Türk Büyükleri

Çevrimdışı harikulade

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 565
  • 9.458
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 565
  • 9.458
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 24 Şub 2013 12:59:06

Yavuz Sultan Selim (1470 - 1520)


Yavuz Sultan Selim 10 Ekim 1470 günü doğdu. Babası Sultan İkinci Bayezid, annesi Gülbahar Hatun'dur. Gülbahar Hatun Dulkadiroğulları beyliğindendir. Yavuz Sultan Selim, uzun boylu, geniş omuzlu, kalın kemikli, omuzlarının arası geniş, yuvarlak başlı, kırmızı yüzlü, uzun bıyıklı ve yiğit bir padişahtı. Sert tabiatlı ve cesurdu. Kuvvetli bir ilim tahsili yapmıştı.

Babası Sultan İkinci Bayezid, padişah olduktan sonra, askeri sevk ve devlet idareciliğini öğrenmesi için, Şehzade Selim'i Trabzon Sancağı'na tayin etti. Şehzade Selim, Trabzon'da devlet işlerinin yanında, ilimle uğraşır ve büyük alim Mevlana Abdülhalim Efendi'nin derslerini takip ederdi. Trabzon'u çok güzel idare eden Şehzade Selim'in bu arada komşu devletler de ilişkisi oldu. Valiliği sırasında Trabzon halkını rahat bırakmayan Gürcüler üzerine üç sefer yaptı. En önemlisi olan Kütayis seferinde Kars, Erzurum, Artvin illeri ile birçok yeri fethederek Osmanlı topraklarına kattı (1508). Buralarda yaşayan Gürcülerin hepsi müslüman oldular.

Çok güzel ata biniyor, devrin en meşhur silahşörlerini alt edecek kadar iyi kılıç kullanıyordu. Güreşmekte, ok ve yay yapmada üstüne yoktu. Harpten hoşlanmakla beraber çok ince bir ruha da sahipti. Çok mütevazi bir kişiliğe sahip olan Yavuz Sultan Selim, her öğün yemekte tek çeşit yemek yerdi ve ağaçtan tabaklar kullanırdı. Gösterişten hoşlanmaz, devlet malını israf etmezdi. Babasından devraldığı tatminkar hazineyi ağzına kadar doldurdu. Hazinenin kapısını mühürledikten sonra, söyle vasiyet etti: "Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurabilirse kendi mührü ile mühürlesin, aksi halde Hazine-i Humayun benim mührümle mühürlensin." Bu vasiyet tutuldu. O tarihten sonra gelen padişahların hiçbiri hazineyi dolduramadığından, hazinenin kapısı daima Yavuz'un mührüyle mühürlendi. Yavuz Sultan Selim, ataları hep sakal uzattıkları halde sakalını keserdi. Bunun sebebini soranlara "Sakalımı ele vermemek için kesiyorum" dediği rivayet edilir. Bir kulağına da küpe takardı. 22 Eylül 1520'de "Aslan Pençesi" denilen bir çıban yüzünden henüz 50 yaşında iken vefat etti. Hayatının son dakikalarında Yasin-i Şerif okuyordu. Kanuni Sultan Süleyman, Fatih Camii'nde babasının cenaze namazını kıldıktan sonra, onu Sultan Selim Camii avlusundaki türbeye defnettirdi. Tarihçiler, Yavuz Sultan Selim'i sekiz yıla seksen yıllık iş sığdırmış büyük bir padişah olarak değerlendirdiler.

Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık ise ölüme götürür.       YAVUZ SULTAN SELİM

Çevrimdışı evgi-47

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 956
  • 5.482
  • 956
  • 5.482
# 24 Şub 2013 14:20:18
Rauf Denktaş
    Rauf Raif Denktaş (27 Ocak 1924, Baf - 13 Ocak 2012, Lefkoşa) Kıbrıs Türkü siyasetçi ve yazar.
    Denktaş, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanıydı.
    Rauf Denktaş 1,5 yaşındayken annesini kaybetti.Babası hakim Raif Bey'dir. Anneannesi ve babaannesi tarafından büyütülen Denktaş, 1930 yılında eğitim için İstanbul'a gönderildi. Arnavutköy'de ilkokuldan liseye kadar eğitim veren Fevzi Ati Lisesi'nde yatılı okumaya başladı. Ortaokuldan sonra Kıbrıs'a döndü ve 1941 yılında Lefkoşa İngiliz Okulu'ndan mezun oldu. Mezun olmasının ardından Fazıl Küçük'ün Halkın Sesi gazetesinde yazılar yazmaya başladı. Daha sonra bir süre Gazimağusa'da tercümanlık, mahkemelerde memurluk ve İngiliz Okulu'nda öğretmenlik yaptı. 1944'te hukuk eğitimi için Lincoln's Inn'de okumak üzere İngiltere'ye gitti. 1947'de adaya döndü ve avukatlığa başladı. Sonraları savcılığa geçen Denktaş, 1956 yılında başsavcılığa kadar yükseldi
    27 Kasım 1948 tarihinde Kıbrıs Türklerinin düzenlediği ilk mitingte Fazıl Küçük ile beraber hatiplik yaptı.
   1955'te terörist bir hüviyete bürünen Enosisle mücadelede ve EOKA karşısında Kıbrıs Türklerinin direnişine yön veren Denktaş, 1958 yılında hükümetteki görevinden istifa etti. Arkadaşlarıyla 1 Ağustos 1958'de Türk Mukavemet Teşkilatını (TMT) kurdu.
    1970 seçimlerinde Türk Cemaat Meclisi Başkanlığı'na seçildi. 28 Şubat 1973'e kadar Kıbrıs Cumhurbaşkanı Muavini ve Kıbrıs Türk Yönetim Başkanı seçildi. 1974 Kıbrıs Harekâtı'nın ardından 13 Şubat 1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin ilanından sonra devlet ve meclis başkanı görevlerini de yürüten Denktaş, anayasa uyarınca 1976'da yapılan ilk genel seçimlerde devlet başkanlığına seçildi. 1981 yılında ikinci kez devlet başkanı oldu. 15 Kasım 1983'te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilanından sonra tekrar cumhurbaşkanlığına seçildi. 22 Nisan 1990'da yapılan erken seçimde ikinci kez cumhurbaşkanı seçildi. 1995'teki seçimlerde de cumhurbaşkanı seçildi. 2000 yılındaki seçimlerde %43.67 oranında oy aldı ve seçim ikinci tura kaldı; ama ikinci tura kalan diğer aday olan Derviş Eroğlu'nun çekilmesi üzerine seçimden galip olarak çıktı.
    2004 yılında BM genel sekreteri Kofi Annan'ın Kıbrıs Sorunu'nun çözümü için hazırladığı Annan Planı'na karşı çıktı, buna rağmen plan Kıbrıslı Türkler tarafından kabul edilse de Kıbrıslı Rumların reddetmesi üzerine hayata geçmedi.
    17 Nisan 2005'te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmayan Denktaş, 24 Nisan'da görevi Mehmet Ali Talat'a devretti.
   Politika hayatı yanı sıra, aynı zamanda yazar kimliğiyle de önemli bir şahsiyet olan Rauf Denktaş, çok meraklı bir fotoğrafçı özelliği ile de bilinmekte, fotoğraf makinasını elinden bırakmamaktaydı
   8 Ocak gecesi organ yetmezliği teşhisi ile Yakın Doğu Üniversitesi Hastanesi'ne kaldırılan Rauf Denktaş, tedavi gördüğü hastanede 13 Ocak 2012 tarihinde 88 yaşında vefat etti. Vefatının ardından Türkiye ve KKTC'de ulusal yas ilan edildi. 17 Ocak 2012 günü, yapılan devlet töreniyle Lefkoşa'daki Cumhuriyet Parkı'nda defnedildi.
   Solunum cihazına bağlanmadan önce söylediği,kahramanlığını teyid eden şu sözleri biza miras bırakmıştır :
_"Hristofyas!
   "Burası bağımsız bir cumhuriyettir."
Güle güle , mekânın cennet olsun şanlı yiğit ! …

 

Çevrimdışı zalim09

  • Bilge Üye
  • *****
  • 7.885
  • 16.332
  • Öğretmen Adayı
  • 7.885
  • 16.332
  • Öğretmen Adayı
# 24 Şub 2013 17:21:24
 Türk üm demenin sanki ilginç olduğu bugünlerde böyle bir konuyu görmek memnuniyet verici. Devamını bekleriz.

Çevrimdışı çelebiç

  • Bilge Üye
  • *****
  • 1.720
  • 15.458
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 1.720
  • 15.458
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 24 Şub 2013 18:06:20
       Hakan Şükür ve onun gibiler  her ne kadar Türklüğü ve Türk olmayı içine sindiremeyip Türklüğü bir etnisite olarak görüp Türküm demeyi ırkçılık olarak görseler de yüzyıllarca Avrupa'da Müslüman olanlar için ve ecdadımız Osmanlı için Türk İmparatorluğu demişler.Hatta yakın tarimizde gerçekleşen dünyanın en kanlı soykırımı olarak kabul edilen 200bin Boşnak'ın Sırplar ve Hırvatlar tarafından katedilmesi olayında öldürülenler için Türk ibaresi kullanılmıştır.(Kaynak Nihat Genç "Karanlığa Okunan Ezanlar"kitabından)Türk milliyetçiliği asla hiçbir zaman bölücü ve ayrıştırıcı bazda olmamış tam tersine birleştirici olmuştur.En büyük Türk milliyetçisi Büyük Atatürk'ün dediği gibi  "Diyarbakırlısı, Vanlısı, Erzurumlusu, Trabzonlusu, İstanbullusu, Trakyalısı ve Makedonyalısı hep bir milletinin evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır”,Aslen bir Kürt olan ve Türk milliyetçilerin fikir babası olan Ziya Gökalp,ırkı bir yana bırakıp "Kendini Türk hisseden,herkes Türktür."demiştir. Anadolu'nun vefakar insanları tarihin bir çok döneminde acı çekip,yurtlarından göçen, Çerkez'i,Abaza'yı,Boşnak'ı,Pomak'ı,Giritlisini,Kürt'ünü,bugünde olduğu gibi Suriyeli Arapları bağrına basmış.Onlarla birlikte erimişlerdir.Milliyetçi  hareketin kurucusu olan rahmetli Alpaslan Türkeş kız kardeşi bizzat bir Kürtle evlidir.Şimdi soruyorum ırkçı olan biri hiç en yakınını başka bir halkla evlendirir mi?Türkiye'de ne yapılmak isteniyor.Bundan beş yıl önce kimse kökenini sorgulamazken,şimdi yavaş yavaş bir şeyler kaşınıyor.Ülkede Türküm demek, neredeyse suç haline geldi.Peki bundan sonra ne olacak yaratılmak istenen bu milletin adı ne olacak.Türklük ve Türk milliyetçiliği ayaklar altına mı alınacak.Bir Türklüğümüz kaldı onuda mı elimizden alacaklar?Millet olma bilincimiz elimizden alınırsa gelecek nesiller hangi şuur üzerinden var olmaya çalışacak.Feryat ne yapılmak isteniyor.

Çevrimdışı evgi-47

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 956
  • 5.482
  • 956
  • 5.482
# 24 Şub 2013 20:29:26
    Bahsettiğiniz gibi şahıslar tarihin her döneminde var olmuştur bu ülkede, hattâ bir çoğu önemli roller de üstlenmişlerdir çeşitli alanlarda..
   Biz büyük bir milletiz, onları da bağrımıza basarız, zamanında düşmanlarımızla işbirliğine girip bize ihanet eden ama bugün aynı düşmanların oyunlarıyla parçalanmış topraklarında barınamayıp kapımıza gelen, yardım isteyen milletlere el uzattığımız gibi. Biz büyük ve merhametli bir milletiz, kimin başı sıkışsa soluğu bizde alır.
     Osmanlıyı 600 yıl ayakta tutan "Türk" kelimesinin gücü, büyüklüğü, merhameti, birleştiriciliği idi.
     Kaldı ki bugün bir Türk ülkesi olan kendi ülkemde Türk'üm demekten daha doğal ne olabilir ki? Kimin haddine düşmüş "Türk'üm" dememi engellemek?
     İnşaatın temeli sağlamsa kimse onu yıkamaz. Ülkesine ihanet eden herkes bir zamanlar çocuktu, doğuştan hain doğmadılar. Onlara öğretilenle büyüyüp uyguladılar. Kısacası görev bize düşüyor: öğrencilerimize en azından ülkesinin temel değerlerine, millî simgelerine, bayrağına, marşına, zaferlerine, millî kahramanlarına saygı duymayı öğretebiliyorsak ne alâ...
     
   

Çevrimdışı duyguaydın

  • Moderatör
  • *****
  • 5.416
  • 126.331
  • 5.416
  • 126.331
# 24 Şub 2013 21:22:46
 ÇOK SEVDİĞİM BİR YAZIYI YİNE PAYLAŞMA GEREĞİ DUYDUM,OKUMAYANLAR İÇİN..CENNET VATANIMDA OLANLARI YAŞADIĞIMIZA İNANAMASAMDA...


Türk Olmak…
Aslında çok şeydir, Türk olmak.
Türk olmak, Osmanlı'nın borcunu ödemektir. Hovarda babanın borçla yaşayan evladı gibi.
Kosova'da ve Bosna'da, Batı Trakya'da ve Makedonya'da bilmem kaç asır geçmişte kalan meselelerin hesabını vermektir.
Türk olmak; 
-        Kıbrıs'ta, 
-         Hocali'da, 
-         Anadolu'da ve Balkanlar'da  soykırıma uğrayıp 
-         karşılığında yapmadığın  soykırımla suclanmaktır.
Türk olmak; 
-         faşist  olmaktır, 
-          vatanına, milletine, tarihine sahip çıktığında…
-         demokrat ve cağdaş olmaktır, 
-         vatanına, milletine, tarihine sövüldüğünde…

Türk olmak lisanının Avrupa'da yasaklanmasıdı r ve yine Türk olmak kendini ve derdini anlatamamaktı r.
Avrupa'da hor görülmek Türk olmaktır, 
-       ataların bir çok asır önce  Viyana'yi kuşattiği için vehoş görülmemektir
- Tabii ki - sadece kuşatıp; Napolyon gibi bütün Viyana'yı yakmadığın için.
Türk olmak; 
-        Selanik'te Pontus Anıtı'nın, 
-         Viyana'da çiğnenen yeniçeri minberinin ve 
-          Malta'da papazın üzerine bastığı Türk bayrağı heykelinin önünden geçmektir.
Türk olmak zordur, çetindir ve eziyetlidir. 
-         Üç kıtadan dönüp, 
-         bir küçükyarımadada misafir muamelesi görmektir. 
-     Sayısız imparatorluk kurmak Türk olmaktır,  aynı zamanda sayısız imparatorluk yıkmak da Türk olmaktır.
Türk olmak; 
-         Arabaya koşulan ilk atın vatanında, 
-         ilk yazılı antlaşmanın imzalandığı yurtta, 
-          yazının bulunduğu, 
-          paranın icat edildiği 
-          her metrekaresinden  bereket fışkıran bu yurtta, 
-          kalkınmak icin yabancı sermaye beklemektir.
Türk olmak; 
-        Truva'dan bu yana, 
-          Sümer'den bu yana serpilerek gelse de, 
-         tarihten eski bu topraklarda, 
-         bütün zamandan damıtılarak gelen yüksek değerlerine rağmen, 
-          bir haftalık hafiza ile yaşamaktır.
-         Doğu Roma'yı da 
-          Batı Roma'yı da yıkıp, 
-          yeni Roma olan AB'ye girmeye calışmaktır, Türk olmak.
Türk olmak;
-        Mostar'da köprüdür, 
-         Kerkük'te kaledir, 
-          İstanbul'da Kızkulesi'dir, 
-          Anadolu'da buğdaydır, 
-          Çukurova'da pamuktur, 
-          Ege'de tütün, 
-         Karadeniz'de fındık, 
-         Trakya'da ayçiçeğidir.
Türk olmak; 
-        Çanakkale'de ölmektir. 
-         Çanakkale'de ölmeden önce düşmana su vermektir, 
-         onun yaralısını sırtında kendi hastanesine taşımaktır.
-          Düşmanın ardından rahmet okumak, 
-         kanlısından helallik almaktır. 
-          Kar yağdığında kayak yapmayı değil, evsizleri düşünmektir. 
-          Balkon köşesine kuşlar için, kışın ekmek kırıntısı, yazın su koymaktır. 
-         Yağmura rahmet, kara bereketdiye bakmaktır.
Türk olmak;
-        harap bir ülkede, 
-         zengin ülkelerin müstemlekesini reddedip, 
-         tahtadan kılıç ve ipten üzengi ile, 
-          paylaşacak ve sahiplenecek tek varlığı fakirlik olmasına rağmen, 
-         yedi düvele meydan okumaktır.
Türk olmak;
-          askere davul-zurna ile uğurlanmaktır, 
-          belki de dönmeyeceğini bilerek. 
Türk olmak;
-       annenin, şehit oğlunun ardından; 'Bir oğlum daha olsun, onu da vatan icin göndereceğim.' demesidir.
-         Babanin gözyaşlarını tutarak, tabutuna son kez dokunurken 'Vatan sağolsun!' demesidir.
Türk olmak;
-         'Türk çayında radyasyon olmaz!' yalanları ile, 
-         'Gusül abdesti alana AIDS bulaşmaz!' dolanları ile yaşamaktır.
Her hükümetin 
-          enkaz devraldığı, ama 
-         asla ardında enkaz bırakmadığı ülkede olmaktır.
Türk olmak;
-        ecdadın yaşadığı kıtlıktan dolayı, çayın yanında gelen şekerden fazla olanı garsona geri vermektir. 
-          Ayni nedenle Türk olmak, yemeği ziyan etmekten korkmaktır. 
-         Göz hakkına, diş kirasına saygıdır.
Türk olmak;
-         Evindeki bir kap aşın yarısını Tanrı misafirinevermektir. 
-          Kendi yerde, misafiri döşekte yatırmaktır Türk olmak.
Türk olmak;
-        milli maçta ağlamaktır. 
-          Ayhan Işık'a, Belgin Doruk'a aşık olmaktır. 
Türk olmak;
-          aşkını ölesiye sevmektir.
-          Aşkı icin  ölmektir,
-          öldürmektir. 
-          Sevdiceğinin elini bir kez tutamadan, toprağa girmektir.
En güzel aşk şiirlerini yüreğinde hissetmektir. 
Eşkiyaya türkü yakmaktır, Türk olmak.
Milletine sövmektir, ama  başkasına sövdürmemektir, Türk olmak.
Türk olmak;
-        Yunus'u bilmektir, 
-         Aşık Veysel'i sevmektir.
-         Mevlana'yi, Haci Bektaş-i Veli'yi ve Hoca Yesevî'yi 
-          tek bir satırını okumasa dayüreğinde taşımaktır.
Türk olmak;
-         saz çaldığında, 
-          ney üflendiğinde, 
-          kös dövüldüğünde ve kaval çaldığında, 
-          yüreğinin derinlerinde bir sızı sezmektir, 
-          bir de Yemen Türküsü'nde...
-          Hayatın sana verdiklerine 'Nasip', 
-          vermediklerine  'Kısmet'demektir. 
-         Her işin  'Hayırlısına'inanmaktır ve 
-          ağlamamak için çok  gülmekten çekinmektir.
Türk olmak; 
-         Asya'da batılı, 
-          Avrupa'da doğulu diye tepki görmektir.
Irk sözünü bilmeden yaşamak,  yaradılanı Yaradan'dan ötürü sevmektir.
-         Magazin programları ile dizilerin arasına sıkışsa da, 
-         silkinip üzerindeki ölü toprağını atabilmektir.
Türk olmak;
-        mahalle maçı için ayni saatte, 
-          on kişi buluşamazken, 
-          milyon kişinin bir araya gelmesidir.
-          Tavla oynarken bile kavga ederken, 
-          milyon kişinin kavga etmeden gösteri yapabilmesidir.
Türk olmak;
-        buhran zamanında Arjantin'de de mağazalar yağmalanırken, 
-         daha ağır buhranda sıraya girerek, 
-          sorumlusuna en ağır cezayi  tek bir cam kırmadansandıkta kesmektir.
Türk olmak; 
-         en zayif gününde bile dünyaya meydan okumak, 
-          en dertli gününde bile her ufunetin bir şafakta biteceğini bilerek 
-          tevekkül göstermektir.
Zor iştir Türk olmak. Türk olmak; 
-          Anadolu'da her düşen yağmur damlasına hamdetmek, 
-          her çıkan başak için şükretmektir.
Türk olmak, 
medeniyetler mezarlığı Anadolu'da dik durabilmektir

Çevrimdışı bekir7133

  • Bilge Üye
  • *****
  • 3.785
  • 9.880
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 3.785
  • 9.880
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 24 Şub 2013 21:26:50
  Hep paylaşın, defalarca okuyalım duyguaydın öğretmenim. Elinize, Türklükle dolu yüreğinize sağlık.

Çevrimdışı 38fatma

  • Bilge Üye
  • *****
  • 11.244
  • 134.807
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 11.244
  • 134.807
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 25 Şub 2013 05:46:41
Büyük Selçuklu Devleti: Tuğrul ve Çağrı Beyler Dönemi
Büyük Selçuklu devleti, Oğuzların Üçok kolunun Kınık boyuna mensup Türkler tarafından kurulmuştur. Devlet, adını Oğuzlar devletinde önemli yere sahip olan Selçuk Bey'den almıştır. Selçuk Bey'in ölümünden sonra, yerine oğlu Arslan Yabgu geçti. Arslan Yabgu'nun Gazneli Mahmut tarafından yakalanarak Hindistan'da hapsedilmesi Selçuk Bey'in torunları Tuğrul ve Çağrı Beylerin Gaznelilerle mücadelesine neden oldu.

Tuğrul ve Çağrı Beyler Dönemi

Arslan Yabgu'dan sonra yönetimi Tuğrul Bey ele aldı. Çağrı Bey de Tuğrul Bey'in yardımcısı olarak görev yaptı. 1040 Dandanakan Savaşı'nda Gaznelilerin yenilmesiyle Büyük Selçuklu Devleti resmen kuruldu. Bu dönemde Selçuklular ilk defa Bizanslılarla Erzurum bölgesinde karşılaştılar. 1048'de yapılan Pasinler Savaşı Bizans, Ermeni ve Gürcülerin yenilgisiyle sonuçlandı. İlk kez Türk – Ermeni ilişkilerinin başladığı bu savaş sonucunda; Bizanslılar, Büyük Selçukluların varlığını resmen tanımışlardır. Anadolu'nun Türkleşmesi için uygun ortam hazırlanmıştır. Trabzon'a kadar olan yerler Selçukluların eline geçmiştir.

Abbasi halifesinin yardım istemesi üzerine 1055'te Bağdat'a giren Tuğrul Bey, buradaki Büveyhoğulları hakimiyetine son verdi. Bu olay üzerine Abbasi halifesi, Tuğrul Bey'e iki kılıç kuşatarak O'na; “doğunun ve batının hükümdarı” ünvanını verdi. Böylece İslam dünyasının liderliği Türklere geçmiş oldu. Daha sonra 1060'ta Çağrı Bey 1063'te ise Tuğrul Bey

Çevrimdışı 38fatma

  • Bilge Üye
  • *****
  • 11.244
  • 134.807
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 11.244
  • 134.807
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 28 Şub 2013 06:46:40
Kutalmışoğlu Gazi Süleyman Şah
(1045 - 05 Haziran 1086 )


Anadolu’yu baştan başa fetheden ve bir Türk yurdu haline getiren Türk yiğididir. Babası, Kutalmış; dedesi, Arslan Yabgu; büyük dedesi, Selçuk Bey’dir.
Malazgirt savaşına katılan Gazi Süleyman Bey, Alparslan’ın isteği üzerine, kahraman arkadaşları ile birlikte Anadolu’nun fethi için görevlendirildi. Artuk, Tutuş, Dânişmend, Saltuk Beyler de, akıncı bölükleriyle çeşitli bölgelere gönderildi. Anadolu’nun bir Türk ülkesi olmasında bunların payı da büyüktür.
Anadolu’daki fetih ordusu, Kayseri civarında Bizans ordusuyla yaptığı savaşı kazandı Konya ile birlikte bütün orta Anadolu’yu fethetti. 1075'te de mühim bir Bizans şehri olan İznik ve havalisini ele geçirerek, oraya yerleşti.
Alparslan’dan sonra Selçuklu tahtına çıkan Sultan Melikşah, 1077'de Gazi Süleyman Bey'i Anadolu sultanı olarak ilan etti. Böylece, İznik merkez olmak üzere Anadolu Selçuklu devleti kurulmuş oldu. Askerlerine ve halka son derece iyi davranan ve adaletle iş ören Süleyman Şah Müslüman olmayan yerli halkın da takdirini kazanmıştı. İç isyanlar ve kötü idare yüzünden perişan olan yerli halk, huzura kavuştu. Azerbaycan, Türkistan ve Horasan'dan on binlerce Türk Anadolu’ya göç etmeye başladı.
Süleyman Şah 1082 yılında Çukurova'ya girdi Tarsus ve Adana’yı aldı. O’nun en büyük arzusu Antakya'yı ele geçirmekti. Bu maksatla yola çıktı. Kimseye belli etmeden 13 Aralık 1084 günü Antakya önlerine geldi ve ani bir hücumla şehri ele geçirdi. Şehrin büyük kilisesini camiye çevirdi. İlk cuma namazında 120 müezzin bir ağızdan ezan okudu. Süleyman Şah şehrin ahalisine çok iyi davrandı ve şehri baştan başa imar ettirdi.
Süleyman Şah’ın kumandanlarından Buldacı Bey, 1085 başlarında Maraş, Elbistan, Göksun ve Besni kalelerini fethederek bu bölgeleri Süleyman Şah’a bağladı. Çaka Bey İzmir'i fethetti; orada büyük bir donanma kurarak, adaların fethine çıktı. Gümüştekin Bey ise Urfa ve Antep çevresini fethetti.
1085'e doğru Anadolu'da kuvvetli bir devlet doğmuştu. Aynı yılın baharında Halep kuşatıldı. Halep emiri, Büyük Hakan Melikşah’a mektup yazarak, şehri kendisine teslim edebileceğini, Süleyman Şah’ı buradan çekmesini istedi. Ondan bir haber çıkmayınca, Melikşah’ın kardeşi, Suriye Meliki Tutuş’a haber göndererek, şehri teklif etti. Sultan Tutuş, teklifi kabul ederek, Halep’e geldi. Beraberinde Gazi Artuk Bey’de vardı.
İki Türk beyi, bir Arap’ın oyunu ile, karşı karşıya geldi. İki ordu 5 Haziran 1086'da Halep yakınlarında savaşa tutuştu. Muharebenin en şiddetli anında bir kısım askerler Süleyman Şah'ın safını terk ederek karşı tarafa geçtiler. Bunun üzerine Süleyman Şah'ın ordusu bozuldu. Kendisi de muharebe meydanında vuruşurken şehit düştü. Cenazesi büyük bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra Halep kapısında defnedildi. Kabri şu an Suriye sınırları içerisindeki Caber Kalesi’nde olup, bu büyük şehit, ay-yıldızlı Türk bayrağının gölgesinde yatmaktadır.



Çevrimdışı evgi-47

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 956
  • 5.482
  • 956
  • 5.482
# 02 Mar 2013 12:44:57
Kaşgarlı Mahmut
    XI. Yüzyıl'da yaşayan Türk dil bilginidir. Divân-ı Lügati’t-Türk adlı eseriyle ünlüdür. Karahanlılar soyundandır. 1072 yılında yazmaya başladığı eserini 1074'te tamamladı. Bağdat'ta Abbasî halifesi El-Muktedî Billah'a sundu. Eserin el yazması tek kopyası Fatih Millet Kütüphanesi'nde 1910 yılında bulundu. Öğretmen Kilisli Rifat Efendi'nin çevirisi üç, Besim Atalay'ın çevirisi beş cilt olarak basıldı.
    Karahanlılar döneminde yetişen ve ilk Türk dil bilgini olan Kaşgarlı Mahmut’un doğum tarihi, kesin olmamakla birlikte 1025 olarak biliniyor.
    Babası Barsaganlı bir bey idi. 1071-1077 arasında Bağdat’ta bulunan Kaşgarlı Mahmut, Türk kültürünün Araplara tanıtılmasında büyük rol oynadı.
    İbn-i Fadlan, Gerdizi, Tahir Mervezî, Muhammed Avfî ve Beyhakî gibi kendi döneminin Türk hayat ve cemiyetleri üzerine eğilen ünlü alimleriyle birlikte Türk illerini adım adım dolaştı.
    Çalışmalarında Türkçe’yi resmi dil olarak kabul eden Karahanlı Devleti’nden büyük destek gördü. Türkçe’nin serpilip gelişmeye başladığı o dönemde, Kaşgarlı Mahmut’la birlikte Balasagunlu Yusuf Has Hacib de Türk diline büyük hizmet etti. Bu iki Türk alimi, ortaya koydukları eserlerle, Türk dil birliğinin sağlanmasına önemli katkılarda bulundular.
     Aynı zamanda filolog, etnograf ve ilk Türk haritacısı. Divân-ı Lügati’t-Türk adlı eserinde; yaşadığı devirdeki Türk illerinin ve boylarının kullandığı ağızları canlı olarak tespit etti.
     Türk illerini, obalarını ve bozkırlarını birer birer dolaşan ve Türk dili ve kültürüne ait topladığı malzemeyi titizlikle inceleyerek eserlerine alan Kaşgarlı Mahmut; Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma ve Kırgız boylarının ağız ve lehçelerini karşılaştırmalı olarak işledi. Ona göre; Türk lehçelerinin en kolayı Oğuz lehçesi, en dürüst ve kullanışlısı Yağma ve Tuhsi şivesi, en edebisi ise Kaşgar Türkçesidir.
     Oğuz Türklerinin 24 boyu ile ilgili şemayı da verdiği eserinde, Türkçe’nin zenginliğini ve Arapça ile Farsça yanındaki değerini ispata çalıştı.
     Ayrıca Türkçe’yi Araplara öğretmek gayesiyle Kitâbu Cevâhirü’n-Nahvi Lügâti’t-Türk adlı gramer kitabını yazdı.
     Divân’ında Türk dilinin grameri yanında, Türk yer adları, Türk damgaları ve Türk topluluklarını da etraflı şekilde anlattı.
     Kaşgarlı Mahmut, ömrünün sonlarına doğru tekrar memleketi Kaşgar’a dönerek, tahminen 1090’da burada vefat etti.
     Doğu Türkistan’da bulunan Kaşgar şehrine 35 kilometre uzaklıktaki Azak köyünde olan kabri, 1983 yılı temmuz ayında bulundu.

Çevrimdışı kursungibi

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 506
  • 2.205
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 506
  • 2.205
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 02 Mar 2013 12:47:02
Piri Reis (?-1552)


Osmanlı, denizci. Dünya haritaları ve denizcilik kitabıyla tanınmıştır.

Doğum tarihi kesin olarak bilinmiyor. 1465-1470 arasında Gelibolu'da doğdu. Kahire'de öldü. Asıl adı Muhiddin Pirî'dir. Karamanlı Hacı Ali Mehmed'in oğlu ve ünlü Osmanlı denizcisi Kemal Reis'in yeğenidir. Akdeniz de korsanlık yapmakta olan amcasının yanında yaklaşık 1481'den sonra denize açıldı. 1487'de onunla birlikte İspanya'daki Müslümanlar'ın yardımına gitti. 1491-1493 arasında Sicilya, Sardunya, Korsika adalarına ve güney Fransa kıyılarına yapılan akınlara katıldı. Amcasıyla birlikte Osmanlı Devleti'nin hizmetine girerek 1499-1502 Osmanlı-Venedik Savaşı'nda bir savaş gemisinde kaptanlık yaptı. 1511'de amcasının ölümü üzerine Gelibolu'ya çekilerek Kitab-ı Bahriye (Denizcilik Kitabı) üzerinde çalıştı ve 1513'te bir dünya haritası çizdi.

1516 Mısır seferinde Osmanlı donanmasında kaptan olarak savaştı. 1517'de ilk çizdiği haritayı I. Selim'e (Yavuz) sundu. 1521'de Kitab-ı Bahriye'yi tamamladıktan sonra 1522'de Rodos seferine katıldı.1524'te sadrazam Makbul İbrahim Paşa'yı Mısır'a götüren gemiye kılavuzluk etti. Sadrazamın ilgilenmesi üzerine 1525'te Kitab-ı Bahriye'yi yeniden düzenleyerek onun aracılığıyla I. Süleyman'a (Kanuni) sundu 1528'de çizdiği ikinci haritasını da padişaha armağan etti. 1528'den sonra güney denizlerinde görev yaptı. Portekizlilerin Aden'i alması üzerine Süveyş'teki Osmanlı donanmasına kaptan atanarak 26 Şubat 1548'de Aden'i geri aldı. 1552'de önemli bir Portekiz üssü olan Maskat'ı ve ardından Kişm Adası'nı alarak Hürmüz Kalesi'ni kuşattı. Portekizliler'in Basra Körfezi'ni kapatmak istediklerini duyarak kuzeye yöneldi. Katar Yarımadası'na, Bahreyn Adası'na egemen olarak Mısır'a geçti. Donanmayı Basra Körfezi'nde bıraktığı için sefer sırasında kendisinden yardımını esirgeyen Basra Valisi Kubâd Paşa'nın da girişimleriyle suçlu görülerek idam edildi.

Büyük bir denizci olduğu kadar büyük bir haritacı olan Pirî Reis, korsanlık günlerinden başlayarak gezip gördüğü yerleri yabancı kaynaklardan da yararlanarak tarihi ve coğrafi özellikleriyle birlikte kitabında anlatmış ve haritalarını çizmiştir. Kitab-ı Bahriye'nin nazımla yazılan ve denizcilikle ilgili tüm bilgilerin toplandığı başlangıç bölümünde, genel açıklamalardan sonra Ege ve Akdeniz adaları tanıtılarak denizle ilgili gözlem ve deneyim önemi vurgulanır. Fırtına, rüzgâr çeşitleri, pusula ve haritanın tanımından sonra dünyayı kaplayan denizler ve karaların oranı belirtilir. Portekizliler'in denizcilikteki ilerlemeleri ve keşifleri, Çin Denizi, Hint Okyanusu, Akdeniz ve Ege Denizi'ndeki rüzgârlar, Basra Körfezi, Atlas Okyanusu ayrıntılı biçimde anlatılır.

Düz yazı ile anlatımın başladığı haritalı bölüm asıl metni oluşturur. Bu bölümde Çanakkale Boğazı'ndan başlayarak Ege Denizi kıyı ve adaları, Adriyatik denizi kıyıları, Batı İtalya, Güney Fransa, Doğu İspanya kıyılarıyla çevresindeki adalara ilişkin tarihi, coğrafi bilgiler verilerek kuzey Afrika kıyıları, Filistin, Suriye, Kıbrıs ve Anadolu kıyıları izlenerek Marmaris'te tüm Akdeniz'in havzası noktalanır.

1513'te çizdiği ilk haritasında Kristof Kolomb'un 1498'de çizdiği Amerika haritasından, Portekiz ve Arap haritalarından yararlandığını belirtir. Elde kalan parçası Avrupa ve Afrika'nın batı kıyılarıyla Atlas Okyanusunu, Antil Adalarını, orta ve Güney Amerika'yı gösterir. 1528'de çizdiği ikinci haritasından günümüze kalan parça, büyük bir dünya haritasının kuzey batı köşesi olup Atlas Okyanusu'nun kuzeyini, kuzey ve orta Amerika'nın yeni keşfedilmiş kıyılarını ve Grönland'dan Florida'ya uzanan kıyı şeridini içerir. Adalar ve kıyılar son keşiflere dayalı olarak daha doğru çizilidir. Keşfedilmeyen yerler ise beyaz bırakılarak, bilinmediği için çizilmediği belirtilir. İlk haritadan daha büyük ölçekli ve gelişkin olan ikincisi, teknik olarak döneminin en ileri örneğidir.

Çevrimdışı ayteking

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.027
  • 20.886
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 2.027
  • 20.886
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 02 Mar 2013 18:29:16
İsmail Gaspıralı (1851 - 1914)


Türk dünyasının büyük düşünce adamlarından ve reformistlerinden biri olan Gaspıralı İsmail Bey, Kırım Harbi (1853-1856) bütün şiddetiyle devam ederken, Bahçesaray'a iki saat mesafedeki Avcıköy'de dünyaya geldi. Babasının doğduğu köye nisbetle Gaspirinski (Gaspıralı) lâkabını alan İsmail Bey'in çocukluğu, Kırım Türk kültürünün beşiği olan Bahçesaray'da geçmiş ve bu şehir, onun ruhunda, sokakları, camileri, evleri ve özellikle Hansarayı ile, silinmez İzler bırakmıştır. Henüz on yaşındayken Akmescit lisesine gönderilen İsmail, orada İki sene kaldıktan sonra Varonej şehrindeki askerî okula nakledildi. Daha sonra Moskova Askerî İdadisi'ne gitti. Gaspralı bu dönemde en çok etkisinde kaldığı olay Ruslar’ın özellikle Türk karşıtlığından beslenen Panslavizm politikalarıdır. Genç İsmail buna karşı tepki koymak istemektedir. Bu yüzden okuldan ayrılmıştır. Okuldan ayrılan Gaspralı Zincirli Medresesi’nde Rusça öğretmeni olarak göreve başladı. Bîr buçuk yıl kadar süren bu görevi sırasında, bol bol okuyarak Rus edebiyatı ve fikir akımları hakkında esaslı bilgiler edinen İsmail Bey, bir yandan da Rus basınını takip ederek politik gelişmeleri ve Rusya'nın içte dışta izlediği politikayı daha İyi kavramaya çalıştı. İleride kafasını çok meşgul edecek olan "sosyalizm" hakkında da hayatının bu döneminde epeyce bilgi edinen Gaspıralı, 1869 yılında maaşı 600 rubleye çıkarılarak Yalla'da Dereköy mektebine tayin edildi, burada da iki yıl kaldıktan sonra, Bahçesaray'a dönerek yeniden Zincirli Medresesi'nde Rusça dersleri vermeye başladı. Gaspıralı, o zamana kadar kafasında teşekkül eden "yenilikçi" fikîrleri ilk olarak Zincirli Medresesi'nde uygulamaya çalıştı, talebelerine, asıl görevi dışında "usul-ü cedid" (yeni metod)'le Türkçe dersleri verdiği gibi, medreselerde uygulanan "skolastik" eğitim tarzını da eleştirmeye başladı. Fakat bu metod ilk başlarda tepkiyle karşılandı. Gaspralı’nın en büyük hedeflerinden biri İstanbul’a gitmekti. İstanbul’a giderek zabit olmayı istiyor fakat yarıda bıraktığı eğitimin buna engel olacağını düşünüyordu. Bu sebepten dolayı da 1871 yılında Paris’e giderek yarıda kalan eğitimini tamamladı. Gaspıralı, 1874 sonlarına kadar Paris'te kaldı. İsmail Bey, Paris’ten İstanbul’a gitmiş fakat bir türlü ideali olan memuriyeti yapma fırsatı bulamamıştı. Yazarlık hayatı da bu dönemde başladı. Zabitlik hayalinin gerçekleşemeyeceğini anlayınca, 1875 kışında Kırım'a dönen Gaspıralı, 1878'de Bahçesaray belediye başkanlığına seçilinceye kadar başka hiç bir işle uğraşmadı, sadece okudu ve milletinin hayatını inceledi. Gaspıralı İsmail Bey, 1878 yılında Bahçesaray belediye başkanlığına seçildi; bu görev sayesinde düşündüğü bazı yenilikleri gerçekleştirebileceğini zannediyordu, ne var ki önüne yine bazı engeller çıktı. Belediye başkanı olarak görevlerini -bütün imkânsızlıklara rağmen-yerine getirmeye çalışırken, aslı misyonunu da hiç unutmayan Gaspıralı, 1879 yılında, bir gazete çıkarmak için Rus hükümetine müracaat ettiyse de, bu müracaatı reddedildi. Fakat o, mutlaka yayın yoluyla milletine hizmet etmek istiyordu. 1881 yılında, "Genç Molla" müstear adı ile, ileride kitap olarak da yayınlanacak olan "Russkoe Musulmanstovo" (Rusya Müslümanları) başlıklı makalelerini yazarak Akmescit'te çıkan "Tavrida" gazetesinde yayınlandı. Gaspıralı, izin alamamasına rağmen, gazete çıkarma fikrinden asla vazgeçmemiştir. Bunun için, zemin yoklamak amacıyla, 1881 yılından başlayarak "Tonguç", "Ay", "Güneş", "Yıldız", "Mir'at-i Cedid" gibi çeşitli adlarla küçük risaleler yayınlamaya başladı. Ne var ki, Rus sansürü, bu risalelerin yayınını, adlan başka olsa da gazete hüviyeti taşıdıkları gerekçesiyle çok geçmeden yasaklayacaktır. "TERCÜMAN" Gaspıralı, bir gazete çıkarabilmek için tam dört yıl mücadele verdi, defalarca Petesburg'a giderek müracaatlarda bulundu ve nihayet 1883 yılında, Türkçe kısmı aynen Rusçaya da tercüme edilmek şartıyla "Tercüman-ı Ahval-i Zaman"ı yayınlama iznini kopardı. Adını Şfnasi'nin İstaNbul'da çıkardığı "Tercütman-ı Ahval"dan alan bu gazetenin Rusça adı da "Perevotcik" olacaktı. Zühre Hanım'ın ziynet eşyalarını ve annesinden kalan kıymetli elbiseleri satarak elde ettiği paraya, 300 ruble kadar abone parasını da ilave ederek eski bir makine ve bir miktar hurufat alan Gaspıralı, ilk nüshayı 10 Nisan 1883'te çıkardı. Türcüman,Rusya'da çıkan ilk Türk gazetesi değildi, ama yaygınlığı ve oynadığı rol bakımından en önemlisiydi. 1903 yılına kadar haftalık, 1903-1912 arasında haftada bazan iki, bazan üç defa, Eylül 1912'den sonra da günlük olarak tam 33 yıl yaşadı ve 1916 yılında kapandı. Küçük boyda dört sayfa olarak çıkmaya başlayan Tercüman çok geçmeden, devrin şartlarına ve okur yazarlık oranına göre çok yüksek sayılabilecek tirajlara ulaştı. Kafkasya, Kazan, Sibirya, Türkistan, Çin, hatta İran ve Mısır'da satılan Tercüman'ın büyük başarısı, Gaspıralı'nın sadece Rusya Türklerinin değil, bütün müslümanların meseleleriyle yakında ilgileniyordu. Bu aynı zamanda Dilde birlik fikrinin hayata geçmesi aynı dilin kullanılmasında önemli bir misyon yerine getirilmesi anlamına geliyordu. 1905 bunalımından sonra Kazan'da, Kafkasya'da, Türkistan'da ve Kırım 'da yayınlanan 35'ten fazla gazete ve dergide, çok sayıda hikâye ve romanda "Gaspıralı dili" kullanılmıştır. MÜSLÜMAN İTTİFAKI Tercüman gazetesi sayesinde geçmişte hayali olan Dilde birlik fikrinin yanısıra usu-ü Cedid okulunu da oluşturan ve yaygınlaştıran Gaspıralı İsmail Bey'in 1905 İhtilali'nden sonra Rusya Müslümanlarının ittifakı gayesiyle toplanan üç kongrede de önemli roller oynadı. Eğitim meselesinin ağırlıklı olarak ele alındığı III. Kongre'de "dil birliği" ile ilgili görüşlerini bütün Rusya Müslümanlarına resmen kabul ettirdi. (1906). "Usul-ü cedid" hareketinin başarısı ve Ekim Manifestosu 'ndan sonra müslümanların kazandığı hürriyet, öte yandan "Müslüman İttifakı" için yapılan kongreler Gaspıralı'nın cesaretini arttırdı. Gerçekte, yaptığı bütün faaliyetler, onun Türk birliğinin daha ileri bir merhalesi olarak İslâm birliğini hedeflediğini, fikrî yapısının Türkçü olduğu kadar, İslamcı bir nitelik de taşıdığını göstermektedir. Nitekim 1907'de, Kahire'de bir "İslâm Kongresi" toplayabilmek için büyük gayret sarf etti. 1910'da ise Hindistan'a gitti ve Bombay'daki "Encümen-i İslamiye"nin toplantılarına katılarak görüşlerini anlattı. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a gelmiş ve büyük bir heyecanla karşılanmıştır (1909). Türkiye Türklüğüne büyük bir ilgi duyan Gaspıralı, Kırım'da da Rus basınına karşı Türkiye'yi savunmaktan, aleyhteki yazılara cevap vermekten asla çekinmemişti. Birinci Dünya Savaşı arifesinde İstanbul'a tekrar gelerek Türkiye'yi savaşa girmemesi hususunda uyarmaya çalışan Gaspıralı, Türk dünyasının yetiştirdiği nadir zekalardan biriydi, büyük bir mücadele adamı ve gerçekten inanmış bir idealistti. Gaspıralı İsmail Bey, 11 Eylül 1914 Cuma günü Bahcesaray'da vefat etti. Ertesi gün muhteşem bir cenaze töreniyle, Mengligiray Han türbesi civarında toprağa verilen büyük idealistin ölümü, bütün İslâm dünyasında çok büyük bir teessür uyandırdı.

Çevrimdışı 38fatma

  • Bilge Üye
  • *****
  • 11.244
  • 134.807
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 11.244
  • 134.807
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 03 Mar 2013 06:54:00
Nizamülmülk  :XI. Yüzyılda yaşamış olan vezir Nizamülmülk, Doğu tarihinin yazdığı en büyük devlet adamlarından biri olmakla kalmamış, üniversiteler kurmak suretiyle bilimin yayılmasına çalışmıştır. Sanatkâr ve bilginleri korumuş, değerli eserler yazmış ve hükümdarlara en doğru yolu göstermiştir. Bütün bu büyük özelliklerinden dolayı ona “Memleketin nizamlarının kurucusu” anlamına gelen Nizamülmülk adı verilmiştir. Selçuklu Devleti’nin hizmetine girerek Alp Aslan’ın, Melikşah’ın baş vezirliğini ve danışmanlığını yaptı. Nizamülmülk’ün Selçuk Devleti’nin kuruluş ve gelişmesinde, sağlam bir devlet olarak organize edilişinde büyük rolü oldu. Bağdat ve Isfahan’da iki büyük ilim müessesesi kurdurdu. Yazdığı Siyasetname adlı değerli eser Batı dillerine de çevrildi. Ayrıca şiirler de yazdı. Ona göre “Hiçbir hükümdar veya ferman sahibi kimse bu eseri okumaktan kendisini uzak tutamaz.” “Bir hükümdarın halkına vereceği en büyük ihsan adalettir. Halk adaletle yönetimden memnun olursa, o memleket yaşar, her gün kudret ve güç kazanır. Memleket zulüm ile yaşayamaz. Hükümdar, zulüm görmüş olanların şikâyetlerini bizzat dinlemeli, zâlimden hakkı alıp zulüm görene vermelidir

Çevrimdışı çelebiç

  • Bilge Üye
  • *****
  • 1.720
  • 15.458
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 1.720
  • 15.458
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 03 Mar 2013 20:20:48

Ebulfez Elçibey

Asıl adı Ebulfez Kadir Güloğlu Aliyev olan Ebulfez Elçibey, 24 Haziran 1938’de Nahçıvan’ın Keleki köyünde doğdu. Babası İran Azerbaycanı'dan Kadirkulu Bey, annesi Anadolu'da doğup Keleki'ye göç etmiş Mehrinisa Hanım'dır. Babası 1943 yılında II. Dünya Savaşı'na katılmış ve bir daha kendisinden haber alınamamıştır. İlköğrenimini ve liseyi Nahçıvan'da zor şartlar altında tamamlamıştır.

1957-1962 yıllarıda Azerbaycan Devlet Üniversitesi Doğu Dilleri Enstitüsü, Arapça bölümünde okumuştur. Öğrencilik yıllarında Azerbaycan tarihini ve Azerbaycan inkılâbı tarihini öğreten dernekler kurmuştur. 1963-1964 yıllarında ise Mısır'da tercüman olarak çalıştı.

Elçibey, Azerbaycan'ın Rusya İmparatorluğu içinde bir sömürge olduğuna ve elbet bir gün bağımsız, demokratik bir cumhuriyet olacağına inanmıştır. Kendisini "Ben Atatürk'ün askeriyim" diye tabir etmiş ve Atatürk'ten, Gandhi'den ve 1918-1920 yılları arasında kurulmuş olan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti'nin kurucusu Mehmet Emin Resulzade'den etkilenmiştir. Kuzey ve Güney Azerbaycan'ın mutlaka birleşmesi ve Dağıstan'a, Gürcistan'a ve Ermenistan’a verilen Türk toprakları nın tekrar Azerbaycan'a geri verilmesini savunmuştur. "Turan'ın yolu birleşik Azerbaycan'dan geçer." diyordu.
Elçibey, 1970'lerde SSCB toprakları içindeki ülkesinin bağımsızlığı için çalışmaya başladı. 1975 yılında 'milliyetçilik' suçundan 1,5 yıl hapis yattı. KGB zindanlarında ve taş ocaklarında ağır şartlar altında kaldı. 1976 yılında Sovyetler Birliği'ne karşı propaganda yaptığı gerekçesiyle tekrar tutuklandı ve 1978 yılında şartlı olarak serbest bırakıldı. Serbest kaldıktan sonra, Azerbaycan Millî İlimler Akademisi'nde el yazmaları enstitüsünde görev yaptı. Görevi sırasında da bağımsızlık çalışmalarına devam etti. 1989'da Azerbaycan Halk Cephesi'ni kurdu ve başkanı seçildi. Halk Cephesi, Rus istihbaratının engellemelerine rağmen kısa sürede bir halk hareketi haline geldi. Öyle ki, 1989'da Gorbaçov hükümeti cepheyi resmen tanımak zorunda kaldı. Elçibey'in ilk aktif eylemi ise, binlerce Azeri'nin İran sınırına yaptığı ünlü yürüyüş oldu. Nahçıvan ve Astra'dan onbinlerce Azeri, 30 Aralık'ta 'Yaşasın Tebriz-Bakü' sloganlarıyla sınıra dayandığında, ne Rus askerleri ne de İran askerleri çatışmayı göze alabildi. Dikenli teller 'Birleşmiş Azerbaycan' sloganlarıyla parçalandı.
1990'da dünyaya 'barış ve kardeşlik' mesajları veren SSCB lideri Mihail Gorbaçov, Azerilere başka bir şeyi reva gördü: Kızıl Ordu. Önce kimse buna inanmadı. Ama 19 Ocak'ı 20 Ocak'a bağlayan gece umulmayan oldu ve Kızıl Ordu tankları tıpkı 70 yıl öncesindeki gibi Bakü'ye giriverdi. 1918'de Mehmet Emin Resulzade öncülüğünde kurulan Demokratik Azerbaycan Cumhuriyeti'nin 27 Nisan 1920'de Kızıl Ordu'nun paletleri altında ezilmesi gibi. Ama bu kez tarihin tekerrür etmesi bu kadarla kalacaktı. Bakü'deki ünlü Azatlık Meydanı'nı dolduran milyonlar kendilerini tankların önüne atıverdi. 130 kişi hayatını yitirdi, 700 kişi yaralandı. Ama bu harekâttan sonra siyasetin dengeleri de değişti. Azerbaycan SSR’nin başkanı Vezirov görevinden alındı ve yerine Moskova'nın 'has adamı' Ayaz Muttalibov getirildi.

Elçibey, Dağlık Karabağ’daki Ermeni ayrılıkçılığına yol vermemek ve Azerbaycan'ın SSCB’den bağımsızlığını kazanması için çalışmış ve 1991’de SSCB’nin dağılması ile Azerbaycan’a bağımsızlığını kazandırmıştır. Fakat, Elçibey’in Azerbaycan’ın cumhurbaşkanlığına geçmesi engellenmiş, cumhurbaşkanlığına KGB tarafından Azerbaycan SSR(Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti) Komünist Partisi başkanı Ayaz Mutallibov getirilmiştir. 1992’de Ermenilerce yapılan Hocalı Soykırımı’na karşı koyamaması sonucunda Mutallibov istifa etmek zorunda kalmış, Azerbaycan’ın ilk demokratik seçimleri yapılmış ve Ebulfez Elçibey cumhurbaşkanı seçilmiştir. Elçibey, Azerbaycan’ın demokratik yollarla başa gelen ilk cumhurbaşkanıdır. "Elçibey" soyadı da Ebulfez Elçibey'e meclis tarafından verilmiştir. Elçibey, iyi, güçlü asker anlamına geldiği gibi; lider, önder anlamına da gelmektedir. (Aynı bizde Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadının verilmesi gibi.)
1993'e girildiğinde Elçibey yönetimi petrol anlaşmalarını belli bir noktaya getirmişti. 15 Haziran'da Ermenilerle muhtemelen Kelbecer'in geri alınması için masaya oturacaktı. Ülke ekonomik ve siyasi bağımsızlığa adım adım yaklaşıyordu. Ama bu kez devreye girecek olan Suret Hüseyinov, Elçibey'in kaderini değiştirecekti. Elçibey, Gence'deki birliklerin komutanı olan Hüseyinov'a Karabağ'daki başarıları için kahramanlık unvanı vermişti. Ama onun hesabı başkaydı. Rusya'nın ve İran'ın desteğini aldığı söylenen Hüseyinov'un bir başka ilişkisi de o sıralarda Nahçıvan'da bulunan KGB tedrisatından geçmiş Haydar Aliyev'leydi. Aliyev, Bakü'de yavaş yavaş etkinliğini artırmıştı. Darbe 'geliyorum' diyordu. Hüseynov, Haziran 1993’te Gence’de ayaklanma başlattı. Elçibey, 3 Haziran'da Gence ve Bakü'deki olağanüstü hal ilanını uzatıp Gence'ye birlik gönderdi. Ama isyanı bastıramadı. Hüseyinov, Bakü'ye doğru harekete geçti. Çaresiz kalan Elçibey, Haydar Aliyev’i Bakü’ye çağırdı. Ülkenin yönetimini Aliyev’e devreden Elçibey, doğum yeri olan Nahçıvan’ın Keleki köyüne döndü. 2 hafta sonra geri dönmeye çalışmasına rağmen şahsi koruması tarafından uçağı kurşunlandı ve Nahçıvan’dan çıkış yolu kapandı. Ardından 4 yıl Keleki’nin abluka altında olması sebebiyle oradan ayrılamadı ve 4 yıl aradan sonra Bakü’ye döndü. Fakat Elçibey’in Bakü’ye dönmesi bir işe yaramadı, Haydar Aliyev, cumhurbaşkanlığını resmen ilan etti.

Elçibey , bunun üzerine 1997’de Bütöv Azerbaycan Birliği'ni kurarak Azerbaycan muhalefetine katıldı. Calışmalarını Kuzey ile Güney Azerbaycan'ın birleşmesi üzerine yoğunlaştırdı. 1998 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerine “demokratik ve adil olmadığı” gerekçesiyle katılmadı.
Elçibey 2000 yılında “prostat tümörü” hastalığına yakalandı. Tedavi için Ankara’daki GATA’ya yatırılan Elçibey, 62 yaşında tedavi gördüğü Ankara'da hayatını kaybetti.

Elçibey’in defin toresine 800.000 kişi katılmıştır. Haydar Aliyev, Elçibey’in defin törenine katılmak için alana gelmiş, alana girdiği an halk Aliyev’i "En büyük Elçibey, başka büyük yok!" sözleriyle protesto etti.. Bunun üzerine Haydar Aliyev, alanı terk etmek zorunda kaldı.

Elçibey, tam bir Türk sevdalısıydı. Cumhurbaşkanlığı boyunca da “Turan Birliği”ni kurmak için uğraştı. Tüm bağımsız Türk devletlerini tek tek ziyaret etti. Hatta bazı tarihçiler tarafından, Elçibey’in tüm Türk devletlerini birleşme konusunda ikna ettiği, fakat tam birleşme gerçekleşecekken Elçibey’in cumhurbaşkanlığını bırakması üzerine birleşmenin gerçekleşemediği söylenir.

Ruhun şad olsun Elçibey…

Çevrimdışı 38fatma

  • Bilge Üye
  • *****
  • 11.244
  • 134.807
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 11.244
  • 134.807
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 04 Mar 2013 06:06:09
FARABİ  (870-950)
 
İslam felsefesinin temelini atan ilk düşünürlerdendir.Getirdiği yeni yorumlarla Aristo’nun felsefesini İslam düşüncesiyle uzlaştırmaya  çalışmıştır.
 
Türkistan’da Maveraünnehir bölgesinin Farab kentinde doğan Farabi’nin asıl adı Ebu Nasr Muhammed bin Turhan bin Uzluğ’dur Babası Türk soyundan gelen İranlı bir kale komutanıydı.
 
İlköğrenimini memleketinde tamamlayan  Farabi yükseköğremini Bağdat’ta gördü.Önceleri İslam hukuku (fıkıh) ile ilgilendiyse de daha sonra bütünüyle felsefeye yöneldi.Farabi ana dili Türkçe’den başka Arapça ,Farsça,Süryanice ve Yunanca’da bilmekteydi.100’ü aşkın kitap yazan düşünür felsefenin yanı sıra tıp ve müzikle de ilgilendi.
 
Yapıtlarını Arapça yazmış olan Farabi’nin din,metafizik,evrenbilim,mantık,doğa bilimleri,ahlak,astronomi,kimya alanlarını kapsayan yapıtları bir çok dile çevrilmiştir

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK