşan boşluğu yeni bir
            hedefle doldurmuştu: Torun. Babam zaten Borsada kendini kaybetmişti.
            İşler yolunda gittiği sürece hiç sorun olmadı. Yıllar akmaya devam
            etti. İpek'le ilk heyecanlar gitmiş ve ilişkimiz çok
            monotonlaşmıştı. Hiç hayal etmediğimiz tarzda bir karı-koca
            ilişkisine girmiştik. Sabahtan akşama iş, akşam televizyon, gece
            çiftleşme şeklinde seks. Artık değişiklik istiyorduk.
                  Bir 18 Kasım günü saat 9:30'da Eser dünyaya geldi. Velet, o
            kadar tarih varken benim doğum günümde doğmuştu. Annesinin yanında
            yüzünde bir gülümsemeyle yatarken yemyeşil gözleriyle bana
            bakıyordu. "Bu kız çok zeki!" dedim kendi kendime. Eser'in
            hayatımıza girişi herkesi değiştirmişti. İpek'le hayatımızın en
            mutlu anlarını yaşıyorduk. Annem ise çok istediği mutluluğu
            torunuyla yakalamıştı. -en azından belli bir süre için-. Eser hızla
            büyüyordu. Emekleme, ilk "anne" deyişi, doğum günleri, derken bir
            baktık bizim kız okula başladı. Bu arada da ben göbeklenmeye ve
            kelleşmeye, İpek de bir Türk kadını olarak kalçalarından yağlanmaya
            başlamıştı (Türk kadınlarının genel özelliği).
                  İş hayatım fena değildi. Arkadaşlarla çekişiyordum, insanları
            lanetliyordum. Çünkü onlar kötüydü. İpek arada sırada kaynanasıyla
            atışıyordu. Ben Side'de nasıl yazlık alacağımı düşünüyordum. Baba
            sorumluluğu ile Eser'e gelecek hazırlıyordum. Yalnız Eser garip bir
            kızdı. Bize küçükten beri uymuyordu. Sanki hatlar karışmış da
            yanlışlıkla bizim kızımız olmuştu. Sözümüzü tutmaz, hep kendi
            istediğini yapardı. Onca aşağılama, tehdit, hakarete rağmen bizi
            tınmadı bile. Zaten sonradan bizim istemediğimiz, ailemize layık
            olmayan bir adama gitti. Baba olarak ona yakın olmak istedim, ama
            başaramadım. Lanet olsun babalık rolüne. Neymiş, kızını dövmeyen
            dizini dövermiş. Dizimi kırsaydım da o derece davranmasaydım. Ona
            vurmadım ama sözlerimle beter ettim. Beni seviyordu biliyordum.
            Benden ümitliydi ama ben onu hayal kırıklığına uğrattım. Geçen günü
            beni ziyaret etti ve "Seni her şey için bağışladım, baba" dedi,
            sarıldı öptü. Eser, bana bu cezayı niye verdin. Ben sana olan
            kızgınlığımla mutluydum. Neden beni affettin? Biliyorum şu anki
            berraklığımı sana borçluyum. Beni kendimle iç hesaplaşmaya ittin.
            İyi mi ettin be kızım?
                  Eser'den üç yıl sonra Duygu doğdu. Buna çok şaşırmıştık,
            halbuki çok korunuyorduk (öyle zannediyorduk). Duygu da ablası
            gibiydi. Demek hatlar karışmamış, ciddi ciddi bize gelmişlerdi.
            Gerçi bunu şimdi anlıyorum. Duygu'dan fazla bahsetmek istemiyorum.
            Biz koca birer aptaldık. Kazayla onu meydana getirdik, kazayla
            götürdük. Altı yaşındayken trafik kazasında... O ana kadar yolların
            kralıydım. Duygu'nun ölümünden sonra İpek'i de kaybettik. (Ruhen)
            bir garipleşti, sonra menapoza girdi daha da garipleşti. Evde ceset
            gibi geziyordu. Bu arada emekliliğime dört sene vardı ve müdürlüğe
            terfi ettim. Eser de üniversiteye girmişti. Annem mutlu olacağını
            düşünerek torununun mezuniyetini bekliyordu. Babam hareketli bir
            seans sırasında Borsa'da kalpten gitti. Cenazesi çok hüzünlüydü. Ne
            kadar seveni varmış? Sonunda emekli oldum. Günlük yaşantım Migros,
            lokal, TV üçgeninde geçiyordu. Altmışbeşini bulunca ölüm korkusu
            başladı bende. Bunu azaltmanın yolunu dinde buldum. Artık bol bol
            ibadet ediyorum. Bir yandan da beni cennetine alması için Tanrı'ya
            dua ediyor ve altmışbeş yıldır arasıra aklıma gelen Tanrı'nın
            hayatının sonuna gelmiş ve tatmin edilmemiş arzularını cennetteki
            hurilere saklayan bir kulunu kabul edecek kadar hoşgörülü olmasını
            diliyorum. Eser, annemin üniversite son sınıftan birini teğelleme
            propagandasına aldırmadı ve otuzuna kadar bekar kaldı. Sonra ipsiz
            sapsız o herifle evlendi.
                  İki sene önce İpek'i kaybettim ve ilk defa bu kadar çok
            ağladım. Üzüntümden değil, aptallığımdan. Dünyasal yasa yine işlemiş
            ve bir insanoğlu daha kaybettiği varlığın değerini sonradan
            anlamıştı. Oysa bizim hayallerimiz vardı. Ama yapacak gücü
            bulamadık, denemedik bile. Onu ne kadar sevdiğimi şimdi anlıyorum.
            Alışkanlığın ve değişmezliğin o berbat etiketleri bizi mahvetmişti.
                  Şimdi orta okuldan hatırladığım o yalnızlıkla başbaşayım.
            Dünya dönüyor, İnsanlar kaderin sillesini yemeye devam ediyorlar.
            "Madem öyle acı çektirecektin, neden beni yarattın?" diye sık sık
            soruyorum ona. "Ben sana ne yaptım?" Çocukluğum geliyor gözümün
            önüne. Çok pırıltılı, eğlenceli bir dünya vardı önümde. İtfaiyeci
            olacaktım. Tek istediğim şey ilgi ve şefkatti. Hayatım boyunca bunu
            aramıştım. Ama bulamadım. Annemi eleştirirken ondan beter şekilde
            mutluluk aradığımı anlıyorum şimdi. Duygularımı yaşayamadım, hep
            ayıp olacak diye bastırdım. Keşke rezil olsaydım da onları özgürce
            yaşasaydım. Şimdi istesemde yaşayamıyorum. Yetmişinde yalnız bir
            adam. Yakında nalları dikecek bir hayalkırıklılığı abidesi. Eser,
            senden özür diliyorum. Beni affettiğini söylediğinde bile o
            kahrolası gururumu yenemedim ve bunu sana söyleyemedim. İpek, hep
            bunu istedim ama ben ifade edemedim. Şimdi neredesin bilmiyorum ama
            duyacağına eminim. Seni seviyorum. Duygu seni de. Kazayla geldin,
            kazazede gibi yaşadın, kazayla gittin. Ama o tatlı gülüşünü ve sana
            biberonla süt verirken parmağımı yakalayışını hiç bir şey
            unutturamaz bana. Ve yaşam. Ne diyebilirim ki sana. Yine de
            teşekkürler.
                  "İnsan kaderini değiştirme firsatı olduğunda gelecekten haber
            alır" derler. Siz de yukarda ki senaryoda kendinizden bir şeyler
            buluyorsanız ve mutlu değilseniz, durun ve değiştirin. Siz
            istedikten sonra tüm evren onun gerçekleşmesi için iş birliği yapar.
            Çoğunluğun yaşadığı bu senaryoyu yaşamamanız dileğiyle.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 08 Eki 2016 19:22:13
  SEVGİ AĞACI

   Bir zamanlar, uçsuz bucaksız bir kum çölünün ortasında, yemyeşil yaprakları ile dibine gölge ve serinlik veren bir ağaç varmış. Çölün kavurucu ve acımasız sıcağı, kumları kızdırır ama bu ağacın yeşil yapraklarını kurutamazmış. Kızgın güneş ne yaparsa yapsın, yapraklar hep yeşil ve parlak olurmuş. Güneşin sıcağından bunalıp kaçan tüm hayvanlar, bu ağacın gölgesinde dinlenir, esen rüzgarın tüylerini okşayışına kendilerini kaptırıp, uyuklarmışlar kaygısızca. Ağacın dalları arasına yuva yapmış olan kuşlar, yaprakların gölgesinde güneşten korunup, kanat çırparak daldan dala uçuşur, şarkılar söylermişler mutluluk içinde.
   Çölün ortasında, kızgın kumlarla çevrili bu ağacın nasıl beslendiğini mi merak ediyorsunuz? Söyleyeyim: Sevgi ve mutlulukla beslenirmiş bu ağaç. Diğer ağaçlar gibi topraktaki suyu ve besinleri çölde bulamadığı için, sevgi ve mutluluktan sağlarmış gereksinimini. Bu ağacın sevgiden oluşan besini, diğer tüm ağaçlardan ayrı bir özellik katarmış ona. Yaprakları daha canlı, gölgesi daha serin, gövdesi daha güçlüymüş. Ona "Sevgi Ağacı" derlermiş. Gölgesinde barınan hayvanların sevgisi, dallarında ötüşen kuşların neşesi, ağacı sevindirirmiş. Bu uçsuz bucaksız çölde işe yaradığını anlayıp, daha çok sevgi ve mutluluk yaymak için yaşarmış. Güneş bile, o kavurucu sıcağını tüm çöle yayan, suyu buharlaştıran, toprağı kurutan acımasız güneş bile, ona sevgi ile eğilir, ışınlarını ağacın üstüne yansıtmamaya çalışırmış. Ağaç, dibindeki hayvanların sevgisi çoğaldıkça büyür, büyüdükçe dallarını açar, yapraklarını kabartır, daha çok gölge yapmaya çalışırmış. Rüzgar da onu pek severmiş. Çölde köşe bucak dolaşıp, kumları öfkeyle bir yerden ötekine savurup duran rüzgar bile, ağacın çevresine gelince yumuşar, gölgesinde uyuklayan hayvanları serinletmeye çalışırmış. Hafif hafif estikçe, ağaç da yapraklarını sallar, çöl sıcağını uzaklaştırırlarmış el birliğiyle.
   Çöl ortasındaki Sevgi Ağacı, gölgesinde yaşayan hayvanların sevgi ve mutluluğu ile beslenip büyürken, gölgesindeki hayvanları da mutlulukla doyururmuş. Ağacın gölgesinde kedi ile fare kucak kucağa uyurken, köpekler kedilerin tüylerini yalarmış.    Ağacın gölgesi büyüdükçe, altında daha çok hayvan barınır olmuş. Ağacın yaprakları büyüdükçe kalp biçimini alıyor, sevgi ile çarpıyormuş "pıt, pıt" diye.
   Bir gün, tüm havyanlar Sevgi Ağacı'nın gölgesinde mutluluk içinde yaşayıp giderken, uzaktan bir tilkinin kumlar üzerinde sürünerek ağaca doğru geldiğini görmüşler. Hepsi birden el etmişler tilkiye, "Çabuk yürüsün, ağacın gölgesine sığınsın" diye. Tilki tam ağaca yaklaşacağı sırada, sıcak çöl güneşi onun tüm gücünü emivermiş. Zavallı tilki, bitkin bir durumda kumlar üzerinde serilip kalmış boylu boyunca. Hemen üç küçük çöl faresi, kumların arasında yuvarlana yuvarlana, ölmek üzere olan tilkiye koşmuşlar. Kuyruğundan ve ayaklarından çekiştire çekiştire, ağacın gölgesine taşımışlar onu bin bir güçlükle. Tilki kendinden geçmiş bir durumda, ağacın gölgesinde hareketsiz yatarken, tüm hayvanlar sevinç çığlıkları atmışlar: "Yaşasın tilkicik kurtuldu" diye.
   Hepsi de Sevgi Ağacı'nın gölgesinin tilkiyi iyi edeceğini, bitkin ve baygın yatan tilkinin bir süre sonra kendine geleceğini biliyorlarmış. Sevgi Ağacı, çevresindeki hayvanların düşündüklerini doğrularcasına, kalp biçimindeki yapraklarını eğmiş tilkinin üzerine. Dallarını ve yapraklarını sallamış, serinletmiş sıcaktan bitkin düşen tilkiyi. Sonra rüzgar yardıma gelmiş. En yumuşak okşayışı ile serin serin üflemiş tüylerini.    Diğer hayvanlar sevinç gösterisini sürdürmüşler, "Ağaç daha çok beslensin, tilkiyi kurtarsın" diye. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüşmüşler, "Yapraklara renk gelsin, pıt pıt kalp gibi çarpsın" diye. Sevgi ve mutluluk ilacını alan tilki, yavaş yavaş kendine gelmeye başlamış. Önce soluk almış derinden. Ciğerlerine sevgi ve mutluluğu çekmiş bir nefeste. Kanı ısınmış. Kuyruğunu sallamış mutlulukla. Ayaklarını oynatmış yavaşça. Kendine gelip gözlerini açınca, çevresinde oynaşan, mutluluk çığlıkları atan hayvanlara bakmış gülümseyerek. Sevgi Ağacı onu iyileştirip, eski gücüne yeniden kavuşunca, kendine gelmiş ve birden ayağa kalkmış. Şöyle bir gerindikten sonra silkinmiş. Tüylerine yapışmış çöl kumlarını temizlemiş daha güzel görünmek ve rahatlamak için. Kumlardan arındıktan, Sevgi Ağacı'nın gölgesinde mutluluğu kana kana içip, kendine geldikten sonra, tüm hayvanlara teşekkür etmiş, yardımlarını esirgemeyip, kendisini hayata döndürdükleri için. Ama tilki bu rahat durur mu? Hayvanların arasında dolaştıkça sinsi sinsi, birinden aldığını diğerine, bire bin yalan katıp, aktarmaya başlamış. Hayvancıklar eskisi gibi birbirlerini sevgi ile okşayacaklarına, birbirlerine hırlamaya başlamışlar. Dişlerini gösterip, bir diğerini kovalamışlar düşmanca. Onların birbirlerine kızıp hırlamaları tilkiyi pek sevindirmiş. Sinsice gülmüş: "Yaşasın, aralarındaki dostluğu yıktım" diye.
   Dostluk ve sevgi yıkılıp, hayvanlar birbirlerine düşünce, birlikteliklerinden doğan güçleri kalmayacak, tilki de bir yolunu bulup, tek tek tuzağa düşürüp yiyecekmiş hayvanları. Kurgusunu sinsice uygularken düşünememiş Sevgi Ağacı'na zarar verdiğini. Hayvanların birbirlerine olan sevgisi ve güveni azalınca, ağaç beslenemez olmuş. Önce yaprakları küçülmüş, mutluluk suyunu içemediği için. Sonra güneşin yakıcı ışınlarına engel olamamış. Küçülen yaprakların arasından sızan ışınlar, gölgesini azaltmış. Barış yok olmuş. Barışın yerini korku ve kuşku almış. Kuşlar dallar arasında kaçışıp durmuşlar, tilkinin tuzağından kurtulmak için. İçlerine bir korkudur girmiş. Korkan kuş ötebilir mi? Susmuşlar hepsi de. Sevgi olmayınca güçsüz kalan ağacın dalları zayıflamış, yaprakları dökülmüş süzülerek. Rüzgar da yardım edemez olmuş ağaca. Sıcak kumlar üflemiş gölgesine.
   Tüm hayvanlar, kum fırtınalarından korunmak için kovuklara sinmişler, birbirlerinden uzak. Kaçışan, kovalanan hayvanlar varmış ağacın tükenmek üzere olan gölgesinde... Bu duygusal yıkımı gören üç küçük fare bir kenara çekilip, aralarında bir plan yapmışlar, diğer hayvanlar görmeden, kimse ne yapmak istediklerini bilmeden, tilki duymadan. Bir gün tilki sıcakta uyuklarken miskin miskin, yanına yaklaşmışlar sessizce. Zayıflamış gölgeden sürükleyerek, kızgın çöl kumunun üzerine taşımışlar tilkiyi uyandırmadan. Sıcak çöl güneşi durur mu? Hemen atılmış tilkinin üzerine. Daha önce yarım kalan işini bitirmiş. Almış tilkinin tüm gücünü. Sıcak çöl güneşi tilkinin gücü ile doyarken, üç küçük fare, zayıflamış gölgenin altında duran diğer hayvanlara seslenmişler. Aralarındaki kavgaya son vermelerini, yoksa sevgi ağacının tümüyle güçsüz kalacağını, kendi sonlarının da tilkininkinden pek farklı olmayacağını anlatmışlar dilleri döndüğünce. Önce hayvanlar homurdanmış ve farelerin sözlerine kulak asmak istememişler, ama her an gücü tükenen Sevgi Ağacı'nın acı dolu yakarışları ve ağlayarak dökülen yapraklarını görünce çaresiz boyun eğmişler söylenenlere. Birbirlerine sarılıp özür dilemişler. Eskisi gibi barış, sevgi ve mutluluk içinde yaşamak istediklerini dile getirmişler ağlayarak. Utanç gözyaşları oluk oluk aktıkça, birbirlerine duydukları kini temizlemiş kalplerinden. Sonra, kıpır kıpır çarpıntılarla sevgi yeniden filizlenmiş. Çiçekler açmaya başlamış kalplerde. Gülmüşler olanlara, kurnaz tilkinin yaptıklarını düşünüp. Kuşlar da ötmeye başlamışlar mutluluğu müjdeleyerek. Aralarındaki sevgi yeniden yeşerince, Sevgi Ağacı da susadığı mutluluktan içmiş kana kana. Böylece Sevgi Ağacı yeniden canlanıp büyümeye başlamış. Hem de eskisinden daha güçlü ve daha görkemli olmuş... Yaşamları eski günleri aratmayıp daha da iyi olunca tüm hayvanlar bir araya gelmişler. Bir tanecik Sevgi Ağacı'nı korumak istemişler. Onu her yere yaymak için kuşlar görevlendirilmiş. Kuşlar sevgi ağacının tohumlarını uçurup, her gittikleri yere dikeceklermiş. Böylece, Sevgi Ağacı bir yerde solup, yok olmaya yüz tutsa da, bir başka yerde büyümeye devam edebilecekmiş. Sevgi Ağacı'nı olası tehlikelerden uzak tutmak ve onu daha güvenle büyütmek için, görünmez yapmaya karar vermişler. Kuşlar, görünmeyen Sevgi Ağacı tohumlarını, dünyanın her yerine yaymışlar. Zamanla her yerde Sevgi Ağaç'ları büyümüş, kocaman yaprakları, upuzun dallarıyla birbirlerini kucaklamışlar, "Tüm sevgiler ve mutluluklar birleşsin, birbirlerinin gücüne güç katsın" diye.
Dünya üzerinde bir yerlerde, kuyruğunu sallayan köpeğe sevgi ile yaklaşıp, onun tüylerini okşayan birisini görürseniz, bilin ki oralarda Sevgi Ağacı vardır. Dallarını eğmiş, kalp biçimdeki yapraklarıyla sevgi pınarından içiyordur. Sevgi Ağacı'nı, el ele gezen, birbirlerini seven, kucaklayıp öpen insanların arasında da görebilirsiniz. Onların sevgisi ile beslenip, mutluluk gölgesi altında onları koruyordur. Sevgi Ağacı'nı göremezseniz, hemen utanç gözyaşları ile kalbinizdeki kini ve kötülükleri yıkayın. Kalbinizde sevgi filizleri açılsın. İnsanları, hayvanları ve doğayı sevin. O zaman her yerde yemyeşil Sevgi Ağaç'larını görürsünüz. Sizi yakıcı güneşten, tilkinin sinsi kurnazlıklarından korumaya çalışır. Size sevgi ve mutluluğun gölgesini, serinliğini sunar. Onun gölgesinde, doğal sevginin mutluluğu ile yaşarsınız sonsuza değin.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 08 Eki 2016 19:22:50
Serçe ile Avcı

Vcının biri bir gün bir serçe avlar, serçe dile gelerek avcıya "Bana ne yapmayı düşünüyorsun" diye sorar, avcı serçeye " seni kesip yiyeceğim" cevabını verir.
Bunun üzerine serçe avcıya "vallah,, benim etim ne kahvaltılık olur, ne de karın doyurur. Fakat eğer beni salıverecek olursan sana üç şey öğretirim, onlar etimi yemekten daha çok işine yarar. Kabul edersen bu üç şeyin ilkini şimdi elinde iken, ikincisini elinden uçup karşıdaki ağaca konuncai üçüncüsünü de ağaçtan uçup önümüzdeki tepeye varınca söyleyeceğim" der.
Kuşun teklifine avcının aklı yatar, onu salıvermeye karar verir, "öğreteceğin ilk şeyi söyle bakalım" der. bunun üzerine kuş avcıya "elinden kaçan fırsatlar için hayıflanma" der. Avcı kuşu salıverir. Uçup karşı ağacın bir dalına konunca da ikinci şeyi öğretmek üzere "olmayacak şeye inanma"der. Bu sözlerden sonra kanatlanan kuş avcının önündeki bir tepeye varıp konar, oradan avcıya şöyle der. Ey Bedbaht adam:"Eğer beni kesmiş olsaydın kursağımdan her biri yirmi miskal ağırlığında iki inci çıkaracaktın"der.
Bu sözleri duyan avcı kaçırdığı fırsat karşısında hayıflanarak dudaklarını ısırır. Artık elinden bir şey gelmeyeceği için kuşa "üçüncüyü söyle" der.
Kuş avcıya "Sen ilk iki nasihatimi unuttun üçüncüsünü sana nasıl söyleyeyim ben sana"kaçırdığın fırsatlar için hayıflanma" demedim mi? Oysa sen daha az önce beni elinden kaçırdın diye hayıflanıverdin. "Yine ben sana "olmayacak şeye inanma" demedim mi? Benim etim, kanım ve tüylerimin hepsi tartılsa yirmi miskal çekmez, kursağımda her biri yirmi miskal ağırlığında iki inci nasıl olabilir?" der. ve uçup gözden kaybolur.
Bu hikayenin özü şudur:İnsanoğlu, kendisini aşırı tamahkarlığa kaptırınca basireti kapanarak gerçeği idrak edemez oluyor ve olmayacak şeyi olabilir gibi görüyor.
 

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 08 Eki 2016 19:23:12
SEVGİ

Otobüs yolcuları elinde beyaz bir baston taşıyan genç ve güzel kadının otobüse binisini içten gelen bir sempati ile izlediler..
   Basamakları geçti. Bos olduğu söylenen koltuğu el yordamı ile buldu. Oturdu.. Çantasını kucağına aldı. Bastonu koltuğa yasladı. 34 yaşındaki Susan, bir yıldır görmüyordu. Bir yanlış teşhis sonucu görmez olmuş, birden karanlık bir dünyanın içine düşmüştü. Öfke.. Kızgınlık.. Kendine acıma..
Hayatta tek dayanağı artık kocası Mark'tı.. Mark hava kuvvetlerinde subaydı. Susan'ı bütün kalbi ile seviyordu. Susan gözlerini kaybedince, Mark karısının içine düştüğü umutsuzluğu hemen farketmişti. Ona yeniden güç kazanması, kaybettiği kendine güvene yeniden sahip olması için yardim etmeliydi. Susan gene kendi kendine yeterli olduğuna inanmalı, kimseye bağımlı olmadan yasayabilmeliydi.
Sonunda Susan'ı isine dönmeye ikna etti. Peki ama evden işe nasıl gidecekti?.. Genelde otobüsle giderdi. Ama simdi koca kenti bir uçtan ötekine tek başına geçmekten korkuyordu. Mark her sabah onu arabası ile ise bırakmayı önerdi. Kendi isi tam aksi yönde olduğu halde.. İlk günler Susan kendini rahat hissetti. Mark da,
"Görmüyorum, artık hiçbir ise yaramam" diyen karısını çalışmaya başlattığı için mutluydu. Ama bir süre sonra Mark işlerin iyi gitmediğini farketti. Başkasına bağımlı yaşamın Susan'ı mutlu etmesi mümkün değildi. İşe eskiden olduğu gibi kendi başına otobüsle gitmeliydi. Ama Susan hala o kadar hassas, o kadar kırılgan, o kadar öfkeliydi ki.. Ne yapabilirdi?.. "Otobüs" lafı ağzından çıkar çıkmaz, Susan öfkeyle haykırdı..
"Nasıl yaparım?.. Görmüyor musun ben körüm!.. Nerde olduğumu nerden bilirim, nereye gittiğimi nasıl anlarım.. Galiba sana ağır gelmeye başladım, beni başından atmaya çalışıyorsun.."
Duydukları Mark'ın kalbini fena halde kırdı. Ama ne yapacağını biliyordu..
"Her sabah ve aksam otobüsünü arabamla takip edeceğim. Sen bu yolculuğu tek başına yapmaya hazır olana dek sürecek bu.."
Tam iki hafta Mark, Susan'ın otobüsünün arkasından gitti.. İki hafta boyu karısına görme dışındaki duyularını nasıl kullanacağını anlattı. Özellikle duymanın pek çok sorunu çözeceğini izah etti. Kulakları ona nerede olduğunu söyleyebilirdi. Yeni yaşam tarzına alışmasına yardımcı olabilirdi. Otobüs şoförü ile ahbap olursa, her şey kolaylaşır, şoför her gün ona önde bir yer bile ayırırdı.
Nihayet Susan, yolculuğu tek başına yapmaya hazır olduğunu hissetti.
Pazartesi sabahı geldi.. Ayrılırken, otobüsünün geçici eskortu kocasına, hayattaki en büyük dostuna sarıldı.. Gözleri yaşla doluydu Susan'ın.. Kocasına öyle teşekkürle doluydu ki.. Onun sabrı, sadakati, desteği ve sevgisiyle umutsuzluk uçurumundan nasıl çıkmış, nasıl yeniden hayata dönmüştü.. "Allahaısmarladık" dedi kocasına ve uzun zamandan beri ilk defa ters yönlerde yola çıktılar. Pazartesi.. Salı.. Çarşamba.. Her gün mükemmel geçti Susan için.. Kendini hiç bu kadar iyi hissetmemişti. Yapıyordu.. Başarıyordu.. Tek başına başarıyordu.. Kendi kendine gidip gelebiliyordu iste..
Cuma sabahı, Susan her günkü gibi otobüse bindi.. Ofisinin karşısındaki durakta inerken bilet parasını uzattı şoföre.. "Sizi kıskanıyorum bayan" dedi, şoför..
Susan şoförün başkasına hitap ettiğini düşündü.. Bir körün gıpta edilecek nesi olabilirdi ki?.. "Neyimi kıskanıyorsunuz benim" diye sordu şoföre..
"Sizin kadar sevilmek, sizin kadar şefkat ve sevgiyle korunmak çok hoş bir duygu olmalı bayan" dedi şoför..
"Nasıl yani" dedi, Susan.. "Bir haftadır, her sabah yakışıklı bir subay kösede duruyor ve siz otobüsten inene kadar izliyor. Yolu kazasız geçmenize bakıyor, ofisinize girene kadar oradan ayrılmıyor. Sonra size bir öpücük yolluyor, elini sallıyor ve yürüyüp gidiyor. Siz çok talihli bir kadınsınız bayan.."
Mutluluk göz yaşları Susan'ın yanaklarından akmaya başladı. Ve birden hatırladı.. Mark'ı hiç görmüyordu ama, bir haftadır yanında olduğunu hem de öyle kuvvetli hissediyordu ki..
Talihli, gerçekten çok talihli idi. Öyle bir armağan vermişti ki ona hayat, görmekten daha değerliydi.. Bu armağanın varlığına inanması için görmesi gerekmiyordu. Sevginin aydınlatmayacağı hiçbir karanlık yoktu çünkü..

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.353
  • 28.795
  • 227.353
# 08 Eki 2016 20:16:16
Günahını Örteceğini Mi Zannettin | Bir Kıssa Bin Hisse
Hazret-i Ömer-Radıyallâhu Anh- bir gece Medîne sokaklarında geziyor, şehri teftiş ediyordu. Evinde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitti. Duvardan atlayıp yanına vardığında adamın yanında bir câriye ve içki bulunduğunu gördü. Ona:
“‒Ey Allâh’ın düşmanı! Sen mâsiyet üzere iken Allâh’ın senin günahını örteceğini mi zannettin?” diye çıkıştı.
Adam:
“‒Ey Mü’minlerin Emîri, bana kızmakta acele etme! Ben Allâh’a karşı bir defa isyân ettiysem, sen üç defa âsî oldun:
Birincisi; Cenâb-ı Hak «Tecessüste bulunmayın!» (el-Hucurât, 12) buyuruyor, sen tecessüste bulundun!
İkincisi; Allah Teâlâ «Evlere arkalarından girmeniz, hayırda ileri gitmek değildir!» (el-Bakara, 189) buyuruyor, sen duvardan atlayıp bana baskın yaptın ve evin arkasından izinsiz girdin!
Üçüncüsü de; Allah Teâlâ «Ey îmân edenler! Kendi odalarınızdan başka odalara, sahiplerine geldiğinizi fark ettirip (izin alıp) selâm vermeden girmeyiniz!» (en-Nûr, 27) buyuruyor, sen ise selâm vermeden girdin!” dedi.
Hazret-i Ömer -Radıyallâhu Anh-:
“‒Seni affedersem hâlini düzeltir misin?” diye sordu.
Adam:
“‒Evet, vallâhi ey Mü’minlerin Emîri! Eğer beni affedersen, bir daha böyle günahlara kesinlikle dönmem!” dedi.
Hazret-i Ömer -Radıyallâhu Anh- da onu affetti ve evden çıkıp gitti.
Rasûlullah-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kim arkadaşının ayıbını örterse, Allah da kıyâmet günü onun ayıbını örter. Kim de müslüman kardeşinin ayıbını açığa vurursa, Allah da onun ayıbını açığa vurur. Hattâ evinin içinde bile olsa, onu ayıbıyla rezil eder.”
Kaynak ; İbn-i Mâce, Hudûd, 5

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.353
  • 28.795
  • 227.353
# 09 Eki 2016 08:09:58
AZGIN BİR ARSLAN

Uçsuz bucaksız bir ormanda azılı bir arslan yaşamaktaydı. Onun yaptığı zulümlerden dolayı ormandaki bütün hayvanlar korku içindeydiler. Zira hiç ummadıkları yer ve zamanlarda o azılı arslan, hayvanlara çeşitli pusular kuruyor ve canlarına kastediyordu. Nihayet hayvanlar, böyle tedirgin yaşamaktansa bir çare aradılar. Aralarından bir heyet seçerek arslana gönderdiler; “–Ey ormanların şâhı!.. Her gün içimizden birini yakalıyor, yiyorsun! Fakat bu zahmet niye? Sen ormanların kralısın; tahtında otur, biz sana her gün içimizden birini yollarız, sen de rahatça yersin! Böylece, biz de, sen de huzur içinde ömrümüzü geçiririz!..” dediler.

Arslan baştan kabûle yanaşmadıysa da sonunda yapılan teklifin câzibesine kapılarak râzı oldu. Artık her sabah bir hayvan kendi ayağı ile gelip arslana teslim olmaya başladı. Günlerden bir gün, sıra tavşana geldi. Ancak tavşan işi ağırdan aldı, pek aldırmadı. Bunu gören hayvanlar telâşa kapıldılar ve onu azarladılar. Tavşan ise bir hile ile hem kendisini, hem de bütün hayvanları kurtaracağını söyledi. Tavşanın bu cesareti karşısında hayrete düşen hayvanlar, işin sırrını öğrenmek istedilerse de; tavşan sırrını sakladı ve yola düştü.

Bu sırada arslan, hışımla kükreyip duruyordu. Tam bu esnâda akıllı tavşan çıkageldi. Açlıktan ateş püsküren arslan kükredi:

“–Nerede kaldın?”

Tavşan, yalancı bir telâşla önce terlerini sildi. Sonra da arslanı kendisinin suçsuz olduğuna inandırmak için tabiî görünmeye çalışarak; “–Aman sultanım, ben saygıda kusur etmedim. Lutfederseniz özrümü bildireyim!” diyerek anlatmaya başladı:

“–Ben kuşluk vakti yola çıkmış, geliyordum. Yanımda bana yoldaş olması için bir tavşan daha vardı. Fakat birdenbire karşımıza bu âna kadar hiç görmediğimiz bir arslan çıkıverdi. Bu kulunuza ve huzûrunuza gelmekte olan diğer arkadaşıma saldırdı, her ikimizin de canına kastetti. Ben hemen ona; «–Biz padişahlar padişahının kullarıyız, bize dokunma!» dedim.

Fakat o âsî arslan, bizi serbest bırakıp sizden özür ve af dileyeceği yerde, müthiş bir hiddetle kükredi ve haddini bilmeyerek; «–O da kim oluyor? Bu ormanların padişahı benim!» dedi. Sonra küstahlıkta daha da ileri giderek arkadaşımı rehin aldı ve bu durumu, yani meydan okuyuşunu bildirmem için beni size gönderdi. Ey padişahlar padişahı! Arkadaşım benim üç mislimdi, semiz ve güzeldi. Fakat bundan sonra, o yol kapandı. Bundan sonra ya sana gönderilen günlük nafakadan ümidini kes, ya da o korkusuz arslanı ortadan kaldırıp bizim yolumuzu aç!”

Bütün bunları hırs ve sabırsızlıkla dinleyen arslanın öfkesi büsbütün başına vurdu:

“–Kim bu küstah!?. Bu ormanda yalnız benim hükmüm geçer. Kimmiş o, çabuk söyle!?.” dedi.

Tavşan durumdan memnun, öteki arslanı elinden geldiği kadar mübâlâğalı bir şekilde anlatarak azılı arslanın haysiyetini son derece tahrik etti. Nihayet arslan dayanamayıp; “–Düş önüme, göster şu alçağı da onun da, onun gibi yüzlercesinin de cezasını vereyim! Şayet yalan söylüyorsan, elbette senin hakkından gelirim…” diye kükredi. Birlikte yola düştüler. Tavşan, önceden nişan koyduğu bir kuyuya doğru yürümeye başladı. Zîrâ bu derin kuyuyu arslanın canına tuzak olarak seçmişti. Kuyuya yaklaşınca biraz geride kaldı. Kızgın arslan hemen uyardı; “–Niçin ayak sürüyorsun? Geri kalma, haydi önüme düş!” dedi. Tavşan da; “–Sultanım, o arslan önümüzdeki kuyunun içinde! Ben yaklaşamam, bir kere o ateşten, yüreğim iyice yandı!..” dedi.

Arslanın hırs ve gazabı son haddine vardı. Tavşana; “–Korkma, ilerle! Benim pençelerimin açacağı yara, ona ölümün kahır tokadı olacak!..” diyerek onu yanına aldı ve hışımla kuyunun ağzına yaklaştı. İçine baktığında suda kendisinin ve tavşanın aksini gördü. Hemen hırlamaya başladı, kuyudaki aksi de hırladı. Tavşan bu fırsatı da güzel değerlendirdi; “–Görüyor musunuz sultanım? Size nasıl da meydan okuyor.” dedi.

Arslanın gözleri döndü; “–Bir diyarda iki sultan olamaz, parçalamalıyım onu!” diye mırıldandı. Ardından da; “Gümm!..” diye kuyuya atladı. Böylece hayvanlara yaptığı zulümlerin hazin âkıbetine uğradı. O zulümler, ona kahr-ı ilâhînin pençesinde bir ölüm çukuru oldu. Firâsetli tavşan da, yemyeşil çayırlarda seke seke hayvanlara kurtuluşlarını müjdeledi. Daha evvel kendisini hafife alıp kınamış olanlar, bu defa etrafında halka oldular. Onu mum gibi ortaya aldılar. Hürmet gösterdiler ve dediler ki:

“–Sen gökten inmiş melek misin? Yoksa arslanların Azrâil’i misin? O zâlimi hangi hile ile yenebildin?”

Tavşan da şöyle cevap verdi:

“–Bu Allâh’ın bir lutfudur. Yoksa bir tavşan kim oluyor ki, böyle bir iş yapabilsin! Ben sadece Allâh’a tevekkül ettim de Rabbim, bana o arslana karşı koluma kuvvet, gönlüme nûr ihsân etti. Bunlar da bana cesaret ve şecâat verdi. Aklımı kullanmayı, yani ince düşünüşü öğretti. Böylece bende o azılı arslanı dize getirebilecek ilâhî bir kudret hâsıl oldu da o zâlime boyun eğmeyip canımı kurtarmaya muvaffak oldum; selâmete ulaştım.”

alıntıdır.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 09 Eki 2016 19:23:45
HAYATIMDAKİ EN İYİ ÖĞRETMEN

   Bu, çok yıllar önce bir ilkokul öğretmenin başından geçen bir hikayedir. Adı Bayan Thompson'du. Ve 5.sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün
onlara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi.
   Bu mümkün değildi, çünkü orada ilk sırada, sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı. Adı Teddy Stoddard.
   Bir önceki yıl, Bayan Thompson, Teddy'yi gözlemiş, onun diğer çocuklarla
oynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü. Ve, Teddy mutsuz da olabilirdi.
   Çalıştığı okulda Byan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti. Ve Teddy'nin bilgilerini en sona bırakmıştı.
Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı.
   Çünkü birinci sınıf öğretmeni: "Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve
çok iyi huylu... ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı.
   İkinci sınıf öğretmeni: "Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor.." diyordu.
   Üçüncü sınıf öğretmeni: "Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek." diye yazmıştı.
   Dördüncü sınıf öğretmenine gelince: "Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti.
   Şimdi Bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Ve öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış süslü kurdelelerle paketlenmiş Noel hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin armağanı kaba kahverengi bir kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı.
   Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi. Bazıları paketten çıkan bazı taşları düşmüş ve sahte taşlardan yapılmış bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı.
   O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek "Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi.
   Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vazgeçerek onları
eğitmeye başladı.
   Teddy'ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekasının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu. Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına karşın Teddy onun en sevdiği öğrenci olmuştu.
   Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy'dendi. Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu.
   Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti.O notta liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve Bayan Thompson'un hala en hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu.
   Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy'den. O arada zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarf etmesi gerektiğini yazıyordu. Ve Bayan Thompson hala onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi.
   Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Ve çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve hala Bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi. Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu. Theodore F.Stoddard Tıp Doktoru.
   Bu hikaye burada bitmedi. Sonra ilkbaharda bir mektup daha aldı Bayan Thompson. Teddy hayatının kızıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Ve babasının birkaç yıl önce öldüğünü ve Bayan Thompson'un düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu, tabii ki oturabilirdi.
   Ve tahmin edin ne oldu? O törene giderken birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı ve tabii ki Noel'de Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu
söylediği parfümü de sürmeyi ihmal etmedi. Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy onun kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler Bayan Thompson, Beni önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için.." diye fısıldadı.
   Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Ben sana teşekkür ederim Teddy" dedi. "Sen yanılıyorsun. Ben sana değil, sen bana öğrettin. Seninle
karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 09 Eki 2016 19:24:25
HER İŞTE BİR HAYIR VARDIR

   Bir zamanlar Afrika’daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı.  İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:
   "Bunda da bir hayır var!"
   Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi:
   "Bunda da bir hayır var!"
   Kral acı ve öfkeyle bağırdı: "Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?"
   Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı. Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.    Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.    
   "Haklıymışsın!" dedi.
   "Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi"
   "Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı.
   "Bunda da bir hayır var"
   "Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral.
   "Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir"
   "Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi?"
   Ve sonrasını düşünsene?

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 09 Eki 2016 19:24:51
İÇKİ İÇMEK

   FAKİH anlatıyor:
   -Muhammed b. Fazl, Muhammed b. Cafer, İbrahim b.Yusuf, Kesir b. Hişam, Cafer b. Birkan, Zühri, Osman b. Affan (r.a) hazretlerini anlatıyor:
   -Bir gün kalktı; bize hutbe okudu. Bu hutbesinde şöyle dedi:
   - Ey insanlar, içki içmeyiniz. Çünkü içki kötülüklerin anasıdır. Sizden önce gelen ümmet abidlerinden biri mescitten dönüyordu. Karşısına kötü bir kadın çıktı Kadın hizmetçisine emir verdi; tutturdu. Kapıyı da kilitledi. Yanında bir şarap fıçısı, bir de küçük çocuk vardı.
   Kadın âbide şöyle dedi:
   - Biraz şarap içmeyince benden ayrılamazsın. Eğer şarabı içmek istemezsen bana saldıracaksın(benimle yatacaksın). Bana saldırmak istemezsen bu çocuğu öldüreceksin. Eğer bunlardan hiçbirini yapmazsan bağırırım. Gelenlere şöyle derim:
   -Bu adam evime zorla girdi. Senin doğruluğuna kim inanır ki? Ne dersen de.
   Adam şaşırdı. Kendi Kendine şöyle dedi:
   Bu kadına o işi yapamam. Hele bu çocuğu hiç öldüremem. Ve... şarabı içti. İçtikçe kadına:
   -Daha doldur dedi. Kadın doldurdu.
   Allah adına and içerek söylüyorum; şaraba kanmadı. İçtikçe içti. Sonunda hem kadına saldırdı hem de çocuğu öldürdü.
   Hz. Osman (r.a.) devam etti:
   - İçkiden kendinizi koruyunuz. Çünkü o, kötülüklerin anasıdır. Şunun bir gerçek olduğunu söylüyorum: iman ve içki bir kalpte durmaz. Birinin diğerini yok etmesinden korkulur.
   İçki içenin dilinden küfür kelimesi çıkabilir. Dili de o kelimeye alışırsa ölümü anında kafir gidince de cehennemde sonsuza kadar kalır. Sonra kulu imandan soyan, ölüm anındaki halidir.
   Bunun sebebi de hayatı boyunca işlediği günahlardır. Bu durumuna hasret ve pişmanlık duyar ama faydasızdır.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 09 Eki 2016 19:26:35
İKİ ARKADAŞ

   İki tane çok iyi arkadaş varmış. Bunlar üniversite yıllarında tanışmışlar. Okul bitince biri memleketine yani Mardin'e gitmiş, diğeri ise İstanbul'da kalmış.
   İstanbullu bir gün Mardin'e gitmiş arkadaşını ziyaret etmek için. Arkadaşının evinde kalırken binada bir kız görmüş. Arkadaşına sormuş ve o da onun komşunun kızı olduğunu söylemiş.İstanbullu geri
dönmek zorunda kalmış. Mardinli işi ayarlamış ve İstanbullu gelip o beğendiği kızla evlenmiş.
   Bir zaman sonra Mardin’linin işleri bozulmuş. Tek çare, otobüse atlamış ve durumu çok iyi olan arkadaşının yanına gitmiş. Şirketin kapısından girmiş ve doğruca sekretere çıkmış. Adını vermiş ve odaya girmek için hazırlanmış. Sekreter onu engellemiş ve patronun böyle birini tanımadığını söylemiş. Mardinli çıkmış dışarı. Battığına mı yansın, arkadaşından yediği kazığa mı yansın, dolanıp durmuş.
   Yolda bir ihtiyar bunu durdurmuş. Ne derdinin olduğunu sormuş. Önce bir şey söylememiş ama sonra bütün olayı anlatmış. Yaşlı adam,
"Ben yaşlıyım ve miras bırakacak hiç kimsem yok. Senin istediğin parayı ben vereyim sana. Ama borç olarak değil. Sanki benim oğlummuşsun gibi. Zaten hiç oğlum olmadı" demiş..
   Önce kabul etmemiş Mardinli, sonra ısrara dayanamamış. Memleketine dönmüş. İşlerini düzeltmiş ve ülkenin sayılı zenginleri arasına katılmış. Bir gün bir davete katılmak için İstanbul’a geçmiş. Orada eski arkadaşına rastlamış. Ne kadar kaçınsalar da bir araya gelmek zorunda kalmışlar. Ve aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:
   "O gün zor durumdaydım. Yanına geldim. Ama beni tanımazlıktan geldin. Niye?"
   "O gün benden çıktıktan sonra yaşlı bir adama rastladın değil mi?"
   "Evet. Sen nereden biliyorsun bunu?
   "O benim babamdı. Senin geldiğini duyunca durdum düşündüm.    Eğer sana borç verseydim. Ömür boyu karşımda boynu bükük kalacaktın. Bunun olmasını istemedim. Bu yüzden hemen peşinden babamı gönderdim. Babamın sana verdiği para benim paramdı.
   Mardinli şöyle bir durmuş ve "Yaa. Senin karın var ya"
   "Evet"
   "O da benim nişanlımdı"

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 09 Eki 2016 19:27:21
KAPI EŞİĞİNDEKİ MELEK
O sabah Ben, kuzenimin evine süt getirdiği zaman, her zamanki gibi neşeli değildi. Orta yaşlı, zayıf adamın konuşmak istemediği belliydi.

1962 Kasımının sonuydu ve Kaliforniya Lawndale’e yeni gelmiş biri olarak sütçülerin hala kapıya şişeler içinde süt getirdiklerini görmek beni sevindiriyordu. Kocam ve çocuklarımla beraber ev ararken kuzenimin evinde geçirdiğimiz haftalarda Ben’in şen konuşmasından hoşlanmaya başlamıştım.

Ama bugün tel taşıyıcıdan sütleri çıkarırken, çok hüzünlü görünüyordu. Hikayeyi ağzından almak için uzun ve dikkatli bir sorgulama yapmam gerekti. Utana sıkıla iki müşterinin borçlarını ödemeden şehirden ayrıldığını ve zararı kendisinin karşılaması gerektiğini anlattı. Müşterilerden birinin borcu sadece 10 dolardı, ama diğerinin 79 dolar borcu vardı ve yeni adresini bırakmamıştı. Ben faturanın bu kadar kabarmasına izin verecek kadar aptalca davrandığı için üzgündü.

“Tatlı bir kadındı, altı çocuğu vardı ve hamileydi. Her zaman ‘Kocam ikinci bir iş bulur bulmaz borcumu ödeyeceğim’ derdi. Ona inandım. Ne kadar da aptalmışım! İyi bir şey yaptığını sanıyordum, ama ağzımın payını aldım.”

Ona sadece “Çok üzgünüm” diyebildim.

Onu bir sonraki görüşümde daha da sinirliydi. Bütün sütünü içen pasaklı çocuklar hakkında konuşurken tüyleri diken diken oluyordu. Tatlı aile, bir yumurcak sürüsüne dönüşmüştü.

Tekrar üzüntümü dile getirdikten sonra konuyu kapattım. Ama Ben gidince kendimi onun sorununa kaptırmış olduğumu ve ona yardım etmeyi çok istediğimi farkettim. Bu olayın hoş bir insanı katılaştıracağından endişe ettiğim için bu konuda ne yapılabileceğini düşünmeye başladım. Sonra Yılbaşının yaklaştığını ve büyükannemin söylediği bir şeyi anımsadım: “Biri senden bir şey almak istediği zaman, bunu ona ver, böylece hiç soyulmazsın.”

Ben’in bir sonraki gelişinde 79 dolarlık zararı hakkında kendini daha iyi hissetmesi için bir yol bulduğumu söyledim.

“Hiçbir şey bana bu konuda kendimi iyi hissettiremez, ama yine de dinlemeye isterim.” dedi.

“Sütü kadına ver. Sütü ona ihtiyacı olan çocuklar için verdiğin için yılbaşı armağanı olarak kabul et.”

“Dalga mı geçiyorsun?” diye sordu. “Ben kendi karıma bile bu kadar pahalı bir yılbaşı armağanı almıyorum.”

“İncil’de, ‘Ben yabancıydım ve sen beni kabul ettin’ diye yazar.. sen de o kadını çocuklarıyla beraber kabul ettin.”

“Yani o beni aldatmadı mı? Sorun ne biliyor musun? O, senin değil, benim 79 dolarımdı.”

Konuyu kapattım, ama hala önerimin iyi olduğuna inanıyordum.

Eve geldiği zaman şakalaşıyorduk “Ona sütü hala vermedin mi?” diye soruyordum.

“Hayır,” diye cevabı yapıştırıyordu, “ama bir başka tatlı anne acıma duygularımdan faydalanmazsa, karıma 79 dolarlık bir armağan almayı düşünüyorum.”

Soruyu her sorduğumda biraz daha neşeleniyor gibiydi.

Yılbaşına altı gün kala beklediğim oldu. Ben yüzünde büyük bir gülümsemeyle ve gözleri parlayarak geldi. “Yaptım!” dedi. “Ona sütü yeni yıl armağanı olarak verdim. Kolay olmadı, ama kaybedecek neyim vardı ki? Nasıl olsa süt gitmişti, değil mi?”

Onun sevincini paylaşarak “Haklısın” dedim, “ama bunu yüreğinde gerçekten hissetmelisin.”
“Biliyorum ve hissediyorum” dedi. “Şimdi kendimi gerçekten daha iyi hissediyorum. Bunun için yılbaşlarını seviyorum. Benim sayemde o çocukların kahvaltı sofralarında bir süre süt oldu.”

Tatil geldi ve geçti. İki hafta sonra güneşli bir ocak sabahı, Ben neredeyse koşarak geldi. Gülümseyerek “Bunu duymalısın” dedi.
O gün bir başka sütçünün yerine, farklı bir güzergah izlediğini anlattı. Adının söylendiğini duymuş, omzunun üzerinden bakmış ve kendisine doğru elinde bir miktar para sallayarak koşa koşa gelen bir kadın görmüştü. Kadını hemen tanımıştı; bir sürü çocuğu olan o tatlı kadın, hani borcunu ödemeyen. İnce bir battaniye içinde küçük bir bebek taşıyordu.
“Ben, bekle bir dakika” diye bağırdı, “sana paranı vereceğim.”
Ben kamyonu durdurup aşağı indi.
Kadın “Özür dilerim” dedi, “sana paranı verecektim.” Kocası bir akşam eve geldiğinde daha ucuz bir daire bulduğunu söylemişti. Ayrıca bir gece işine girmişti. Tüm bu olanlar karşısında yeni adresini bırakmayı unutmuştu. “Ama para biriktiriyordum” dedi, “işte borcumun 20 doları.”
Ben “Tamam, sorun değil. Borcunuz ödendi” diye cevap verdi.
Kadın şaşkınlık içindeydi. “Ödendi mi? Nasıl yani? Kim ödedi?”
“Ben.”
Kadın ona bir meleğe bakıyormuş gibi baktı ve ağlamaya başladı.
Ben öyküsünü bitirdiğinde “Peki sonra ne yaptın?” diye sordum.
“Ne yapacağımı bilemedim. Elimi omzuna koydum. Daha ne olduğunu anlamadan ben de ağlamaya başladım. Neden ağladığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Sonra bütün o çocukların kahvaltı masasında sütleri olduğunu düşündüm ve ne oldu biliyor musun? Beni buna ikna ettiğin için gerçekten memnun oldum.”
“20 doları almadın mı yani?”
Ben kızgınlık içinde “Elbette hayır” dedi, “ona sütü yılbaşı armağanı olarak vermiştim ya!”


Shirley Bach

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 09 Eki 2016 19:28:00
KÖPEK İLE TAVŞAN

   Köpeği ile yaşayan bir genç İstanbul’da bir bahçe katı daire kiralar. Dairenin önünde bir teras vardır. Yan dairede de ev sahibi yaşlı kadın ve oğlu oturmaktadır. İki dairenin teraslarından birbirine geçilebilmektedir.
   Kiracı genç taşınırken ev sahibinin oğlu kiracıya şöyle der:
   "Köpeğinize ne olur dikkat edin, annemin tavşanına bir şey yapmasın. Annem yaşlı, o hayvana da çok bağlandı, tavşana bir şey olursa yasayamaz. Tavşanın kafesi terasta duruyor, aman dikkat"
   Kiracı da dikkat edeceğini söyler.
Gel zaman git zaman, köpek ve tavşanın birbirileri ile hiçbir sorunu olmaz, beyaz tavşan da iyice büyür. Tavşan bazen kafesinde duruyor, bazen de terasta dolaşıyordur.
   Bir gece köpek ağzında bir şey ile sahibinin yanına gelir. Sahibi bir de bakar ki köpeğin ağzındaki şey ev sahibinin beyaz tavşanı, ama ölü ve çamur içinde!
Kiracı paniğe kapılır, ölü tavşanı alıp bir güzel yıkar, tüylerini saç kurutma makinesi ile kurutup kabartır ve usulca yan terasa süzülüp tavşanı kafesine bırakır. O gece, suç üzerine kalacak korkusu ile köpeği alıp annesine gider.
   Bir hafta sonra döndüğünde ev sahibinin oğlunu görür. Genç kederlidir. Kiracı tedirgin tedirgin ne olduğunu sorar. Ev sahibinin oğlu cevap verir:
   "Siz yoktunuz tabi, bilmiyorsunuz... annem vefat etti...".
   Kiracı suçlulukla yutkunarak sorar: "Başınız sağ olsun, nasıl vefat etti anneniz?". Ev sahibinin oğlu cevap verir:
   "Tavşanı beslemeyi unutmuşuz, hayvancağız ölmüş. Annemle birlikte tavşanı bahçeye gömdük. Ertesi sabah annem tavşanı hortlamış, kafesinde görünce kalbi dayanmadı zavallının…"

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 10 Eki 2016 20:09:14
İKİ ELMA
Tarih 12 eylül ihtilalinin hemen sonraları...
Bir çok devlet kurumunun başında halen
asker kökenli insanlar bulunuyor.
Kayseri’ nin o zamanlar merkez köyü olan
şimdilerde metropol Melikgazi ilçesine
bağlı Nize köyü ve zamanın muhtarının
köye getirmeye çalıştığı telefon
santralinin bir hikayesidir bu aslında.
Muhtar defalarca müracaat etmesine rağmen
bir türlü köyüne telefon santrali getirilmesini
sağlayamamıştır. Ufak bir yer olduğu için de
konunun dedikodusu çok olmaktadır.
Köyün en büyük özelliği de insanlarının genelde
hep başka şehirlerde yaşıyor olmasıdır. İnşaat
ustalarının bol olduğu bir yöredir aynı zamanda.
Ve muhtar son bir umutla valizini hazırlamaya
başlar. Köyde yapılan dedikoduya bir son
verecektir artık. Ankara’ya gidecek,
gerekirse Genel müdürlükte yatacak
ama santrali getirecektir köye.
Valizini hazırladığını gören annesi,
iki elma uzatır muhtar oğluna.
“Al oğlum! Şu iki elmayı da yanına koy.”
Almak istemez muhtar, “git işine anne”
diyecek olur. Sonra, kalbi kırılmasın
diye alır elmaları valize koyar.
Ve çıkar yola; Ankara'ya zamanın
PTT Genel Müdürlüğüne varır.
Genel müdürlükteki bir çok personel,
gide gele orayı su yolu yapan
muhtarı tanımaktadır artık.
Özel kalemden eski bir asker emeklisi olan
genel müdürle görüşmek için randevu ister.
Genel müdür, muhtarın tekrar tekrar gelişinden
oldukça rahatsızdır. Kabul etmek istemez.
Epey bir müddet bekletir kapıda. Nihayet
odasına kabul ettiğinde yüksek bir sesle kızar
muhtara ; “Niye geldin yine muhtar, sen
olmazdan anlamaz mısın kardeşim?” diyerek
azarlar muhtarı. Muhtar ise; “Efendim bu benim
için çok önemli bir şey, köy halkına söz verdim,
santrali almadan gitmeyeceğim buradan. Aha bak,
valizimle geldim. Gerekirse burada yatacağım.”
Daha bir sinirlenen genel müdür; “Kardeşim sen
yoktan anlamaz mısın? Yok diyoruz sana yok...
Haydi, çıkar cebinden bana bir elma ver !”
Genel müdürün maksadı işin olmazlığını
izah etmektir. Muhtar güler, tam o sırada aklına
annesinin alması için ısrar ettiği iki elma gelmiştir.
Hemen valizini açar ve elmanın birisini
genel müdürün önüne koyar, diğerini de
kendisi yemeye başlar. Genel müdür
hayretler içindedir, hemen telefona sarılıp
Kayseri PTT Başmüdürünü arar;
“Aloo, şu an Nize köyü muhtarı yanımda,
bu adam Kayseri'ye varmadan köyüne
santral gidecek ! Muhtar Kayseri'ye
geldiğinde telefon edecek ve köyü ile
görüşme yapabilecek... Aksi takdirde
hiç birinizi orada görmek istemiyorum...”
Muhtar neşe içinde döner köyüne ve
giderken ısrarla: "Şu iki elmayı da yanına al !"
diyen annesinin eline sarılır, öper, öper, öper...

Mümtaz Beğen


 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK