İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.215
  • 28.776
  • 227.215
# 14 Tem 2016 20:09:31

Gençliğin sırrı (Evli olan ve Evlenecekler icin İbretlik Kısa Bir Hikaye..) Mumsema Gençliğin sırrı !!!


Evvel Zaman içinde Memleketin Birinde 90 yaşlarında fakat çok dinç ve gençgörünümlü bir adam yaşarmış? Çevresinde bulunan herkes ona çok özenir vesorarlarmış;bu gençliğin sırrı nedir; diye İhtiyar delikanlı güler geçermiş her soruldukça bu soruya Ama Sorular sık , soranlar çoğalınca cevap vermek vacip olmuş sanki
Düşünmüş nasıl anlatırım bu sırrımı kolayca herkese Sonra karar vermiş
tüm meraklıları yemeğe davet etmeye evine
Bu davette size sırrımı açıklayacağım demiş Herkes merakla davete gelmiş Yemekler yenilmiş, içilmiş, sohbetler edilmiş vakit iyice gecikmiş Ama gençlik sırrı ile ilgili tek kelam edilmemiş Herkes konu ne zaman açılacak diye merek ederken Adamcağız huri gibi sevimli hanımına seslenmiş:
Hatun, şu kilerde bir karpuz var getirir misin bize sana zahmet!Hanım hemen doğrulmuş kilere giderek kaş ile göz arasında bir karpuz getirmiş Adamcağız şöyle eliyle bir vurmuş tık tık diye sonra da: Bu olmamış hanım, güzel çıkmayacak, başka getirir misin bir zahmet demiş Hanım onu götürmüş bir tane daha getirmiş Adam onu da bir yoklamışyine beğenmemiş
Hanım sana yine zahmet olacak ama bu da olmamış başka bir tane getirirmisin demiş, Başka istemiş? Bu böylece üç dört sefer daha ekrarlamış
Neyse misafirleri ve de siz Aziz okuyucuları sıkmamak için !!! Dedemiz
beşincide karpuzu beğenmiş ve karpuz kesilmiş, misafirlere ikram edilmiş?
Herkes karpuzunu afiyetle yerken bizim dedecik sormuş Eeee ? Arkadaşlar iste benim gençliğin sırrı burada anladınız mı??
Herkes birbirinin yüzüne bakmış Kimse bişey anlamamışAman dede demişler nerde? Anlamadık biz bu sırrı!Dedecik gülmüş Efendiler demiş O gördüğünüz karpuz kilerde bir tanecikti, tekti Ben hanıma git de başka getir dedikçe o kilere gidip geliyor aynı karpuzu getiriyordu Bir kere bile aman be adam , deli misin nesin şu tek karpuzu ne taşıttırıyorsun bana defalarca demedi
Beni sizin önünüzde mahcup duruma düşürmedi İşte ben bütün gençliğimi bu hanımıma borçluyum Biz birbirimizi hiç başkalarının önünde zor duruma düşürmeyiz Aile içindeki hiçbir şeyi dışarıya yansıtmayız Hep
birbirimize destek olur, dert ortağı olur, yardım ederiz Birbirimizle
ilgili olan problemleri yine birbirimize anlatırız İyi kötü her olayı da
birlikte paylaşırız demiş

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 14 Tem 2016 22:39:50
KISMET İŞTE.....
Ramazan ayı yaklaşmaktadır.Evin beyi alışveriş yapar ve hanımına Ramazan gelecek hanım bunu sakla der.Bu alış veriş 10 gün devam eder.günün sonunda Kapı çalar.Teyze ben Ramazan der.Oooooo oğlum amcan senin için 10 gündür alış veriş yapıyor bekle der.ve ne alınmışsa Ramazan'a verir.

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 15 Tem 2016 12:34:53
Bir gün, bir çiftçinin eşeği kuyuya düşer. Adam ne yapacağını düşünürken, hayvan saatlerce anırır.
En sonunda çiftçi, hayvanın yaşlı olduğunu ve kuyunun da zaten kapanması gerektiğini düşünür ve eşeği çıkartmaya değmeyeceğine karar verir.
Bütün komşularını yardıma çağırır. Her biri birer kürek alarak kuyuya toprak atmaya başlarlar. Eşek ne olduğunu fark edince, önce daha beter bağırmaya başlar. Sonra, herkesin şaşkınlığına, sesini keser. Birkaç kürek toprak daha attıktan sonra çiftçi kuyuya bakar. Gözlerine inanamaz. Eşek, sırtına düşen her kürek toprakla müthiş bir şey yapmakta, toprağı aşağıya silkeleyerek yukarı çıkmasına basamak hazırlamaktadır.
Bir süre sonra, komşular toprak atmaya devam edince, herkesin şaşkınlığı altında eşek, kuyunun kenarından dışarı bir adım atıp, koşarak uzaklaşır!
Hayat üzerinize hep toprak atacaktır; her türlü yük ile kuyudan çıkmanın sırrı, bu yükü silkeleyip bir adım yükselmektir. Sıkıntılarımızın her biri bir adımdır. En derin kuyulardan bile yılmayarak, usanmayarak çıkabiliriz. Silkelenin ve biraz daha yukarı çıkın.
Mutluluğun 5 basit kuralını unutmayınız:
1. Düşüncelerinizi endişelerinizden arındırın, çoğu zaten hiç gerçekleşmez.
2. Basit yaşayın ve elinizdekilerin kıymetini bilin.
3. Kalbinizi nefretten arındırın, affedin.
4. Daha az bekleyin.
5. Daha çok verin…

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.469
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.469
  • Müdür Yardımcısı
# 15 Tem 2016 12:35:52
DUA


Çocuk, deniz kenarına oturmuş, gözlerini de ilerdeki bir noktaya dikmişti. Belki de bir saattir öylece duruyordu. Onun bu hali, alışveriş için balıkçı sandallarının kıyıya dönmesini bekleyen bir ihtiyarın dikkatini çekti.

Yaşlı adam, seke seke onun yanına gidip:
- "Merhaba delikanlı!." dedi. "Bu gün deniz çok harika değil mi?"

Çocuk, başını çevirmeden:
- "Ama rüzgârlı," dedi. "Topum denize düşünce sürükleyip götürdü."

Adam, çocuğun yanına oturup:
- "Eğer biraz genç olsaydım, yüzüp onu alırdım!." dedi.
  "Ama şimdi adım bile atamıyorum."

Çocuk, ona cevap vermedi. Ve kıyıdan uzaklaşan topunu daha iyi görebilmek için, hemen yanındaki tümseğe çıktı.

Yaşlı adam, sakin bir ses tonuyla:
- "Ümidini hiçbir zaman kaybetme!." dedi.
  "Bence dua etsen çok iyi olur."

Çocuk, büyük bir sevinçle:
- "Dua etsem topum geri gelir mi?" diye sordu.
  "Denize düştüğü yeri bilir mi?"
- "Allah isterse eğer, ona öğretir!." dedi ihtiyar.
  "Topun geri gelmese de, duaların sevabı sana yeter."

Çocuk, yaşlı adamın sözlerini biraz düşündükten sonra, her okuduğunda dedesinden bahşiş kopardığı duaları ard arda sıraladı. Daha sonra da, topun dönmesi için Allah'tan yardım istedi. Ama üzüntüsü azalmamıştı. O topa bir sürü para harcamış, bayram parasını bile ona katmıştı. Şimdi artık tek şansı, bazen olduğu gibi, rüzgarın aniden yön değiştirmesiydi. Ama deniz çok büyüktü, topu ise küçücük.

Akşam üstü hava biraz daha sertleşti ve güneş batmak üzereyken sandallar döndü. Çocuk, eve gitmek istemiyordu. Bu yüzden de ihtiyarla birlikte oyalandı. Yaşlı adam, hep aynı balıkçıdan alışveriş yapardı. Sonunda onu bulup:
- "Avınız inşallah iyi geçmiştir!." dedi. "Eğer varsa, birkaç kilo alabilirim."

Sandaldaki adam, bir kova içindeki balıkları gösterip:
- "Zaten ancak o kadarcık tutmuştum," dedi. "Denizde "av" diye bir şey kalmadı."

- "Dua etmeyi denediniz mi?" diye atıldı çocuk. "Ümidinizi sakın kaybetmeyin!. "

Balıkçı için her şey tesadüftü. Bunun için de "rasgele" derlerdi. Ama şimdi bir şey hatırlamıştı. Yıllar yılı unuttuğu bir şeyi. Çocuğun yanaklarını okşarken:
- "Dua ha!." diye mırıldandı. "O zaman tutar mıyım?"
- "Tutamasanız bile, duaların sevabı size yeter," dedi çocuk. "Bunu yeni öğrendim."

Balıkçı, böyle bir sözü ilk defa duyuyordu. Başını ağır ağır sallayarak:
- "Ben de yeni öğrendim!." diye gülümsedi. "Üstelik de küçük bir öğretmenden."

Çocuk, bu sözlerden çok hoşlanmıştı. Artık topun gitmesine üzülmüyordu. Yanındaki yaşlı adam ona bir göz kırparken, balıkçı tekrar sandala yöneldi ve ağların üzerindeki eski örtüyü açtı. Bir top vardı orada. Henüz ıslak olduğundan, ışıl ışıl parıldayan bir futbol topu. Balıkçı, onu çocuğa uzatıp:
- "Öğretmenlerin hakkı hiç ödenmez!." dedi. "Bunu biraz önce denizde buldum!."

Çocuk, rüyada olmalıydı. Hiç beklenmedik şeylerin yaşandığı bir rüya. Aceleyle sağa sola bakındı. Ama her şey gerçekti. Balıkçı da, sandal da, ihtiyar da... Topu ise, işte ellerindeydi. Ona sıkıca sarılıp:
- "Bir daha benden izinsiz gezmek yok!." dedi. "Ya dua etmeseydim ne olurdun?"

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.469
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.469
  • Müdür Yardımcısı
# 15 Tem 2016 12:44:25
Bana yalan söyleyebilene bir küp dolusu altın vereceğim.


Padişahın biri,

-'Bana yalan söyleyebilene bir küp dolusu altın
vereceğim!' demiş.

Yalancılar, hemen saraya koşuşturup başlamışlar
yalana;

''Bir kuş, aslanı kapıp yuvasına götürdü.''

Padişah,''Bunun neresi yalan?.. Kuş kartaldır, arslan
da kuzu kadar minik bir yavru.Kaptı mı götürür tabii!..''

''Komşu ülkede bir eşeği kral yaptılar!..''

Padişah,''Ülkenin kralı, pencereden bakınırken tacını
düşürmüş. Taç da pencerenin altındaki eşeğin başına geçmiş. Taç kimin
kafasındaysa, kral odur tabii!..''

''Padişahım, ben gökyüzüne bir ok attım. Altı ay
sonra geri döndü!''

Padişah,''Senin ok bir ağacın üstüne düşmüştür.

Ağaç, sonbaharda yapraklarını dökünce, takılacak yer
bulamayıp yere inmiştir.''

Böylece padişah, her yalana gerçek bir bahane bulmuş
ve kimse padişaha bu yalandır dedirtememiş.

Ama bir gün bir adam gelmiş;

''Padişahım, sen benim babamdan borç olarak bir küp
dolusu altın almıştın.

Şimdi geri almaya geldim. Yalandır dersen ödülümü ver.Yalan değil dersen borcunu öde!..

Çevrimdışı eessrraa

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 5.908
  • 46.143
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 5.908
  • 46.143
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 15 Tem 2016 13:40:51
      uzun yıllar önce çin’de lili adlı bir kız evlenip, aynı evde kocası ve kaynanasıyla birlikte yaşamaya başlar.. lakin kısa süre sonra kayınvalidesiyle geçinmenin çok zor olduğunu anlar.. ikisinin kişiliği tamamen farklıdır, bu da onların sık sık kavga edip tartışmalarına yol açar.. bu çin geleneklerine göre hoş bir davranış değildir ve çevrenin tepkisine yol açar...
     birkaç ay sonra bitmez tükenmez gelin kaynana kavgalarından, ev, kendisi ve annesiyle karısı arasında kalan eşi için cehennem haline gelmiştir... 
    artık bir şey yapmak gerektiğine inanan genç kız doğruca babasının eski arkadaşı olan aktara koşar ve derdini anlatır...
    yaşlı adam ona bitkilerden yaptığı terkip hazırlar ve bunu 3 ay boyunca her gün azar azar kaynanası için yaptıgı yemeklere koymasını söyler...
    zehir az az verilecek, böylece onu, gelininin öldürdüğü belli olmayacaktır.. yaşlı adam genç kıza kimsenin ve eşinin şüphelenmemesi için kaynanasına çok iyi davranmasını, ona en güzel yemekleri yapmasını, her zamankinden daha büyük bir ilgi göstermesini söyler..
    sevinç içinde eve dönen lili yaşlı adamın dediklerini aynen uygular. Her gün en güzel yemekleri yapar ve kaynanasının tabağına azar azar zehiri damlatır.. kimseler şüphelenmesin diye de ona çok iyi davranır.
    bir süre sonra kayınvalidesi de çok değişmiştir ve gelinine kendi kızı gibi davranmaya başlar.. evde artık barış rüzgarları esiyordur..
    genç kız kendisini ağır bir yük altında hisseder.. yaptıklarından pişman vaziyette aktarın yolunu tutar ve yaşlı adama, şimdiye kadar kaynanasına verdiği zehirleri onun kanından temizleyecek bir iksir için yalvarır... kayınvalidesinin artık ölmesini istememektedir... yaşlı adam karşısında gözyaşlarını tutamadan konuşup duran lili’ ye bakar ve kahkahalarla gülmeye başlar...ardından der ki:
    “ sevgili lili!. sana verdiklerim sadece vitaminlerdi.. olsa olsa kayınvalideni daha da güçlendirdin, hepsi bundan ibaret... gerçek zehir ise senin beyninde olandı.. sen ona iyi davrandıkça o da sevgiye yöneldi..böylece siz gerçek ana kız oldunuz!. ”

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.215
  • 28.776
  • 227.215
# 15 Tem 2016 14:34:23
Elbisenin Yanığı

Merhaba arkadaşlar, benim adım Zeynep. Size gerçek olan, yengemin dedesinin başından geçen bir hikayeyi anlatacağım.

(Yengemin dedesinin adı, Ali imiş. Ona, Deli Ali derlermiş. Ancak bu ‘deli’ takma adı sadece Ali’nin o mağaraya korkusuzca gitmesinden gelen bir deyimdir.) İyi okumalar, umarım ibret ve örnek alırsınız.

Deli Ali, Osmaniye/Kadirli’de zeytinlik denilen bir köyde yaşarmış (ben de burada yaşıyorum). Ailesinin ve kendisinin geçimini çobanlık yaparak sağlarmış. Tüm köyün koyunlarını, keçilerini, ineklerini…, artık ne varsa, hepsine çobanlık yaparmış.

Yine bir gün çobanlık yaparken, köylülerin hiç gitmediği, ”in cin var orada!” dedikleri bir mağaranın 600-700 metre kadar uzağında hayvanları otlatıyormuş. Sonra o mağaradan davul zurna sesi geldiğini duymuş. ”Düğün var herhalde, gidip bir bakayım.”, demiş. Hayvanları otladıkları yerde bırakıp, mağaraya doğru gitmiş. Dağa tırmanıp, mağaraya girmiş. Mağarada kara kara adamlar, kadınlar, çocuklar varmış. Bu kara varlıklar cinler imiş. Cinler davul-zurna çalıp eğleniyor, yemek yiyor, yaktıkları ateşin üstünde kocaman bir kazanda yemek pişiriyorlarmış. Sonra, Deli Ali’nin yanına bir cin kadın yaklaşmış. Elindeki yemek tabağını Ali’ye uzatmış. Ali’ye kuş tüyünden minderlerle dolu bir köşe göstermiş ve oraya gidip oturmasını işaret etmiş. Ali de gidip oturmuş. Bir süre cinleri izlemiş. Sonra çok acıktığını fark etmiş. Cinlerin kendisine verdiği tabağa bakmış. Tabakta resmen bir ziyafet varmış. ”Bismillahirrahmanirrahim” deyip yemeğe eğilmiş. Sonra elindeki yemeğin aslında bir tabak at boku olduğunu görmüş. Kafasını kaldırıp etrafa bakındığında cinlerin yok olduğunu, koca ateşin de söndüğünü görmüş. Ve oradan ayrılmış.

Ertesi gün tekrar o mağaraya gitmiş. Cinler yine oradaymış. Ama Ali bu sefer cinlere bir oyun oynamış. Cinlerin yanına gidip oyunlarına katılmış, onlarla dans etmiş. Sonra da tam ortaya geçip, ”Bismillah!” diye bağırmış. Cinler acı içinde kaçışarak ortadan kaybolmuşlar.

Bu olaylar böyle bir kaç gün devam etmiş.

Ali dinine bağlı bir adammış ve bu nedenle cinlerden hiç korkmuyormuş. Her işinin başında da ‘Bismillah’ demeyi asla ihmal etmezmiş. Ancak karısı tam tersine hiç öyle değilmiş.

İşte bu nedenle, bu hikayenin ibretlik bölümü şu şekilde;

Ali yine mağaraya gitmiş. Eğlenceye katıldığı sırada cin kadınlardan birinin üzerinde kendi karısının elbisesinin olduğunu fark etmiş. Tabi karısının olup olmadığından pek emin değilmiş. Ancak eğer karısınınsa, ona bir ders vermek istiyormuş. Çünkü cinler sadece Allah’ın adının, dinin geçmediği insanlarla ilgilenirlermiş.

Ali de cebinden çakmağını çıkarmış, elbisenin eteğinden yakmış. Cin kadın çığlık atmaya başlamış. Ali ‘Bismillahirrahmanirrahim’ demiş ve cinler yok olmuş.

Ali akşam evine gitmiş. Karısını yanına çağırıp sormuş,

”Hanım, senin şu sandığa koyduğun elbise var ya,” – ”Heeee, nolmuş?” – ”Git bir getir bakim şu elbiseni,” – ”Eyi, peki. Getireyim.” Ali’nin karısı gidip elbiseyi getirmiş. Elbisenin eteğinde yanık varmış.
Ali başından geçenleri karısına ve çocuklarına bir bir anlatmış. Karısı ve çocukları da Deli Ali’nin izinden gitmeye, Allah’ın ve Peygamberinin yolunu izlemeye başlamışlar.


Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.215
  • 28.776
  • 227.215
# 16 Tem 2016 15:23:16
Gerçekten Yaşamak

dersCuma günü, sıcak bir öğleden sonrası yaşanırken son ders saati gelmişti. Sabırsız öğrenciler okuldan bir an önce çıkabilmek için yerlerinde kıpırdanıyorlardı. Yaşlı öğretmen tahtaya çıkmış her zamanki merhameti ve sabrıyla ders anlatıyordu. Öğretme ateşiyle pırıl pırıl olan gözlerini sınıfta dolaştırırken birden gözüne telefonuyla uğraşan bir öğrenci ilişti. Bir an için adamın tüm sabrı tükendi. Bağırıp çağırmak istedi. Tam bağırmak için ağzını açmıştı ki, birden aklına daha güzel bir fikir geldi. Bağırıp çağırarak öğrencilere bir şey anlatamazdı, onlara hiç unutamayacakları bir hayat dersi vermeliydi. Sakin bir sesle öğrenciyi yanına çağırdı. Sınıftaki diğer öğrencilerin korkulu gözleri öğretmenin üstündeydi şimdi. Öğretmen, çocuğun telefonunu istedi. Daha sonra tek eliyle telefonu kaldırdı ve tüm sınıfa hitaben seslendi.

” Elimde tuttuğum bu alet nedir, ne işe yarar? “

Derin bir sessizliğe gömülmüş sınıftan titrek bir parmak yükseldi.

” Telefon, arama yapmak, uzaklardaki yakınlarımızla görüşmek, haberleşmek için yapılmıştır ama aynı zamanda film izlenebilir, müzik dinlenebilir, oyun oynanabilir. “

Öğretmen öğrenciyi dinledikten sonra tekrar konuşmaya başladı.

” Kısacası hayatı alıp şu küçücük kutunun içine sığdırmaya çalışmışlar. Siz de hayatı gerçekten yaşamak yerine oturduğunuz yerden yalnızca bakmakla yetiniyorsunuz. “

Kollarını açıp pencereden dışarısını gösterdi.

” Burada ne görüyorsunuz? “

Öğrencilerden biri parmak kaldırdı.

” Ne görebiliriz ki öğretmenim? Kocaman, taş binalar, gürültücü birkaç kuş ve onlarca insan! “

Öğretmen başını iki yana salladı.

” Daha dikkatli bak evladım! “

” Fakat öğretmenim, dediğim gibi, başka bir şey yok ki! “

” Bakın çocuklar, dışarıda gördüğünüz bu şeyin adı ‘ hayat ‘ tır. Tanıdık geldi mi, hani şu minicik ekranlara bakarak yaşamaya çalıştığınız şey… Dikkatli bakarsanız, aslında her şeyde olan lakin bizim bir türlü göremediğimiz güzelliği görebilirsiniz. Şimdi sessiz olun ve dinleyin. Şu harika müziği duydunuz mu? “

Öğrenciler başlarını iki yana salladılar. Öğretmenin bu kez gerçekten delirdiğini düşünüyorlardı çünkü müzik falan yoktu.

” Müzik aslında hayatın kendisidir. Her yerde vardır lakin duyabilmek için kulak kesilmeniz gerekir. Hayat güzeldir çocuklar. Dolu doludur ve sizin onu yaşamanızı bekler. Sizinki gerçekten yaşamak değil. Neredeyse bir hapis hayatı. Kendi kendinizi telefonlara mahkum etmişsiniz, başından ayrılamıyorsunuz. Fakat bir gülümseme, bir kuş cıvıltısı, hatta derin derin nefes almak bile gerçekten yaşadığını hissettirir insana. Daha çok küçüksünüz, kendinize bunu yapmayın. Hayatınızı dolu dolu, sindire sindire yaşayın. Yaşamaktan korkmayın. Hayat sürprizlerle doludur, her an ne olacağını bilemezsiniz. Yazılmış tüm romanlardan, çekilmiş tüm filmlerden, söylenmiş tüm şarkılardan daha güzeldir. Size verilmiş en güzel hediyedir. Onun hakkını verin. Şimdi, hayat dışarıda. Neden telefonu, televizyonu bir kenara koyup onu gerçekten yaşamıyorsunuz? “

Öğretmenin son sözünü söylemesiyle sınıfta bir alkış tufanı koptu. Az sonra ise zil çaldı. Öğrenciler aceleyle yerlerinden fırlayıp dışarı koştular. Ne de olsa dışarıda, yaşanmayı bekleyen dolu dolu bir hayat vardı!

Meryem Sude Küçükbaş

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 16 Tem 2016 21:21:41
UNUTMA COCUĞUM
   
   Çalışma hayatının genel kanunları: Her işin ve mesleğin kendi bünyesine göre çalışma ve işleme usul ve kuralları vardır. Bunu meslek sahipleri bilir. Bir de fizik ve fikri her nevi çalışma hayatının ve genellikle başarılı olmanın, düşünen aklın şaşmaz kanunları halinde bir takım genel ve rasyonel düsturları vardır ki, ben burada bunlardan benim bildiği kadarını açıklayacağım.
   Çalışma için uygun gün ve saat bekleme. Bil ki, her gün ve her saat çalışmanın en uygun zamanıdır.
   Çalışmak için uygun yer ve köşe arama. Bil ki, her yer ve her köşe çalışmanın en uygun yeridir.
   Bir günde ve bir zamanda yapman Iâzım gelen bir işi (bir dersi, bir vazifeyi) ertesi güne bırakma. Zira her günün derdi gibi, işi de kendine yeter.
   Bir zamanda yalnız tek bir iş yap, yalnız bir ders, bir kitap, hatta bir fasıl üzerinde çalış. Ta ki, dikkattin ve kuvvetin yayılıp zayıflamasın. Bir zamanda birden fazla iş yapayım diyen, hiçbirini tam ve temiz yapamaz. Dünyaca tanınmış olan büyük İslam mütefekkiri "İmam-ı Gazali"ye "İhya-i Ulum" adlı muazzam eserini nasıl bir çalışma ile vücuda getirdiğini sormuşlar:
   "Bir zamanda yalnız bir fasıl, bir bahis, bir konu üzerinde çalıştım" demiş.
   Başladığın bir işi (bir dersi, bir kitabı, bir vazifeyi yapıp bitirmeden başka bir işe (derse, kitaba ve vazifeye başlama. Yarıda kalan iş başlanmamış demektir.
   Bir günün işini (dersini, vazifesini) bitirdikten sonra ertesi gün ne iş yapacağına karar ver. Yahut, hiç olmazsa çalışmaya başlamadan evvel, hangi iş (ders, kitap) üzerinde çalışacağını düşünüp kararlaştır ve çalışmaya bu kararla otur.
   Bir işe başlamadan, bir dersi öğrenmeye, bir kitabı okumaya oturmadan evvel düşün ve çalışman için gerekli olan şeyler arasında ve elinin altında bulundur. Tâ ki, ikide bir kalem, kağıt aramaya kalkıp da dikkatin dağılmasın.
   Bir işe başlamadan evvel o işi (dersi, vazifeyi, kitabı) en kısa bir zamanda, en kolay ve en temiz bir şekilde nasıl yapmak, nasıl öğrenip etüd etmek mümkün olduğunu iyice düşünüp hesapla.
   Çalıştığın bir iş (bir ders, bir kitap, bir yazı) üzerinde herhangi bir güçlüğü yenmeden bir adım bile gerileme. Yine bil ki; çalışma sevgisi güçlükleri yenmekten doğar ve kuvvetlenir. Güçlüğü yenmekten hasıl olan manevi zevk eşsiz bir zevktir. Emin ol ki; harple zafer ve işte başarı yılmayanındır. Sebat önünde güçlükler erir ve imkansız görünen, mümkün olur.
   Bir dersi, bir kitabı en basit elemanlarına, kısım, fasıl ve bahislerine ayır. Sıra ile her bahsi iyice ve noksansızca anlayıp öğrenmeden öbür bahse geçme. Fasıllar ve bahisler üzerinde bir kör gibi yürü. Yani attığın adımı iyice basmadan öbürünü atma.
   Devamlı ve planlı çalış. Ve her gün aynı saatlerde mutlaka çalışmaya otur. Çalışmayı uzun süre kesip terk etme. Hasta ve yorgun değilsen tatil aylarında bile yavaş ve az da olsa çalış ki, çalışma alışkanlığın körlenmesin ve tekrar çalışmaya koyulmak için zahmet çekmeyesin.
   Bir iş üzerinde yorulursan dinlenmek için işini değiştir ve çalışma hızını yavaşlat. Fakat dinlenme bahanesi ile, asla boş oturma. Boş oturanın içi işlemeyen demir gibi, pas tutar.
   Verimli çalışmayı sakın iş üzerinde geçirdiğin zamanla ölçüp de, eh bugün şu kadar saat çalıştım, yetişir deme. Çalışmanın sonucuna ve öğrendiğine bak.
   Fikrî çalışmalar için, aynı saatlerde devamlı ve düzenli bir surette, günde iki üç saat bile yeterlidir. Büyük İslam düşünürü İbn-i Sina, dünyaca meşhur olan Kitabu-ş-şifa'sını, her gün, sabah namazından sonra Bağdat'taki bir camiin büyük kandili altında oturarak, kuşluk vaktine kadar, yani takriben iki saat çalışmak suretiyle vücuda getirmiştir. Meşhur İngiliz düşünürü Spencer, muazzam eserlerini, günde iki saat çalışarak yazmıştır. Her sene bin, bin iki yüz sahifelik eser veren Fransız edibi Emile Zola'ya bu başarısının sırrını sormuşlar: "Hergün yalnız üç saat çalışır ve yazarım." demiş.
   Sabırlı ol genç dostum. Damlaya damlaya göl olur ve aynı noktaya düşen damlacıklar zamanla mermeri bile deler.
   Bir işe başladığın bir dersi öğrenmeye başladığın, bir dersi öğrenmeye, bir kitabı okumaya koyulduğun zaman telaş edip sabırsızlanma. Sakin ve metin ol yol al, fakat acele etme. Sindirerek çalış ve öğren
   İşinde ve derslerinde herhangi bir fikrî noktayı küçümseyerek ihmal edip geçme. Küçük ihmalden bazen büyük zararlar doğduğunu unutma.
   Gece yatağına uzandığın zaman, o gün ne yapacağını kendine sormadan uyuma
   Her gün iyi bir eserden yüksek sesle beş on sahife oku. Bu sayede konuşma ve söz söyleme yeteneğin gelişir,
   Rastladığın edebi, felsefi bazı; güzel parçaları ezberle. Bu sayede hem kelime ve ifade haznen zenginleşir hem de hafızan kuvvetlenir.
   Çalıştığın bir dersin, bir kitabın fasıl ve bahislerini bitirdikçe, kitabı kapayıp, okuduğunu ezberden özet halinde not et. Bir dersi, bîr kitabı en iyi anlayıp öğrenmenin yolu, onu bu şekilde yazmaktır.
Bir dersten öğrendiğin, bir kitaptan okuduğun fasıl ve bahisleri arkadaşlarınla ezberden müzakere ve münakaşa et. Bu suretle hem zekan işler ve öğrendiğin hazmolur, hem hafızan kuvvetlenir; hem de düzgün konuşma ve fikirlerini açık o!arak ifade etme yeteneği kazanırsın.
   Dikkat et: Sözlerin ve yazıların kısa, açık ve anlamlı olsun.
Fikrî çalışmanın herkesin mizacına göre değişen verimli ve eşref saatleri vardır. Bunlar bazı kimseler için sabahın erken saatleri, bazıları için de öğleye doğru, öğleden sonra, gece saatleridir. Kendini yokla ve senin eşref saatlerin hangileri ise, bunları hiç bir eğlenceye feda edip kaçırma.
   Okuduğun bir kitapta rastladığın güzel bir parçayı veya orjinal bir fikri yerini ve sahifesini işaret ederek not. Bu suretle biriktirdiğin nottan bir dosyaya veya bir iş kutusuna sırasıyla yerleştir. Bir yazı yazmak veya bir eser yapmak istediğin zaman bu notlar senin için zengin bir malzeme hazinesi olur.
   Bir konu hakkında bir yazı veya bir eser yazmaya karar verdiğin zaman, evvela bu konu üzerince evvelce yazılmış eserleri oku. Ta ki; yazılmış ve söylenmiş şöyle tekrar edip ömrünü israf etmeyesin.
   Gök kubbe altında yepyeni hiçbir fikir yoktur. En yeni fikir. eski bir fikrin yeni bir elbise giymişidir.
   Her şeyden evvel, ana dilini iyi konuşmayı ve iyi yazmayı öğren. İnsan için en faydalı olanı kendi ana dilidir.
   Dilbilgisi bir amaç değil, bir araçtır. Asıl amaç olan, fikir zenginliğidir.
   Kişinin kıymeti dilinin altında ve kaleminin ucunda gizlidir. Onu söz ve yazı açığa vurur.
   Bir işi yapıp yapmamakta kararsızlığa düştüğün vakit, iki şıktan her birinin fayda ve zararlarını iyice hesapla. Faydası çok, zararı az olan şıkkı tercih et.
   Bir işe öfkeli ve sinirli iken karar verme. Bekle öfken geçsin. Zira öfke île kalkan zararla oturur.
   Çok konuşma. Yerinde ve özlü konuş. Kıymet ve tesir çok sözde değil, yerinde ve özlü sözdedir.
   Kimsenin yüzüne karsı söyleyemediğini arkasından söyleme ve bil ki arkadan konuşma korkaklığın en kötü şeklidir.
   Kimsenin cahilliğini yüzüne vurma. Bil ki insanları en ÇOK kızdıran ve gücendiren, cahilliklerinin yüzlerine vurulmasıdır.
   Yalan söyleme. Yalan söyleyen yakalanma korkusu içinde yaşayan hırsız gibidir.
   Daima olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol. Olduğundan fazla görünmek isteyen, karşısındakilere kendi ahmaklığını göstermiş olur.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 16 Tem 2016 21:22:25
TARİF
 
   Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada  şaşkın şaşkın  gezindikten sonra yol  kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:
   - Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler.
 
   Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:
   - Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.
 
   Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez.
 
   Çocuk:
   -Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.
 
   - İyi ama, demiş adam,  bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm?
 
   - Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolyalar da atılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.
 
   Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken fark etmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini fark ettiğini.
 
   Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
   - Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş, görmeyi o kadar çok özledim ki.
 
   Sizinkiler sağlam öyle değil mi?
 
   Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:
   - Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 16 Tem 2016 21:22:57
SULTAN MURAD HAN

                  Sultan Murat Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir
            şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü
            deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar :
                  - Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
                  - Akşam garip bir rüya gördüm.
                  - Hayırdır inşallah?..
                  - Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
                  - Nasıl yani?
                  - Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
                  Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah
            hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri,
            kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya,Zeyrek'ten
            aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir
            dikkatle bakınır. işte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine
            batar. Sorarlar;
                  - Kimdir bu? Ahali:
                  - Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın meyhuşun biri
            işte!..
                  - Nerden biliyorsunuz?
                  - Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.
                  Bir başkası tafsilata girer;
                  - Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkardır. Azaplar
            Çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını
            içkiye, fuhuşa nerde namlı harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine,
            hem de mimli kadın varsa takar peşine
                  Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
                  - isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir
            cemaatte gören olmuş mu?..
                  Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet
            mollalar kalırlar mı ortada!..Tam vezir de toparlanıyordur ki
            padişah yolunu keser:
                  - Nereye?
                  - Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
                  - Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem...Ama biz
            gidemeyiz,şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.
                  - iyi ya, saraydan birkaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.
                  - Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
                  Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
                  - Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
                  - Aman efendim, nasıl kaldırırız?
                  - Basbayağı kaldırırız işte.
                  - Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var.
            Tekfini,telkini... Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane
            bulmalıyız.
                  - şurada bir mahalle mescidi var ama...
                  - Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
                  - Ne bileyim, Ayasofya'dan Süleymaniye'den, en azından Fatih
            Camii'nden..
                  - Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak
            istemem.Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...
                  Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut
            bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir
            güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur
            aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm
            okunur dudaklarında.... Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin
            de keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına
            yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha... Bir ara vezir
            sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
                  - Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
                  - Nasıl yani?..
                  - Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik
            cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
                  - Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi
            dolanıp geleyim.
                  Vezir cüzüne, tespihine döner, padişah garip maceranın
            başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini
            bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki
            bu vefatı bekler gibidir.
                  - Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
            Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar. şakaklarına dayar... Ağlar
            mi? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra
            silkinip çıkar hayal dünyasından...
                  - Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir... Bizim
            efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama
            birinin elinde şarap şişesi görmesin;elindekini avucundakini verir
            satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..
                  - Niye?
                  - Ümmeti Muhammed içmesin diye...
                  - Hayret...
                  - Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben
            sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi
            dinleseniz gerek... O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım
            onlara...Mızraklı ilmihal.Hücceti İslam okurdum...
                  - Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
                  - Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak
            mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi.
            Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...
                  - Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
                  - işte bu yüzden Nişanci'ya, Sofulara uzanırdı ya... Hatta bir
            gün;
                  - Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama
            komşular kötü belleyecek. inan cenazen kalacak ortada...
                  - Doğru, öyle ya?..
                  - Kimseye zahmetim olmasın, deyip mezarını kendi kazdı
            bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim
            yıkasın, kim kaldırsın?
                  - Peki o ne dedi?
                  - Önce uzun uzun güldü, sonra;
                  - Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
                  Allahü tealinin öyle kulları vardır ki, halk onları bilmez.
            Hoş, bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u
            kalp ile boyun büker ümmeti Muhammet'e,halifeyi müslimine dua
            ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar sultana... Bir seher
            vakti gözyaşı ile yapılan dua, binlerce topun yapamadığını yapar.
            Kralları yıkar, kaleleri parçalar.
                  İşte NALINCI BABA o adsız sansız Allah dostlarından biridir.
            Asıl adı Muhammed Mimi Efendidir. Bergamalıdır. 1592 yılında vefat
            etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü. Ve mübareği evine
            defnetti.
                  Kabri üzerine bir kubbe, içine bir çeşme koydurdu. Dahası bir
            tekke ile yaşattı adını. Türbesi Unkapanı'nda,Cibali Tütün
            Fabrikası'nın arkasında, Harabzade Camii karşısındadır......
                  Bu ibret verici hikayeyi okuduk, şimdi bir düşünelim o
            insanlar nasıl yaşıyor muş, biz nasıl yaşıyoruz? Geçen zamanın
            bizlerden ne kadar çok şeyi alıp götürdüğünü açık-seçik olarak
            görüyoruz.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.215
  • 28.776
  • 227.215
# 17 Tem 2016 08:48:23
. :'( :'( :'(

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 20 Tem 2016 19:51:18
DUANIN GÜCÜ

   Şükran Duymak da bir yaklaşım tarzıdır ve bizim müteşekkir olacak o denli çok şeyimiz var ki. Loise Redden isimli çok fakir giyimli bir kadın yüzünde bir hüzünle bir manava girer. Dükkan sahibine mahcup bir şekilde yaklaşır. Kocasının çok hasta olduğunu, çalışamaz duruma düştüğünü ve yedi çocuğu ile birlikte aç kaldıklarını ve yiyeceğe ihtiyaçları olduğunu söyler. John Longhouse isimli manav ona ters bir şekilde bakarak derhal dükkanını terk etmesini ister. Kadın ailesinin ihtiyaçlarını düşünerek, lütfen efendim der, paramız olur olmaz getirip borcumu ödeyeceğim.
   John kendisine bir kredi açamayacağını çünkü onun eski bir müşterisi olmadığını, kendisinde bir hesabının bulunmadığını söyler. O sırada dükkanın dışında bekleyen bir müşteri ikisinin arasında devam eden bu konuşmayı dinlemektedir. İçere girerek Johna yaklaşır ve ben o kadının almak istediklerine kefilim der. Ailesinin ihtiyacı olan şeyleri ona ver. Bunun üzerine manav çok isteksiz bir şekilde kadına döner ve bir alış veriş listen var mıydı diye sorar. Louise "Evet efendim" der.
   "Tamam" der manav. Şimdi onu terazinin şu kefesine koy, onun ağırlığınca diğer kefeye istediklerinden koyacağım.!" Louise bir an duraksar, sonra başını önüne eğer ve çantasını açarak üzerine bir şeyler karalanmış bir kağıt parçasını çıkartır ve manavın kendisine gösterdiği kefeye özenle bırakırken başı hala öne eğiktir. Manavın ve diğer müşterinin gözleri terazinin kefesine dikilirken hayretle büyümüştür. Manav müşteriye dönerek, kısık bir sesle, "İnanamıyorum" der. İnanılacak gibi değildi. Müşteri manava gülerken manav çoktan diğer kefeye eline geçeni doldurmaya başlamıştır ama nafile, diğer kefeyi yerinden bile kıpırdatamamıştır.
   Terazinin kefesi artık üzerindekileri almayacak kadar doldurduğunda çaresiz hepsini bir torbaya doldurarak kadına verir.

   Şaşkınlıkla üzerinde bir şeyler çiziktirilmiş kağıdı eline alır ve okur. Bir de bakar ki orda bir alış veriş listesi yoktur. Sadece bir dua yazılıdır.
   "Tanrım neye ihtiyacım olduğunu sen bilirsin, kendimi senin ellerine teslim ediyorum."
   
   Manav taş gibi bir sessizliğe bürünmüştür. Loise kendisine teşekkür ederek dükkandan ayrılır. Müşteri Johnun eline bir elli dolarlık tutuştururken, her kuruşuna değdi, der.

   Daha sonra John Longhouse terazisinin kefelerinin kırılmış olduğunu görür. Bu nedenle duanın ne kadar ağır çektiğini sadece Tanrı bilir.

   DUA BİZİM İÇİN HİÇBİR MALİYETİ OLMAYAN BEDAVA BİR HEDİYEDİR.

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 20 Tem 2016 19:52:55
FISILTI
VE
TUĞLA
Genç ve başarılı bir yönetici, yeni Jaguar'ıyla bir mahalleden
hızlı bir şekilde geçiyordu. Parketmiş arabaların arasından yola
aniden çıkabilecek çocuklara dikkat ediyordu ve bir şey
gördüğünü sanarak yavaşladı. Arabayla caddeden yavasça geçerken
hiç bir çocuk göremedi fakat, arabasının kapısına bir tuğla atıldığını
farketti. Aniden arabasını durdurarak tuğlanın fırlatıldığı yere geri döndü.
Arabadan indi, orada bulunan küçük bir çocuğu tuttu ve onu parketmiş
bir arabaya doğru iterek bağırmaya başladı; "Bunu neden yaptın?
Sen de kimsin, ne yaptığının farkında mısın?" İyice sinirlenerek devam
etti: "Bu yeni bir araba ve atmış olduğun bu tuğla bana çok pahalıya
malolacak. Bunu neden yaptın?" Çocuk yalvararak cevap verdi:
"Lütfen efendim. Çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim bilmiyordum.
Eğer tuğlayı fırlatmasaydım kimse durmazdı" Parketmiş bir arabanın
arkasına işaret ederken çocuğun gözyaşları çenesine süzülüyordu.
"Kardeşim kaldırımın kenarından yuvarlandı ve tekerlekli
sandalyesinden düştü, ben onu kaldıramıyorum. Lütfen onu tekerlekli
sandalyesine oturtmam için bana yardım eder misiniz? Benim için
çok ağır." Bu durumdan son derece duygulanan genç yönetici,
bogazında büyüyen yumruyu zar zor da olsa yutkundu. Yerdeki
genci kaldırarak, tekerlekli sandalyeye geri oturttu. Mendiliyle, çizik
ve yaraları sildi ve adamın ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etti.
Küçük çocuk genç yöneticiye dönerek "teşekkür ederim efendim, Tanrı
sizden razı olsun" dedi. Genç yönetici, küçük çocuğun, ağabeyini
kaldırımdan evine doğru götürmesini izledi. Bulunduğu yerden arabasına
geri dönmesi oldukça uzun sürmüştü. Uzun ve yavaş bir yürüyüştü.
Genç yönetici, kapıyı hiç tamir ettirmedi. Kapıda oluşan çöküğü,
hayatını birisinin kendisine tuğla atmasını gerektirecek kadar hızlı
yaşamaması gerektiğini hatırlatması için öylece bıraktı.
Tanrı, ruhunuza fısıldar ve kalbinize konuşur. Bazan,
dinleyecek kadar zamanınız olmadığında ise, size
bir tuğla fırlatır. İster fısıltıyı, ister tuğlayı dinleyin.
Tercihi siz yapın...

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 20 Tem 2016 21:07:05
Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman’a Aleyhisselam gelerek, kanadını bir dervişin kırdığını söyler.

Hz. Süleyman, dervişi hemen huzuruna çağırtır.

Ve ona sorar;
Ben “Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın?”

Derviş kendini savunur;
“Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı, o esnada kanadı kırıldı.”
Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa döner ve der ki;

“Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın? O sana sinsice yaklaşmamış. Sen hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun?”

Kuş kendini savunur.
“Efendim ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez, bunlar Allah’tan korkarlar diye düşündüm ve kaçmadım.”

Hz. Süleyman bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister.

“Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın” diye emreder.

Kuş o anda;
“Efendim, sakın öyle bir şey yaptırmayın” diyerek öne atılır.
“Neden” diye sorar Hz. Süleyman.

Kuş sebebini şöyle açıklar;
“Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar... Siz en iyisi mi, bunun üzerindeki derviş hırkasını çıkartın... Çıkartın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın."

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK