Üç Aylar Ve Hayat Dersleri (2013)

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 21 Tem 2013 08:18:58
Hayırlı günler dilerim.

21 Temmuz 2013 Pazar  –  13 Ramazan 1434

ABBAD İBN-İ BİŞR

 «Ensardan üç kişi vardır ki fazilette hiç kimse onların üstüne çıkamamıştır. Hepsi de Beni Abdil-eşhel'den olan bu şahıslar:
Sa'd İbn-i Muaz, Useyd İbnu'l-Huzayr ve Abbad İbn-i Bişr'dir».
Abbad İbn-i Bişr, İslam davet tarihinde parlak bir isimdir...
Eğer onu abidler (çok ibadet edenler) arasında ararsan, onu; muttaki, temiz ve geceyi Kur'an cüzleriyle geçiren bir kimse olarak görürsün...
Eğer onu kahramanlar arasında ararsan, onu; cesur, dövüşken ve Allah'ın adını yükseltmek için çarpışan bir kimse olarak görürsün.
Şayet onu valiler arasında ararsan, onu; güçlü ve Müslümanların malları konusunda güvenilen bir kimse olarak görürsün...
Hatta Aişe, onun ve onun kavminden iki kişi hakkında şöyle demişti:
«— Ensar'dan üç kişi vardır ki fazilette hiç kimse onların üstüne çıkamamıştır. Hepsi de Beni Abdil-eşhel'den olan bu şahıslar: Sa’d İbn-i Muaz, Useyd İbnu'l-Huzayr ve Abbad İbn-i Bişr'dir».
Abbad İbn-i Bişr el-Eşheli, Yesrib ufuklarında Muhammed'in ilk hidayet ışıkları belirdiğinde, taptaze yüzünde namuslu ve temiz olmanın parlaklığı fark edilen, yaşı yirmi beşi geçmemiş olmasına rağmen hareketlerinde olgun kimselerin ağırbaşlılığı görülen mükemmel bir gençti.
Abbad, Mekkeli genç davetçi Mus'ab İbn-i Umeyr'e katılmıştı. İman bağlarının iki kalbi birleştirmesi, güzel huy ve hasletlerin iki gönlü bir araya getirmesi pek çabuk olmuştu.
O, Mus'ab'ı sıcak ve gümüş gibi sesiyle, çekici ve düşündürücü vurgularıyla Kur'an okurken dinlemiş ve Allah'ın kelamına âşık olmuştu. Kur'an'a kalbinin ortasında geniş bir yer açmış, onu kendisinin devamlı meşguliyeti haline getirmişti. Gecesinde, gündüzünde, hazarda ve seferde devamlı onu okurdu. Hatta o sahabe arasında «İmam» ve «Kur'an'ın dostu» diye tanınmıştı.
Rasulüllah (s.a.v.) bir gece, Aişe'nin mescide bitişik odasında namaz kılıyordu. Cebrail'in kalbine indirdiği şekliyle Kur'an'ı taptaze onlara okuyan Abbad ibn-i Bişr'in sesini işitti:
«— Aişe! Bu, Abbad İbn-i Bişr'in sesi mi?»
«— Evet, ya Rasülallah!»
«— Allah'ım! Ona mağfiret et».
Rasulüllah (s.a.v.) Zatu'r-Rika gazasından dönerken, geceyi geçirmeleri için Müslümanları bir vadide konaklatmıştı.
Bu arada Müslümanlardan biri harp esnasında kocası yokken bir müşrik kadınını esir almıştı. Kocası dönünce karısını bulamadı Muhammed’e ashabına yetişmeye ve onların kanını akıtmadıkça dönmemeye Lat'la Uzza adına yemin etmişti.
Müslümanlar develerini çöktürünce Rasulüllah (s.a.v.) onlara: Abbad İbn-i Bişr'le Ammar İbn-i Yasir kalkıp yanına gittiler:
«— Biz bekleyeceğiz ya Rasulallah!» dediler. Muhacirler Medine'ye geldiğinde, Peygamber ikisini kardeş yapmıştı.
Vadinin ağzına varınca, Abbad İbn-i Bişr kardeşi Ammar İbn-i Yasire:
«— Gece, ne zaman uyumak istersin, önce mi, sonra mı?» dedi.
Ammar:
«— Ben önce uyumak istiyorum» dedi ve ondan uzak olmayan bir yere yattı.
Gece sakindi. Yıldızlar, ağaçlar ve taşlar Rablerine hamd ederek teşbih çekiyorlar ve ona şükrediyorlardı. Abbad İbn-i Bişr'in gönlü ibadet etmeyi arzu etmiş ve kalbi Kur'an'ı özlemişti.
Ona göre en tatlı şey Kur'an'dı. Namaz kılarken onu okuduğunda, namazdan elde edilen sevabı, Kur'an okuma sevabına ilave ederdi.
Kıbleye yönelip namaza durdu. Düşündürücü, taze ve tatlı sesiyle Kehf suresinden okumaya başladı. Bu parlak ilahi nurun içinde yüzüp ışıklarının parıltısında boğulurken, hızla birisi geldi. Vadinin ağzında ayakta dikilen Abbad'ı uzaktan gördü. Peygamberle ashabının içerde; onunsa oradakilerin bekçisi olduğunu anladı. Yayının kirişini bağladı. Sadağından bir ok alıp attı ve ona isabet ettirdi.
Abbad vücudundan oku çıkardı ve Kur'an okuyuşunda coşarak namazına daldı.
Adam ona başka bir ok attı ve onu da isabet ettirdi. Abbad önceki gibi onu da çıkardı. Adamın attığı üçüncü oku da öncekiler gibi çıkardı, Abbad sürüne sürüne arkadaşının yanına gitti :
«- Kalk, yaralar bende güç kuvvet bırakmadı» dedi. Adam ikisini görünce, kaçıp gitmişti.
 Ammar, Abbad'a dikkatli bakınca, yaralan sebebiyle çok fazla kan kaybetmekte olduğunu gördü.
«—Subhanellah! Adam sana ilk oku attığında beni uyandırsaydın ya?!» dedi. Abbad:
«— Okumakta olduğum sureyi bitirmeden okumayı kesmek istemedim. Allah'a yemin ederim ki, Rasulüllah'ın (s.a.v.) bana korumayı emrettiği mevziyi kaybetme korkum olmasaydı, canımın kesilmesini onun kesilmesinden daha çok severdim».
Ebu Bekr zamanında, dinden dönenlerle bazı harpler yapılmıştı. Ebu Bekr yalancı Müseylime fitnesini yok etmek ve ona yardım eden mürtedleri yola getirmek ve onları yeniden İslam dairesine sokmak için büyük bir ordu hazırlamıştı.
Abbad İbn-i Bişr de orduya katılanlar arasındaydı.
Abbad Müslümanların kayda değer bir başarı elde edemedikleri bu savaşlar esnasında Ensar'la Muhacirlerin işi birbirlerinin üzerine atmaları yüzünden üzünülecek şeyler görüp yine onların birbirlerini suçlamaları yüzünden bazı kötü şeyler duymuştu. Bunun üzerine şu kanaate varmıştı:
Her birinin tek başına sorumluluk taşıması ve gerçek sabırlı mücahitlerin bilinmesi için, taraflar birbirlerinden ayrılırlarsa ancak, Müslümanlar bu savaşlarda başarıya ulaşabilirlerdi.
Son çarpışmadan önceki gece, Abbad İbn-i Bişr rüyasında; semanın onun için açıldığını, içine girince, onu çekip aldığını ve kapısını üzerine kapattığını gördü...
Sabah olunca, Ebu Said el-Hudri'ye rüyasını anlatıp şöyle dedi :
 «— Vallahi bu; şehit olmak demektir, Ebu Said!»
Gündüz olup savaşa başlanınca, Abbad İbn-i Bişr yüksek bir yere çıktı ve haykırmaya başladı:
«— Ey Ensar topluluğu! Siz diğerlerinden ayrılın... Kılıçlarınızın kınlarını kırın. Sizin yüzünüzden İslam'a bir zarar gelmesin».
Bunu devamlı tekrar etti. Nihayet; başlarında Sabit İbn-i Kays, Berra' ibn-i Malik ve Ebu Ducane'nin bulunduğu dört yüz kadar Ensar'lı yanında toplandı.
Abbad İbn-i Bişr yanındakileri, kılıçlarıyla safları yarmaya ve göğüsleriyle tehlikeleri karşılamaya götürdü. Nihayet yalancı Müseylime'nin ve etrafındakilerin gücü kırılıp «Ölüm Bahçesine sığındılar.
Abbad İbn-i Bişr, kanlar içinde bahçe duvarının dibine şehit düşmüştü.
Vücudunda birçok kılıç darbesi, mızrak ve ok yarası vardı. Onu ancak vücudundaki bir ben'den tanıyabilmişlerdi.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 22 Tem 2013 08:14:24
Hayırlı günler dilerim.

22 Temmuz 2013 Pazartesi  –  14 Ramazan 1434

ZEYD İBN-İ SABİT

«Hassan ve oğlundan sonra kafiyelerden kim anlar? Zeyd İbn-i Sabit'ten sonra manalardan kim anlar?»
Hicretin ikinci senesindeyiz.
Medine o gün Bedir harbine hazırlanan insanlarla dolup taşmaktaydı.
Peygamber, Allah yolunda cihat ve Allah'ın adını yeryüzünde kökleştirmek için hareket eden ilk orduya son defa göz atmaktaydı.
Tam bu sırada safların yanına daha on üçünü tamamlamamış, parlak zekalı küçük bir çocuk geldi.
Elinde, boyuna denk veya boyundan biraz daha uzun bir kılıçla Rasulüllah'a (s.a.v.) yaklaşıp:
«— Ya Rasulallah! Senin için canım feda olsun. Seninle beraber olmama ve senin sancağının altında Allah'ın düşmanlarıyla savaşmama izin ver» dedi:
Rasulüllah (s.a.v.) memnun ve hoşlanmış bir şekilde ona baktı, şefkat ve sevgiyle omzuna vurdu. Onun hatırını aldı ve yaşı küçük olduğu için onu geri çevirdi.
Küçük çocuk üzgün bir halde, kılıcını yere vura vura geri dönmüştü. Çünkü Rasulüllah'ın (s.a.v.) yapacağı ilk gazada onunla beraber olma şerefinden mahrum kalmıştı.
Arkasından annesi en-Nevvar Bint Malik de geri dönmüştü. Annesinin üzüntüsü oğlununkinden daha az değildi,
Annesi, oğlunun Rasulüllah'ın (s.a.v.) sancağı altında büyük adamlarla birlikte savaşmaya gittiğini gözleriyle görmeyi temenni ediyordu. Eğer hayatta olsaydı, babasının Rasülüllah'ın (s.a.v.) yanında olması beklenen yeri onun almasını istiyordu.
Ancak Ensarlı çocuk, yaşının küçüklüğü sebebiyle bu alanda Rasulüllah'a (s.a.v.) yaklaşmayı beceremeyince, kendini Peygamber'e yaklaştırmak için aklını başka bir alana kaydırdı...
İşte bu, ilim ve Kur'an ezberlemek alanıydı...                                 
Çocuk düşüncesini annesine açtı. Annesi buna çok sevindi ve onu gerçekleştirmek için çaba göstermeye başladı.
En-Nevvar, çocuğun arzu ve düşüncesini kavminden bazı kimselere anlattı.
Onu Rasulüllah'a (s.a.v.) götürüp şöyle dediler :,
«—Ya Rasulallah! Bu, oğlumuz Zeyd ibn-i Sabit'tir. Kur'an-ı Kerim'den -17 sure ezberlemiştir. Bu sureleri sana indirildiği şekilde düzgün bir şekilde okumaktadır.
Bunlardan başka o, beceriklidir. İyi okuma yazma bilir. Bunlarla, sana yakın olmayı ve seninle beraber olmayı istiyor. İstersen kendisini bir dinle».
Rasulüllah (s.a.v.) küçük Zeyd İbn-i Sabit'ten ezberlediklerinin bir kısmını dinlediğinde, tecvidinin güzel ve dilinin düzgün olduğunu gördü.
Gökyüzünde yıldızların parladığı gibi, Kur'an kelimeleri dudaklarında parlıyordu.
Okuyuşu, okuduğunun etkisine etki katıyordu...
Kelimeler üzerinde duruşu, okuduğu şeylere dikkat ettiğine ve manasını iyi anladığına işaret ediyordu.
Rasulüllah (s.a.v.) ondan çok memnun olmuştu. Çünkü Zeyd'i anlatılanın üstünde bulmuştu. Hele onun güzel yazı yazması memnuniyetini daha da artırmıştı.
Rasulüllah (s.a.v.) ona dönüp:
«— Zeyd! Benim için yahudilerin yazısını öğren, çünkü ben söylediğim şeylerde onlardan emin olamıyorum» dedi. Zeyd:
«— Baş üstüne ya Rasulallah!» diye cevap verdi.
Zeyd hemen İbrani dilini öğrenmeye sarıldı. Kısa bir sürede onu öğrendi. Rasulüllah (s.a.v.) yahudilere mektup yazmak istediğinde, İbrani diliyle yazmaya, yahudiler Rasulüllah'a (s,a,v.) yazdıklarında da onları okumaya başladı.
İbrani dilini öğrendiği gibi, Rasulüllah'ın (s.a.v.) emriyle Süryani dilini de öğrendi.
Böylece Zeyd İbn-i Sabit Rasulüllah'ın (s.a.v.) tercümanı olmuştu.
Rasulüllah (s.a.v.) Zeyd'in sağlam ve güvenilir, dikkatli ve anlayışlı olduğundan emin olunca, gökten yere gönderilende de ona güvenmiş ve onu vahiy kâtibi yapmıştı.

Kur'an'dan bir ayet nazil olduğu zaman, Zeyd'i çağırtır ve:
«— Yaz Zeyd!» derdi ve Zeyd de yazardı.
Zeyd İbn-i Sabit Rasulüllah'tan (s.a.v.) Kur'an'ı azar azar alıyor ve onun ayetleriyle büyüyüp gelişiyordu.
Kur'an'ı Rasulüllah'ın (s.a.v.) ağzından taptaze ve nüzul sebepleriyle bağlantılı olarak alıyor ve gönlü onun hidayet nurlarıyla parlıyor, aklı onun gösterdiği yolun sırlarıyla aydınlanıyordu...
Şanslı çocuk Kur'an'da ihtisas yapıyor ve o konuda Rasulüllah'ın (s.a.v.) vefatından sonra Muhammed ümmetinin ilk mercii oluyordu.
Ebu Bekr zamanında Allah'ın Kitabını cemeden (toplayan) ferin başı o idi.
Osman zamanında Mushafları tek nüshada birleştirenlerin önde gelenleri arasındaydı.
Bu makamdan sonra, arzuların ulaşmak istediği başka bir makam var mıydı?
Akıl sahiplerinin şaşırıp kaldığı durumlarda Kur'an, Zeyd İbn-i Sabit'e doğruluk yollarını aydınlatmak suretiyle lütufta bulunmuştur. Bunlardan birisi şöyledir:
Sakife günü Müslümanlar, Rasulüllah'ın (s.a.v.) halifesinin kim olacağı konusunda ihtilafa düşmüşlerdi. Muhacirler:
«— Rasulüllah'ın (s.a.v.) halifesi olmak bize aittir. Biz ona daha layığız» dediler. Ensar'dan bazıları:
«— Hayır, aksine halifelik bize aittir. Biz ona daha layığız» dediler. Bazıları da:
«— Hayır, hilafet hem bize hem de size aittir...
Rasulüllah (s.a.v.) sizden birini herhangi bir işe tayin ettiği zaman, yanına bizden birisini de verirdi» dediler.
Nerdeyse daha Peygamber defnedilmeden, aralarında kefenlenmiş bir halde dururken büyük bir fitne çıkıyordu.
İşte bu anda fitneyi büyümeden yok edecek ve şaşıranların yolunu aydınlatacak, Kur'an'ın gösterdiği doğru yola uygun kesin bir söz gerekiyordu.
Bu söz, Ensarlı Zeyd İbn-i Sabit'in ağzından çıktı: Kavmine dönüp:
«— Ey Ensar topluluğu! Şüphesiz Rasulüllah (s.a.v.) Muhacirlerdendi. Halifesi de onun gibi muhacir olacaktır. Biz ise Rasulüllah'ın (s.a.v.) yardımcıları (Ensar) olduk ve ondan sonraki halifesinin de yardımcıları (Ensar) ve hak olan şeylerde destekçileri olacağız».
Daha sonra elini Ebu Bekr es-Sıddik'a uzattı ve şöyle dedi: İşte bu, sizin halifenizdir. Ona bey ‘at ediniz».
Zeyd İbn-i Sabit, Kur'an'ın lütfuyla, Kur'an konusunda derin bir bilgiye sahip olmakla ve uzun zaman Rasulüllah'la (s.a.v.) bir arada kalmakla Müslümanların yol göstericisi haline gelmişti. Halifeler, çözülmesi güç meselelerde ona danışırlar, halk da problemleri konusunda ondan fetva isterdi. Özellikle miras konularında ona müracaat ederlerdi. Müslümanlar arasında mirasla ilgili hükümleri ondan daha iyi bilen ve miras taksimini ondan daha iyi beceren birisi yoktu.
Ömer Cabiye'de halka hitaben şu konuşmayı yapmıştı:
«— Ey insanlar! Kim Kur'an'la ilgili bir şey sormak isterse, Zeyd İbn-i Sabit'e gelsin...
Kim fıkıhla ilgili bir şey sormak isterse Muaz İbn-i Cebel'e gelsin...
Kim malla ilgili bir soru sormak isterse, bana gelsin. Allah beni mallara sahip olan ve onları taksim eden kişi yapmıştır».
Sahabe ve Tabiin arasındaki ilim talebeleri Zeyd İbn-i Sabit'in değerini anlamışlar, ilminden dolayı ona hürmet etmişlerdir.
İşte ilim denizi Abdullah İbn-i Abbas, Zeyd İbn-İ Sabit'i hayvanına binmek isterken görüyor ve onun için üzengiyi ve yuları tutuyor. Zeyd İbn-i Sabit:
«— Bunu yapmaktan vazgeç, Rasulüllah'ın (s.a.v.) amcaoğlu!» diyor. İbn-i Abbas:
«— Biz alimlerimize böyle davranmakla emr olunduk...» şeklinde cevap veriyor ve Zeyd, İbn-i Abbas'a:
«— Bana elini göster» diyor. İbn-i Abbas elini çıkarıyor ve Zeyd eğilip öperek şöyle diyor:
«— Biz de Peygamber'imizin Al-i Beyt'ine böyle davranmakla emr olunduk».                                                                       
Zeyd İbn-i Sabit vefat edince Müslümanlar onun ölümüyle toprağa gömülen ilme ağladılar. Ebu Hureyre şöyle demiştir:
«— Bugün bu ümmetin derin bir âlimi ölmüştür. Umulur ki Allah İbn-i Abbas'ı onun yerine geçirir».
Rasulüllah'ın (s.a.v.) şairi Hassan İbn-i Sabit de onun hakkında ve kendisi hakkında şu mersiyeyi yazmıştır:
«Hassan ve oğlundan sonra kafiyelerden kim lanlar?!
Zeyd İbn-i Sahit'ten sonra manalardan kim anlar?!»

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 23 Tem 2013 08:28:22
Hayırlı günler dilerim.

23 Temmuz 2013 Salı  –  15 Ramazan 1434

RABİA İBN-İ  KA'B

Rabia İbn-i Ka'b kendisi anlatmaktadır:
«Gönlüm iman nuruyla aydınlandığında ve kalbim İslam'ın manalarıyla dolduğunda taze bir gençtim.
Gözlerim Rasulüllah'ı (s.a.v.) ilk görüşünde, onu bütün organlarımı saran bir sevgiyle sevdim ve beni her şeyden alıkoyacak şekilde ona tutuldum.
Bir gün kendi kendime şöyle dedim:
«— Yazıklar olsun sana Rabia! Niçin kendini tamamen Rasulüllah'ın (s.a.v.) hizmetine vermiyorsun?»
Git, kendini ona arzet...
Eğer seni kabul ederse ona yakın olmak saadetine erer, sevgisini kazanır, dünya ve ahiretin en iyisini elde edersin.
Kendimi Rasulüllah'a (s.a.v.) arz etmekte ve beni hizmetine kabul etmesini rica etmekte gecikmedim.
Rasulüllah (s.a.v.) ricamı geri çevirmedi ve benim ona hizmet etmeme razı oldu.
O günden itibaren, Rasulüllah'ı gölgesinden daha iyi takip eden birisi olmuştum.
Nereye gitse onunla beraber yürür, nasıl dönse çevresinde öyle dönerdim.
Benim bulunduğum tarafa göz ucuyla bir defa baksa hemen, önüne dururdum.
O da bir ihtiyacı olunca, hemen onu yapmam için beni bulurdu.
Gün boyunca ona hizmet ederdim. Gün bitince o, yatsıyı kılıp evine çekilirdi. Ben de gitmeye niyet ederdim. Ama kendi kendime şöyle derdim:
Nereye gidiyorsun Rabia?
Belki geceleyin Rasulüllah'ın (s.a.v.) bir ihtiyacı olur.
Evinin eşiğinden ayrılmamak üzere kapıda otururdum.
Rasulüllah (s.a.v.) geceyi namaz kılarak geçirirdi. Çok defa Fatiha'yı okuduğunu duyardım. Gece yarısına kadar onu okur dururdu. Çok uzun sürdüğü için oradan ayrılırdım veya uyku bastığı için uyur kalırdım.
Çok defa, «Semia'llahu limen hamideh» dediğini duyardım. Onu da Fatiha'yı okuduğundan daha uzun sure okurdu.
Rasulüllah (s.a.v.) kendisine iyilikte bulunan kimseye onunkinden daha büyük bir iyilikle karşılık vermeyi isterdi.
Ona yaptığım hizmetten dolayı, bana karşılık vermeyi istemişti: Bir gün yanıma gelip :
«— Rabia!» dedi.
«— Buyur ya Rasulallah!» Allah sana saadet versin.
 Benden bir şey iste, onu sana vereyim». Biraz düşünüp şöyle dedim:
«— Ya Rasulallah! İsteyeceğimi düşünüp sana bildirmem için bana mühlet ver».
«— Tamam, zararı yok».
O sırada ben; ailesiz, parasız ve evsiz-barksız yoksul bir gençtim. Benim gibi yoksul Müslümanlarla birlikte mescidin sofasında kalıyordum.
Halk bize «İslam'ın misafirleri» derdi.
Müslümanlardan biri Rasulüllah'a (s.a.v.) bir sadaka getirdiği zaman, o sadakanın tamamını bize gönderirdi.
Yine birisi ona hediye verdiğinde, Rasulüllah (s.a.v.) bir kısmını kendisi alır, geri kalanını da bize verirdi.
İçimden şöyle geçirdim: Fakirlikten kurtulup zenginleşeceğim, başkaları gibi, mal, hanım ve çocuk sahibi olacağım dünya nimetlerinden birini isteyeyim.
Ancak şöyle demekte gecikmedim.
«— Yazıklar olsun sana Rabia İbn-i Ka'b! Dünya gelip geçicidir, fanidir. Aziz ve Celil olan Allah, senin dünyadaki rızkına kefildir. O dünya rızkı sana mutlaka gelecektir.
Peygamber'in Rabbi katında, isteği geri çevrilmeyen bir derecesi vardır. Ondan, senin için ahiret nimeti olan bir şeyi talep et».
Böylece içim rahatlamıştı. Daha sonra Rasulüllah'a geldim.
«—Ne diyorsun Rabia!»
«— Ya Rasulallah! Benim için Allah Ta ‘ala’ya; beni Cennet’te arkadaş etmesi için dua etmeni istiyorum».
«— Bunu sana kim tavsiye etti
«— Hiç kimse tavsiye etmedi. Fakat sen bana: Benden bir şey iste, onu sana vereyim, dediğinde içimden; dünya nimetlerinden olan bir şeyi senden istemeyi geçirmiştim.
Baki olanı (ahireti) fani olana tercih etmekte gecikmedim. Senden, benim cennette senin arkadaşın olmam için Allah'a dua etmeni istedim».
Rasulüllah (s.a.v.) uzun süre sustuktan sonra:
 «— Bundan başka bir istediğin var mı?» dedi.
«— Hayır, Ya Rasulallah! Ben senden bir şey isteyecek durumda değilim».
«— Öyleyse çok secde etmek suretiyle nefsine yardım et. (Çok ibadet ederek nefsini koru)».
Dünyada kendisine hizmet etmek ve sohbetinde bulunmak şerefine nail olduğum gibi, Cennet'te de Rasulüllah'la (s.a.v.) arkadaş olmak bahtiyarlığına nail olmak için çok ibadet etmeye başladım».
«Bu hadisenin üzerinden uzun bir zaman geçmeden Rasulüllah (s.a.v.) beni çağırıp" :
«—Evlenmek istemez misin Rabia?» dedi.
«— Hiçbir şeyin beni sana hizmetten alıkoymasını istemem ya Rasulallah!
Hem benim evleneceğim kadına verebileceğim ne Mehir param, ne de onu geçindirecek param var». Rasulüllah (s.a.v.) bunun üzerine sustu.
İkinci defa beni gördü:
«— Evlenmek istemez misin Rabia!» dedi. Ben yine önceki gibi cevap verdim. Fakat yalnız başıma kalınca, yaptığıma pişman oldum:
«— Yazıklar olsun sana Rabia!» dedim.
«— Vallahi, Peygamber senin dinin ve dünyan için sana uygun olanı senden daha iyi bilir. Eğer bundan sonra bir daha Rasulüllah (s.a.v.) beni evlenmeye davet ederse, kabul edeceğim».
Bunun üzerine uzun bir zaman geçmeden Rasulüllah (s.a.v.) bana :
<— Evlenmek istemez misin Rabia!» dedi. Ben de:
«— İsterim ya Rasulallah! Ama beni kim evlendirecek? Benim durumumu biliyorsun!»
Falancalara git ve onlara şöyle söyle:
«Rasulüllah (s.a.v.) size kızınız falanı bana vermenizi emrediyor».
Utana utana onlara geldim: 
«— Rasulüllah (s.a.v.)  kızınız falanı benimle evlendirmeniz iç beni size gönderdi»,
«— Falan kızı mı?»
 «— Evet».
- Rasulüllah'ın (s.a.v.) ve Rasulüllah'ın (s.a.v.) elçisinin başımızın üzerinde yeri vardır. Vallahi, Rasulüllah'ın (s.a.v.) elçisi ancak isteği yerine geldikten sonra döner...» dediler ve beni o kızla nikâhladılar.
Bunun üzerine Rasulüllah'a (s.a.v.) gelip:
«— Ya Rasülallah! En hayırlı evden geliyorum. Onlar benim doğruluğuma inandılar, bana ikramda bulundular ve kızlarını bana nikahladılar. Onlara Mihri nereden vereceğim?!»
Rasulüllah, (s.a.v.) Bureyde İbnu'l-Hasib'i -Kavmim Beni Eslem'in ileri gelenlerindendi- çağırıp şöyle dedi:
«— Bureyde! Rabia için bir çekirdek ağırlığında altıntopla». Benim için o kadar altını topladılar. Rasulüllah (s.a.v.) bana:
- Bunu onlara götür:  Bu, kızınızın mihridir de». Onlara geldim, mihri verdim. Kabul edip beğendiler ve şöyle dediler:
«— Bu, çok ve iyidir». Rasulüllah'a (s.a.v.) gelip:
«— Şimdiye kadar onlardan daha cömert ve iyi kimseler görmedim. Verdiğimi —az olmasına rağmen— beğenip şöyle dediler:
«— Bu çok ve iyidir. Ya Rasulallah! Düğün ziyafeti için nereden para bulacağım?»
Rasulüllah (s.a.v.) yine Bureyde'ye:
«— Rabia için bir koç parası toplayın», dedi ve benim için besili, büyük bir koç satın aldılar.
Rasulüllah (s.a.v.) bana:
«—Aişe'ye git ve ona, evdeki arpayı vermesini söyle» dedi. Ona gittim. Aişe bana:
«— Şu zembili al. İçinde yedi sa arpa var. Ondan başka da hiç yiyeceğimiz yok», dedi.
Koçu ve arpayı karımın ailesine götürdüm. Onlar:
«— Arpayı biz hazırlarız. Arkadaşlarına, koçu hazırlamalarını söyle» dediler.
Koçu alıp, — Eslem'den bazılarıyla— kestik. Derisini yüzüp etlerini pişirdik. Artık bizim de ekmek ve etimiz vardı. Düğün ziyafetine Rasulüllahı (s.a.v.) davet ettim ve o davete icabet etti.
Daha sonra Rasulüllah (s.a.v.) Ebu Bekimin arazisine komşu bir yeri bana bağışladı. Böylece dünyalık malım da olmuştu. Hatta bir hurma ağacı yüzünden Ebu Bekir'le anlaşmazlığa düştüm.
Ben:
«— O hurma ağacı benim arazimin içindedir» diyordum, O da:
«— Hayır, aksine benim arazimdedir» diyordu.
Yaptığımız münakaşa sonunda Ebu Bekir bana, kötü bir söz söyledi. Sonra pişman olup:
«— Rabia! Ödeşmemiz için, o sözü aynen sen de bana söyle» dedi.
«— Hayır, vallahi, ben bunu yapamam» dedim.
«— Öyleyse gidip senin benimle ödeşmediğini Rasulüllah'a (s.a.v.) şikayet edeceğim» dedi.

Peygamber'e gitti, ben de peşinden gittim. Kavmim Beni Eşlem de benim peşime düşüp, şöyle dediler:
«— Hem önce sana hakaret eden o, hem de senden önce gidip Rasulüllah'a (s.a.v.) şikayet eden o, olur mu öyle şey».
Onlara dönüp:
«— Yazıklar olsun size, bunun kim olduğunu biliyor musunuz?
Bu, Ebu Bekir es-Sıddık'tır.
Bu, Müslümanların şeyhidir...
Gelip sizi görmeden dönünüz. Çünkü o, sizin sırf bana yardım etmek için geldiğinizi zannedip öfkelenecek, sonra Rasulüllah'ın (s.a.v.) yanına gidecek, o öfkelendiği için Peygamber de öfkelenecek. O ikisi öfkelendiği için Allah da öfkelenecek ve Rabia da mahvolacak».
Bunun üzerine geri döndüler.
Ebu Bekir Peygamber'e gidip olayı olduğu gibi anlattı.
Rasulüllah (s.a.v.) başını kaldırıp bana:
«— Rabia! Siddık'la aranızdaki mesele nedir?»
«— Ya Rasulallah! Ebu Bekir kendisinin bana söylediği sözü benim de ona söylememi istedi ve ben de isteğini yerine getirmedim».
«— Evet, onun sana söylediğini, sen ona söylememelisin. Fakat sen şöyle söyle: Allah, Ebu Bekir'i bağışlasın».
Ebu Bekir’e:
«— Allah seni bağışlasın Ebu Bekir!» dedim.
Ebu Bekir, gözleri yaş dolu:
«—Allah, benim yüzümden sana hayırla karşılık versin, ey Rabia İbn-i Ka'b».
«— Allah, benim yüzümden sana hayırla karşılık versin, ey Rabia İbn-i Ka'b» diyerek ayrıldı.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 24 Tem 2013 08:10:58
Hayırlı günler dilerim.

24 Temmuz 2013 Çarşamba  –  16 Ramazan 1434

EBU'L-AS İBNU'R-RABİ

 «Ebu'l-As bana doğruyu söyledi. Verdiği sözü de yerine getirdi».
Ebu'l-As İbnu'r-Rabi el-Abşemi el-Kuraşi, yakışıklı, hiçbir eksiği olmayan mükemmel bir gençti. Güzel huy ve özelliklerin hepsini kendisinde toplamış örnek bir gençti.
Kış yaz seferler düzenleyen Kureyş'in ticaret sevgisi Ebu'l-As'a da geçmişti. Develeri Mekke'yle Suriye arasında gidip geliyordu. Onun kervanında yüz deve ve iki yüz kişi bulunurdu. Halk, ticaret için mallarını ona verirlerdi. Çünkü onun becerikli, dürüst ve emin birisi olduğunu anlamışlardı.
Ebu'l-As'ın teyzesi, Muhammed'in hanımı olan Hadice bint-i Huveylid, onu kendi oğlu yerine koyuyor, ona kalbinde ve evinde seve seve oturabileceği bir yer ayırıyordu.
Muhammed İbn-i Abdullah'ın Ebu'l-As'a olan sevgisi ise Hadice'ninkinden daha az ve daha aşağı değildi.
Muhammed İbn-i Abdullah'ın evinde yıllar süratle ve kolayca geçmişti. En büyük kızı Zeyneb büyümüştü. Mekke eşrafının oğulları gönüllerinden onu geçirmişlerdi.
Bu neden olmasındı? Çünkü o, Kureyş kızlarının soyu en köklü, anası babası en şerefli, ahlâkı ve terbiyesi en güzel olanıydı.
Fakat onu nasıl elde edebilirlerdi?
Onların arasına kızın teyze oğlu Ebu'l-As İbnu'r-Rabi girmişti.
Zeyneb bint-i Muhammed'in Ebu'l-As'la birleşmesinin üzerinden sadece birkaç yıl geçmişti ki, Mekke ilahi ve yüce nurla aydınlanmış, Allah, Peygamber'! Hz. Muhammed'i doğru ve hak dinle göndermiş, ona en yakın akrabalarını uyarmayı emretmişti. Kadınlardan ona ilk iman eden, hanımı Hadice bint-i Huveylid, kızları Zeyneb, Rukıyye, Ummu Külsum ve o sırada küçük olmasına rağmen Fâtıma olmuştu.
Ancak damadı, Ebu'l-As, baba ve dedelerinin dininden ayrılmayı istememiş, hanımını candan ve içten sevmesine rağmen, onun girdiği dine girmeyi kabul etmemişti.
Rasulallah'la (s.a.v.) Kureyş arasındaki kavga artınca, Kureyşliler aralarında şöyle konuştular:
«— Yazıklar olsun size! Gençlerinizi, kızlarıyla evlendirmekle Muhammed'in dert ve tasalarını siz yüklenmiş oldunuz. Eğer kızlarını ona geri verseydiniz, şimdi sizin yerinize onlarla uğraşırdı.»
«— İyi düşündünüz» deyip Ebu'l-As'a gittiler. Ona:
«— Hanımını terk et Ebu'l-As! Onu babasının evine geri gönder. Biz seni Kureyş kadınlarının en güzellerinden dilediğinle evlendiririz» dediler. Ebu'l-As:
«— Hayır, ben hanımımı terk edemem. Üstelik bütün dünya kadınlarının ona denk olmasını istemem» dedi. Fakat Rukiyye ile Ummu Kulsum kocaları tarafından boşanıp babasının evine gönderildiler. Rasulallah (s.a.v.) onların geri gönderilmelerine memnun olmuştu. Ebu'l-As'ın da diğerleri gibi yapmasını istiyordu. Fakat henüz hem buna zorlayacak kuvvete sahip değildi, hem de —henüz— mümin kadının müşrik erkekle evlenmesi haram kılınmamıştı.
Rasulallah (s.a.v.) Medine'ye hicret edip oradaki durumu güçlenince ve Kureyş Bedir'de onunla savaşmaya çıkınca, Ebu'l-As da onlarla birlikte çıkmaya mecbur kalmıştı...
Çünkü onun Müslümanlarla çarpışma arzusu ve onlara dil uzatma gayesi yoktu. Fakat kavmi içindeki mevkisi, onu birlikte gitmeye sevk etmişti. Bedir, şirkin burnunu sürten, ele başlarının sırtını yere getiren, Kureyş'in kötü yenilgisiyle sona ermişti. Kimisi öldürülmüş, kimisi esir edilmiş, kimisi de kaçarak kurtulmuştu.
Esirlerin arasında Zeyneb bint-i Muhammed'in kocası Ebu'l-As'da vardı.
Hz. Peygamber esirlere, kendilerini esirlikten kurtaracak bir fidye vermelerini şart koşmuş, esirin kavmi içindeki durumuna ve zenginliğine göre fidyeyi, bin dirhemle dört bin dirhem arasında takdir etmişti.
Esirlerin fidye paralarını götürmek üzere Mekke'yle Medine arasında elçiler gidip gelmeye başlamıştı.
Zeyneb, kocası Ebu'l-As'ın fidyesini götürmek üzere adamını Medine'ye gönderdi.
O, Ebu'l-As'ın gelin gittiği gün annesi Hadice bint-i Huveylid'in kendisine hediye ettiği bir gerdanlığı fidye olarak göndermişti. Gerdanlığı görünce Peygamber'in yüzünü derin bir hüzün kapladı ve kızına acıdı. Ashabına dönüp:
«—Zeyneb, Ebu'l-As'ın kurtulması için bunu göndermiş, mümkünse onun esirini serbest bırakıp, fidyesini geri gönderin» dedi.
«— Tamam ya Rasulallah! Seni memnun etmek için arzu edileni yapacağız» dediler.
Ancak Rasulallah (s.a.v.) serbest bırakılmadan önce Ebu'l-As'a, kızı Zeyneb'i gecikmeden kendisine getirmesini şart koştu.
Ebu'l-As Mekke'ye varır varmaz sözünü yerine getirmeye koştu...
Karısından gitmek için hazırlanmasını istedi. Ona; babasının adamlarının Mekke yakınlarında bir yerde onu bekleyeceklerini söyledi. Karısına yol azığı ve bir binek hazırladı. Kardeşi Amr ibnu'r-Rabi'den yengesiyle birlikte gitmesini ve onu götürecek olanlara bizzat kendisinin teslim etmesini istedi.
Amr İbnu'r-Rabi yayını omzuna aldı, ok kuburunu da yüklendi Zeyneb'i hevdecine bindirdi. Gündüz açıkça Kureyş'in gözleri önünde, onu Mekke'den çıkardı. Halk bunun üzerine galeyana geldi. Peşlerine düştüler. Pek uzaklaşmadan yetiştiler.
Bu sırada Amr yayını gerdi, oklarını da önüne yaydı:
«— Kim Zeyneb'e yaklaşacak olursa, boynuna bir ok şaplarım» dedi. Çünkü attığı her oku hedefine isabet ettiren iyi bir atıcı idi.
Ebu Sufyan İbn-i Harb, Amr'ın yanına gelip şöyle dedi:
«— Yeğenim! Bize ok atmaktan vazgeç de seninle konuşalım». Amr ok atmaktan vazgeçince:
«— Senin yaptığın doğru değil.
Bütün araplar, babası Muhammed karşısında başlarına gelen felâketi unutmamışken, sen Zeyneb'i halkın gözleri önünde açıkça Mekke'den çıkardın.
Eğer onun kızını açıkça çıkarırsan ki öyle yaptın kabileler bizi korkaklık, beceriksizlik ve aşağılıkla suçlarlar. Onu geri götür ve bir kaç gün kocasının evinde tut. Halk bizim onu geri aldığımızdan söz etmeye başlayınca, tekrar onu gizlice aramızdan götür ve babasına ver. Bizim onu babasından ayrı tutma isteğimiz falan yok...»

Amr bunu kabul etti ve Zeyneb'i Mekke'ye geri götürdü...
Birkaç gün sonra geceleyin onu Mekke'den çıkarıp kardeşinin dediği gibi, bizzat babasının elçilerine teslim etti.
Ebu'l-As, hanımı ayrıldıktan sonra bir müddet Mekke'de kaldı. Fetihten biraz önce, ticaret için Suriye'ye gitmişti. Yüz deveye varan kervanıyla ve yüz yetmişten fazla adamıyla Mekke'ye dönerken Rasulallah'ın (s.a.v.) bir seriyyesi onu yakalamak İçin Medine yakınlarına çıkmıştı. Seriyyedekiler kervana el koyup, adamlarını yakaladılar. Fakat Ebu'l-As ellerinden kurtulduğu için onu ele geçiremediler.
Ebu'l-As gece karanlığında gizlice ve korka korka Medine'ye girdi. Zeyneb'in evine gitti. Ondan sığınma hakkı istedi. Zeyneb de ona sığınma hakkı verdi.
Rasulallah (s.a.v.) sabah namazına gitmişti. Mihraba durdu, tekbir aldı. Cemaat da tekbir aldı. O sırada Zeyneb kadınlar sofasından şöyle haykırdı:
«— Ey cemaat! Ben Muhammed'in kızı Zeyneb'im. Ben Ebu'l-As'a aman verdim. Siz de aman veriniz».
Rasulallah (s.a.v.) selâm verince, cemaate dönüp:
«— Benim duyduğumu siz de duydunuz mu?» dedi.
«— Evet! ya Rasulallah» dediler.
«— Gamın elinde olan Allah'a yemin olsun ki; bu konuda başka bir şey bilmiyorum. Ben de sizin duyduğunuzu duydum. Şüphesiz Müslümanların en zayıfı bile eman verebilir». Rasulallah (s.a.v.) daha sonra evine gitti ve kızına şöyle dedi:
«— Ebu'l-As'ı evinde ağırla ama artık senin ona helâl olmadığını bil».
Daha sonra kervanı ele geçiren ve adamlarını esir eden seriyye mensuplarını çağırıp:
«— Biliyorsunuz, malına el koyduğunuz bu adam bizdendir. Eğer iyi davranıp malını ona geri verirseniz arzu ettiğimiz şey olur. Şayet geri vermeyi kabul etmezseniz, o mal Allah'ın size gönderdiği ganimettir, sizin en tabii hakkınızdır» dedi.
Ebu'l-As malını almaya gelince;
«— Ebu'l-As! Rasulallah'ın (s.a.v.) amcaoğlu ve damadı olarak, senin Kureyş içinde şerefli bir yerin var. Müslüman olmak istemez misin? Eğer Müslüman olursan, biz de sana bütün malları geri veririz. Böylece Medine'de bizim yanımızda, Mekkeliler ‘in sendeki mallarıyla refah içinde yaşarsın».
«—Beni yeni dinime zulümle başlamaya davet etmeniz ne kötü!» diye cevap verdi.
Ebu'l-As kervanı ve mallarını Mekke'ye götürdü. Oraya varınca, her hak sahibinin hakkını verdi ve şöyle dedi:
«— Ey Kureyşliler! Herhangi birinizin benden alacağı var mı?»
«— Hayır, biz senin sözüne sadık ve iyi bir kimse olduğunu gördük» dediler.
«— Mademki hakkınız olan şeyleri size ödedim. Şimdi ben, Allah'tan başka Tanrı olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ediyorum...
Vallahi, Medine'de Muhammed'in yanında Müslüman olmama, sadece, sizin mallarınızı yemek istediğimi zannetmenizden korkmam engel olmuştur...
Allah o malları size geri gönderinceye bende emaneti üzerimden atınca, Müslüman oldum».
Ebu'l-As Mekke'den ayrılıp Rasulallah'a (s.a.v.) geldi. Rasulallah (s.a.v.) onu iyi bir şekilde karşıladı ve hanımını ona geri verdi. Ondan şöyle bahsediyordu:
«— O bana doğruyu söyledi ve sözünü yerine getirdi».

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 25 Tem 2013 08:32:49
Hayırlı günler dilerim.

25 Temmuz 2013 Perşembe  –  17 Ramazan 1434

ASIM İBN-İ SABİT

 «Kim düşmanla savaşırsa. Asım İbn Sabit gibi savaşsın».
Kureyş'in hepsi Uhud'da Muhammed İbn-i Abdullah'la karşılaşmaya çıkmıştı.
İçleri kinle doluydu. Bedir'deki ölülerinin öçleri kanlarında alev alev yanıyordu.
Bunlar da yetmemiş, erkekleri harbe teşvik etmesi ve kahramanların içindeki hamiyyeti alevlendirmesi ve gevşedikleri zaman azimlerini artırmaları için yanlarında kadınlarını da çıkarmışlardı.
Harbe katılan kadınlar arasında: Ebu Sufyan'ın eşi Hind Bint Utbe, Amr İbnu'l-As'ın ieşi Ryta Bint Münebbih ve Sulafe Bint Sa'd da vardı. Sulafe kocası Talha ve çocukları Musafi, el-Gulas ve Kilab'la beraberdi. Bunlardan başka birçok kadın vardı.
İki ordu Uhud'da karşılaşıp harbe tutuşunca, Hind Bint Utbe ve beraberindeki kadınlar safların gerisinde durup ellerine defleri aldılar ve çalıp söylemeye başladılar:
«Eğer harb ederseniz, sizi kucaklar ve arkanıza yastıklar koyarız.
Eğer harpten kaçarsanız, sizi sevmeyiz,  terk ederiz».
Kadınlarının bu şarkıyı söylemeleri savaşanların hamiyyetinl coşturuyor ve kocalarının gönüllerini büyülüyordu.
Daha sonra harp Kureyş'in Müslümanlara galip gelmesiyle sonuçlandı. Kadınlar ortaya çıkıp zafer sarhoşluğuyla şarkı söyleyerek savaş alanında dolaşmaya başladılar...
Bu arada, iğrenç bir şekilde ölülerin organlarını koparmaya başladılar. Karınlarını deştiler, gözlerini oydular,  kulaklarını ve burunlarını kopardılar.
Hatta birisi öfkesini alamayıp burun ve kulaklardan, gerdanlık ve halhallar yaptı. Bedir'de öldürülen babasının, kardeşinin ve amcasının intikamını almak için onlarla süslendi...
Ancak Sulafe bint-i Sa'd'ın, akranı olan diğer Kureyş kadınlarından farklı bir durumu vardı...
Onun endişeli ve sıkıntılı bir hali vardı. Ne yaptıklarını öğrenmek, zafer şenliğinde diğer kadınlara katılmak için, kocasının veya üç oğlundan birinin yanına gelmesini bekliyordu.
Ama beklemesi boş yere uzamıştı. Savaş alanının biraz daha içine girdi ve ölülerin yüzlerini incelemeye başladı. Kocasını kanlar içinde yere yıkılmış bir halde buldu. Ürkmüş dişi arslan gibi koşuyor ve her yerde çocukları Musafi, Kilab ve el-Culas'ı arıyordu.
Çok geçmedi, onların da Uhud'un eteklerine uzandıklarını gördü.
Musafi ile Kilab hayata veda etmişlerdi.
El-Culas'a da son nefeslerini verirken yetişmişti.
Sulafe can çekişmekte olan oğlunun üzerine eğildi ve başını kucağına koydu. Alnından ve ağzından akan kanlan silmeye başladı.
Başına gelen korkunç felaketten dolayı kendi gözlerindeki yaşlar kurumuştu. Tekrar oğlunun üzerine eğildi:
«— Seni kim yaktı yavrum?» Oğlu cevap vermeye niyetlendi ama ölüm hırıltısı ona engel oldu. Sorusunu birkaç defa tekrar etti. Nihayet oğlu:
«— Beni Asım İbn-i Sabit yaktı ve .... ve kardeşim Musafi'i de o yaktı ve ....» dedi ve son nefesini verdi.
Sulafe bint-i Sa'd çılgına dönmüştü. Feryat ederek ağlamaya başladı. Kureyş, Asım İbn-i Sabit'ten Sulafe namına oğlunun öcünü almadıkça ve içinde şarap içmek için Asım'ın kafatasını ona vermedikçe, üzüntüsünün geçmeyeceğine, gözyaşlarının kurumayacağına Lat’la Uz-za'ya yemin etti.
Daha sonra Asım'ı esir edecek veya onu öldürüp kellesini getirecek olana, onun dilediği kadar çok para vereceğine dair söz verdi.
Onun bu sözü Kureyş İçinde yayıldı. Mekke gençlerinin her biri Asım İbn-i Sabit'i ele geçirmeyi ve Sulafe'ye onun kellesini sunmayı arzu etmeye başladı. Kim bilir, belki mükâfatı kazanan kendisi olabilirdi.
Uhud harbinden sonra Müslümanlar Medine'ye döndüler. Harbi ve orada olanları aralarında konuşmaya başladılar, Şehit olan kahramanlara Allah'tan rahmet diliyorlar, iyi savaşan yiğitleri de övüyorlardı. Konuştukları kimseler arasında Asım İbn-i Sabit'i de hatırladılar. Öldürdüğü kimseler arasında aynı evden üç kardeşi öldürmesinin nasıl ona nasip olduğuna şaşırdılar. Birisi:
«— Bunda şaşılacak bir şey yok?» Hatırlamıyor musunuz? Bedirden biraz önce Rasulallah (s.a.v.) bize : «Nasıl savaşıyorsunuz?» diye sormuştu da, Asım İbn-i Sabit kalkıp eline yayını alarak şöyle demişti:
«— Düşmanlar yüz arşın kadar yakınımızda olurlarsa, savaşı ok atarak yaparız.
Mızraklar onlara ulaşacak kadar yaklaşırlarsa mızrakla dövüş şeklinde olur.
Mızraklar kırılırsa, onları bırakır, kılıçları alırız ve öyle savaşırız...» Rasulallah (s.a.v.) da şöyle buyurmuştu:
«—İşte harp böyle olur... Kim düşmanla savaşırsa, Asım gibi savaşsın...»
Uhud'un üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra, Rasulallah (s.a.v.) sahabeden altı kişiyi bir iş için görevlendirmişti. Asım İbn-i Sabit'i de onlara başkan yapmıştı.
En hayırlı kişilerin meydana getirdiği bu grup Peygamber'in kendilerine verdiği emri yerine getirmek için yola çıktılar. Onlar, Mekke yakınlarındaki bir yoldayken bazı Huzeylli'ler haberdar olup hızla peşlerine düştüler Ve onları sardılar.
Asım'la beraberindekiler kılıçlarını çektiler ve kendilerini saranlarla dövüşmeye niyetlendiler. Huzeylli'ler onlara
«:— Sizin bizimle uğraşacak güç ve kuvvetiniz yok. Eğer teslim olursanız, size kötülük yapmak istemiyoruz. Bu konuda Allah adına söz veriyoruz...»
Rasulallah'ın (s.a.v.) ashabı ne yapacakları konusunda aralarında konuşuyorlarmış gibi birbirlerine bakmaya başladılar. Asım arkadaşlarına dönüp:
«— Ben bir müşriğin sözüne güvenemem» dedi. Arkasından Sulafe'nin verdiği sözü hatırladı ve şöyle diyerek kılıcını çekti:
«— Allah'ım! Senin dinin için dövüşüyorum ve onu koruyorum. Sen de benim etimi ve kemiğimi koru. Allah'ın düşmanlarından hiçbiri onları ele geçiremesin...»
Asım Huzeylli'iere hücum etti, onu diğer iki arkadaşı takip etti. Üçü devamlı dövüştüler ama arka arkaya yere yıkıldılar.
Geri kalan arkadaşları Huzeylli'lere teslim oldular. Fakat Huzeylli'ler verdikleri sözü en kötü şekilde bozmakta gecikmediler.
Huzeylli'ler işin başlangıcında öldürdüklerinden birisinin Asım İbn-i Sabit olduğunu bilmiyorlardı. Bunu öğrenince çok sevindiler ve büyük mükâfat alma umuduna kapıldılar.
Bunda bir gariplik yoktu... Sulafe bint-i Sa'd, eğer Asım İbn-i Sabit'i ele geçirirse kafatasıyla şarap içeceğine söz vermemiş miydi?
Onu, diri veya ölü olarak getirene istediği kadar para vereceğini vadetmemiş miydi?
Asım İbn-i Sabit'in yere yıkılışından birkaç saat sonra Kureyş onun öldürüldüğünü haber aldı. Huzeyl Kabilesi Mekke'ye yakın bir yerde ikamet ediyordu.
Kureyş ileri gelenleri, kellesini istemek üzere Asım'ı öldürenlere birisini gönderdiler. Çünkü Sulafe bint-i Sa'd'ın hararetini söndürmek, yemininin doğruluğunu göstermek ve Asım İbn-i Sabit'in bizzat yere serdiği üç çocuğuna duyduğu üzüntüyü biraz hafifletmek istiyorlardı...
Gönderdikleri adama bol para verip Asım'ın kellesine kavuşmak için o parayı cömertçe Huzeylli'lere dağıtmasını söylediler.
Huzeylli'ler başını koparmak için Asım İbn-i Sabit'in cesedinin yanına gittiler. Ansızın, onun üzerine konmuş eşek arılarıyla karşılaştılar. Her taraftan Asım'ın cesedini sarmışlardı...
Ne zaman cesede yaklaşmak isteseler, arılar yüzlerine doğru uçuşup yüzlerini, alınlarını ve vücutlarının her yerini sokuyorlardı. Böylece cesede kimseyi yaklaştırmıyorlardı.
Birkaç defa denediler ama ona yaklaşmaktan ümitlerini kestiler. Birbirlerine:
«— Akşam karanlığı çökünceye kadar onunla uğraşmayalım. Karanlık çökünce eşek arıları gider, o da bize kalır» dediler.

Uzak olmayan bir yerde beklemek üzere oturdular.
Gün bitip gece olmak üzereyken, gökyüzü kara koyu bulutlarla kaplandı...
Gök gürlemeye başladı...
Yaşayanların dünyaya geldiklerinden beri, böylesine şahit olmadıkları şekilde bir yağmur yağdı...
Bir anda derelerden seller aktı, sellikler ve vadiler suyla doldu...
Arim seli gibi bir sel bölgeyi süpürüp götürdü.
Gün ağarınca Huzeylli'ler Asım'ın cesedini her yerde aradılar ama ona ait hiçbir iz bulamadılar...
Sel onu alıp bilmedikleri çok uzak yerlere götürmüştü...
Aziz ve Celil olan Allah Asım İbn-i Sabit'in duasını kabul etmiş, temiz cesedinden organlarını başkalarına kopartmamıştı.
Değerli başını, kafatasında içki içilmekten korumuştu...

Müşriklere, müminlere karşı imkân vermemişti.

Çevrimdışı melih_6361

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.212
  • 2.211
  • 1.212
  • 2.211
# 25 Tem 2013 09:05:56
Recep tohum ekme, şaban sulama,  ramazan ise ekın biçme ayıdır. Rabbimin hepimize bol hasatlı bir tarla nasip etmesi dileğiyle...

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 26 Tem 2013 08:23:43
Hayırlı günler dilerim.

26 Temmuz 2013 Cuma  –  18 Ramazan 1434

SAFİYYE BİNT ABDİLMUTTALIB

 «Safiyye, Allah'ın dinini korumak için müşrik bir erkeği öldüren ilk Müslüman kadındır».
Erkeklerin, onun hakkında binlerce hesap yaptığı bu doğru düşünceli ve ağırbaşlı hanımefendi kimdir?
İslam'da müşrik bir erkeği öldüren ilk kadın olan bu kahraman hanım sahabe kimdir?
Müslümanlara, Allah yolunda kılıç kuşanan ilk süvariyi yetiştiren bu kararlı kadın kimdir?
Evet, bu kadın; Kureyş'in Haşim oğulları sülalesinden, Rasulallah'ın (s.a.v.) halası Safiyye Binti Abdulmuttalib'tir.
Safiyye Bint Abdulmuttalib'i şeref her yönden sarmıştı:
Babası: Peygamber’in dedesi, Kureyş'in lider ve efendisi Abdulmuttalib İbn Haşim'dir. Annesi: Rasulallahın (s.a.v.) annesi Amine Bint Vehb'in kızkardeşi Hale Bint Vehb'dir. İlk kocası: Umeyye oğullarının lideri Ebu Sufyan İbn-i Harb'in kardeşi el-Haris İbn-i Harb'dir. O vefat etmişti.
İkinci kocası: Cahiliyye arab kadınlarının hanımefendisi, İslam'da müminlerin annelerinin birincisi olan Hadice Bint Huveylid'in kardeşi el-Avvam İbn-i Huveylid'dir.
Oğlu: Rasulallah’ın (s.a.v.) yardımcısı ez-Zubeyr İbnu'l-Avvam'dır.
Bu kadar şereften sonra gönüllerin iman şerefinin dışında arzu ettiği başka bir şeref var mıdır?
Allah, Peygamberini hidayet ve hak diniyle gönderip insanlara onu korkutucu ve müjdeci olarak yollayınca ve ona, önce akrabalarından başlamasını emredince, Rasulallah (s.a.v.) Abdulmuttalib oğullarının kadınını erkeğini, büyüğünü, küçüğünü toplayıp şu konuşmayı yaptı:
«— Ey Muhammed'in kızı Fatıma! Ey Abdulmuttalib'in kızı Safiyye! Ey Abdulmuttalib oğulları! Ben Allah katında, sizin için hiçbir şey yapamam».
Daha sonra onları Allah'a iman etmeye davet etti ve peygamberliğini tasdik etmelerini istedi...
Onlardan bir kısmı ilahi nura yöneldi, bir kısmı da yüz çevirdi. Safiyye Bint Abdulmuttalib inananların ve tasdik edenlerin ilk kafilesi içindeydi.
Böylece Safiyye bütün şerefleri kendisinde toplamıştı.
Safiyye Bint Abdilmuttalib oğlu ez-Zubeyr İbnu'l-Avvam'la birlikte nur kafilesine katıldı. İlk Müslümanların Kureyş'ten gördükleri eziyet ve zulümleri o da gördü. Allah, Peygamber’ine ve onunla birlikte müminlere Medine'ye hicret izni verince, Haşimi sülalesine mensup bu hanımefendi bütün iyi hatıralarıyla ve birçok övünecek durumlarıyla Mekke'yi geride bırakıp Allah'a ve Rasulallah'a (s.a.v.) diniyle hicret etmek üzere Medine'ye doğru yönelmişti.
Bu büyük hanımefendinin uzun ve bereketli ömrü o günlerde altmışa doğru ilerlemekte olmasına rağmen, savaş meydanlarında, tarihin daima hayret ve övgüyle taptaze bir dille zikrettiği önemli davranışları vardır. Bunlardan sadece ikisi bize yeter. Birincisi Uhud'da, diğeri de Hendek'te.
Uhud'da, Allah yolunda savaşmak için Müslüman askerleriyle birlikte bazı kadınlar da harbe katılmıştı. Safiyye su taşıyıp susayanlara veriyor, ok ve yayları düzeltiyordu.
Bunların yanında onun başka bir gayesi vardı. Bütün teferruatıyla harbi görmekti.
Bunun hayret edilecek bir tarafı yoktu! Çünkü harp meydanında kardeşinin oğlu Allah'ın Rasulü Muhammed vardı.
Kardeşi, Allah'ın aslanı Hamza İbnu Abdulmuttalib vardı...
Allah'ın Peygamber’inin yardımcısı, oğlu ez-Zubeyr İbnu'l-Avvam vardı...
Müslümanların Rasulallah'ın (s.a.v.) yanından dağılıp etrafında birkaç kişinin kaldığını...
Ve müşriklerin Peygamber'e ulaştıklarını, öldürmek üzere olduklarını görünce, su tulumunu yere attı...
Yavrularına saldırılan dişi aslan gibi yerinden fırlayıp kaçmakta olanlardan birinin elinden mızrağını kaptı, onunla safları yararak ve yüzlerine vura vura ilerledi. Müslümanların arasında şöyle kükrüyordu:
— Yazıklar olsun size! Rasulallah'ı (s.a.v.) yalnız mı bıraktınız?»
Rasulallah (s.a.v.) onun gelmekte olduğunu görünce, kardeşi Hamza'yı yere serilmiş bir halde ve müşriklerin iğrenç şekilde onun organlarını koparmış olduklarını görmesinden çekindi. Oğlu ez-Zubeyr'e işaret etti:
«— Annene koş... Annene koş.. Ez-Zubeyr!»
Ez-Zubeyr annesine koştu ve şöyle dedi:
«— Anne! Oradan uzaklaş... Anne! Oradan uzaklaş!»
«— Çekil! Annesiz kalasıca».
«— Rasulallah (s.a.v.) senin geri dönmeni emrediyor».
«— Niçin? Kardeşimin organlarının koparıldığını haber aldım. Bunlar Allah yolunda olmuştur».
Rasulallah (s.a.v.) ez-Zubeyr'e:
- Ez-Zubeyr! Onu serbest bırak, serbest bırak» dedi.
Çarpışma durunca, Safiyye kardeşi Hamza'nın başında durdu. Onun karnının deşilip ciğerinin çıkarıldığını, burnunun ve kulaklarının koparıldığını, yüzünün biçimsiz bir hale sokulduğunu gördü ve onun için mağfiret diledi. Şöyle diyordu:
«— Bunlar Allah yolunda oldu:
Allah'ın takdirine razı oldum.
Vallahi sabredeceğim, Allah'tan onun için ecir dileyeceğim».
Bu, Safiyye Bint Abdulmuttalib'in Uhud'daki davranışıdır.
Hendek'teki davranışının, mayası, deha, zekâ, kahramanlık ve ihtiyat olan enteresan bir hikâyesi vardır...
Geliniz, tarih kitaplarının anlattığı şekilde onu öğrenelim.
Rasulallah'ın (s.a.v.) şöyle bir âdeti vardı: Bir harbe karar verdiğinde, koruyucuları yokken Medine'den birisinin kötülük etmesinden çekindiği için kadın ve çocukları kalelere bırakırdı.
Hendek harbinde hanımlarını, halasını ve bazı Müslüman kadınlarını Hassan İbn-i Sabit'in atalarından miras kalan kalesine bırakmıştı. Bu kale, Medine'nin en sağlam ve alınması en güç kalelerinden birisiydi.
Müslümanlar Hendeğin etrafında, Kureyş ve yandaşlarıyla karşılaşmaya hazırlandığı ve düşmanla savaş sebebiyle kadın ve çocuklarla meşgul olamadıkları sırada Safiyye Bint Abdulmuttalib sabah karanlığında hareket halinde bir karaltı gördü. İyice kontrol ettiğinde, bir Yahudi’nin kaleye gelip bilgi toplamak ve kaledekileri araştırmak için oralarda dolaştığını gördü.
Safiyye onun; kalenin içindeki kadın ve çocukları koruyacak erkek bulunup bulunmadığını öğrenmek için gelen bir Yahudi casusu olduğunu anladı. Kendi kendisine şöyle dedi:
«— Beni Kureyza Yahudileri Rasulallah'la (s.a.v.) yaptıkları anlaşmayı bozdular ve Müslümanlara karşı Kureyş ve yandaşlarına yardım ettiler. Bizi onlara karşı savunacak hiç Müslüman erkeği yok? Rasulallah'la (s.a.v.) yanındakiler ise düşmana karşı savaşmaktadırlar.
Eğer Allah'ın düşmanı bizim gerçek durumumuzu kavmine götürebilirse, Yahudiler kadınları ve çocukları esir alırlar ve böylece Müslümanların başına bela olurlar».
Safiyye hemen eşarbını başına sardı. Elbiselerini beline topladı. Omuzuna bir direk aldı. Kalenin kapısına kadar indi. Sabır ve ustalıkla kapıyı araladı. Kapının aralığından dikkat ve temkinle Allah'ın düşmanına bakmaya başladı. Onun, işini bitirebileceği bir pozisyonda olduğuna kanaat getirince, kesin ve ihtiyatlı bir saldırıda bulundu. Başına direkle vurdu ve onu yere fırlattı... Arkasından birinci darbeyi ikincisi ve üçüncüsüyle destekledi ve nihayet işini bitirdi, onu öldürdü.
Bundan sonra yanına gidip bıçağıyla başını kesti ve kalenin tepesinden fırlattı. Adamın başı kalenin eteklerinden yuvarlandı ve aşağıda beklemekte olan Yahudilerin önünde durdu.
Yahudiler arkadaşlarının başını görünce, birbirlerine şöyle dediler:
«— Muhammed'in kadın ve çocukları koruyucusu bırakmadığını kesin olarak öğrendik».
Geldikleri yoldan geri döndüler...
Allah, Safiyye bint-i Abdilmuttaiib'den razı olsun. O, Müslüman kadınının nadide bir örneği idi. O, kendi kendini eğitti ve eğitimini sağlam yaptı.
Öz kardeşinin öldürülme felaketi ile karşı karşıya geldi de ona güzelce sabretti.
Musibetler onu sınadığında, karşısında ihtiyatlı, akıllı ve cesur kadını gördü...
Tarih temiz sayfalarında şöyle yazmıştır:
Safiyye bint-i Abdulmuttalib, İslam'da müşrik bir erkeği öldüren ilk kadındır.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 27 Tem 2013 08:55:07
Hayırlı günler dilerim.

27 Temmuz 2013 Cumartesi  –  19 Ramazan 1434

UTBE İBN GAZEVAN

«Utbe  İbn   Gazevam'ın  İslam'da  ayrı  bir yeri  vardır»
Emirulmü'minin Ömer İbnu'l-Hattab yatsı namazından sonra evine çekilmişti. Geceleyin dolaşmak için biraz istirahat etmek istiyordu.
Fakat Halife'nin gözlerinden uyku kaçmıştı. Çünkü posta ona şu haberi getirmişti: Ordusu, ne zaman, Müslümanlar önünde bozguna uğrayan İran askerlerinin işini bitirmek üzere olsa, onlara ordan burdan takviye geliyordu. Ömer kuvvet hazırlamakta ve harbe başlamakta gecikmemeliydi.
Ona şöyle de denilmişti: Ubulle şehri bozguna uğrayan İran askerlerine malzeme ve asker yardımı yapan en önemli kaynaklardan sayılmaktaydı.
Ömer, Ubulle'yi fethetmek ve İranlıların takviyelerini kesmek için bir ordu göndermeye karar verdi. Fakat bu defa da yanındaki adamlarının azlığı meselesiyle karşılaştı.
Çünkü Müslümanların genci ve yaşlısı Allah yolunda savaşmak üzere gitmişlerdi. Medine'de yanında pek az kimse kalmıştı.
Yine o bilinen metoduna başvurdu...
Güçlü komutan ama az asker...
Adamlarını tek tek gözden geçirdikten sonra:
«— Buldum onu... Evet, buldum onu...» demekte gecikmedi.
Daha sonra şunları söyleyerek yatağına girdi:
«— O Bedir, Uhud, Hendek ve diğer savaşların tanıdığı bir mücahittir. Yemame ve oradaki mevkiler ona şahit olmuştur. Hiçbir kılıç ona isabet etmemiş ve hiçbir ok ona saplanmamıştır. O iki defa hicret etmiş ve yeryüzünde yedinci Müslümandır».
Sabah olunca:
«— Bana Utbe İbn Gazevan'ı çağırınız» dedi.
Üç yüz on küsur kişinin başkanı olarak ona sancağı teslim etti.
Adamları çoğaldığı takdirde arkasından takviye göndereceğine de söz verdi.
Küçük ordu harekete karar verince Ömer'ul-Faruk komutanı Ut-be'ye şunları tavsiye etti:
«— Utbe! Ben seni Ubulle diyarına gönderiyorum. Orası düşmanların kalesidir. Allah'tan onlara karşı sana yardımcı olmasını dilerim.
Oraya indiğin zaman, halkı Allah yoluna davet et. Davetine icabet edeninkini kabul et. Kabul etmeyenlerden cizye al. Cizye vermeyi de kabul etmezlerse, onlarla harb et.
Utbe! Üzerine aldığın vazifede Allah'tan kork. Nefsinin seni, ahiretini mahveden kibre davet etmesinden sakın. Bil ki, sen Rasulallah'la (s.a.v.) arkadaşlık ettin. Allah o arkadaşlık sayesinde sana zilletten sonra izzet verdi. Zayıflıktan sonra seni kuvvetlendirdi ve nihayet sen, hükmeden bir emir, itaat edilen bir komutan oldun. Söylediğin söz dinleniyor, emrine itaat ediliyor. Bunca nimet seni azdırıp aldatmasın ve Cehenneme düşürmesin. Allah seni ve beni ondan korusun».
Utbe İbn Gazevan beraberinde kendi karısı ve askerlerin karısı veya kardeşi olan beş kadın olduğu halde adamlarıyla yola çıktı. Ubulle şehrine yakın sazlık bir yerde konakladılar. Yanlarında yiyecek hiçbir şey yoktu...
Açlıkları artınca Utbe birkaç kişiye:
«— Buralardan bizim için yiyecek bir şeyler bulun» dedi.
Onlar açlıklarını giderecek bir şeyler aramaya başladılar.
Bu yiyeceklerle ilgili bir hikâyeleri vardır. Onlardan birisi anlatmaktadır:
«— Yiyecek bir şeyler aradığımız sırada bir çalılığa girdik. Ansızın iki küfeyle karşılaştık. Birinde hurma, diğerinde de sarı kabuklarla kaplı küçük beyaz taneler vardı. Onları konakladığımız yere götürdük. Askerlerden birisi içinde tanelerin bulunduğu küfeye baktı ve
şöyle dedi:
«— Bu, düşmanın sizin için hazırladığı bir zehirdir. Ona yaklaşmayın».
Biz de hurmanın başına biriktik ve ondan yemeye başladık...
Biz bu haldeyken, bağını koparmış bir at çıkageldi. Tanelerin bulunduğu küfeye yanaşıp ondan yemeye başladı. Etinden istifade etmek için, ölmeden önce onu kesmeye niyet etmiştik. Sahibi kalkıp:.
«— Bırakın onu, bu gece bekleyeceğim, eğer öleceğini hissedersem onu keserim» dedi.
Sabah olunca atı sapasağlam bulduk. Kız kardeşim:
«— Ağabey! Ben babamdan duymuştum. Zehir, ateşe konur ve pişirildiğinde zarar vermezmiş».
Kız kardeşim bir miktar tane alıp tencereye koydu ve ateşte pişirdi.
Biraz sonra şöyle dedi:
«— Gelin, bakın, rengi nasıl kızardı». Arkasından kabukları ayrılıp beyaz taneleri ortaya çıkmaya başladı. Onları yemek için büyük bir tabağa döktük. Utbe bize:
«Onları besmele çekerek yiyiniz» dedi.
Taneleri yediğimizde son derece lezzetli olduklarını gördük.
Daha sonra öğrendik ki, bu tanelerin adı pirinçmiş».
Utbe İbn Gazevan'ın küçük ordusuyla gittiği Ubulle, Dicle kenarında kurulmuş girilmesi imkânsız bir şehirdi.
İranlılar orayı silah deposu haline getirmişlerdi. Kalelerin burçlarına, düşmanlarını gözetleme yerleri yapmışlardı.
Adamlarının az ve silahlarının zayıf olmasına rağmen bu durum, Utbe'nin onlarla savaşmasına engel olmadı.
Çünkü yanında kendilerine az bir kadın topluluğunun da beraberlik ettiği altı yüz savaşçıdan başka adam yoktu. Yine onun yanında kılıç ve mızraklardan başka silah yoktu.
Öyleyse kafasını kullanması gerekiyordu.
Utbe mızrakların saplarına astığı sancakları kadınlara verdi. Onların ordunun gerisinde yürümelerini emretti ve şöyle dedi:
«— Biz şehre yaklaştığımız sırada, siz geride bir toz bulutu kaldırın.
Ubulle'ye yaklaştıklarında, İran askerleri dışarı çıktılar ve onların kendilerine doğru geldiklerini anladılar. Arkalarında dalgalanan sancaklara baktılar ve havaya bir toz bulutunun yükselmekte olduğunu gördüler.
Birbirlerine:
«— Bunlar, ordunun öncü birlikleridir. Gerilerinde toz kaldıran büyük bir ordu var. Hâlbuki bizim sayımız az».
Bunun üzerine onları korku ve telaş aldı. Yükte hafif, pahada ağır eşyalarını toplamaya, Dicle'de demir atmış gemilere binmek için koşuşmaya ve kaçmaya başladılar.
Utbe, hiçbir adamını kaybetmeden Ubulle'ye girmiş oldu.
Daha sonra o civardaki şehir ve köyleri fethetti.
Sayılamayacak kadar da ganimet elde etti. Adamlarından biri Medine'ye döndüğünde ona sordular : «— Ubulle'de Müslümanlar nasıl?»
«— Neyi soruyorsunuz? Vallahi, ben onları altın ve gümüş toplarken bıraktım geldim...» diye cevap verdi.
Bunun üzerine halk Ubulle'ye akın etmeye başladı.
Utbe İbn Gazevan askerlerinin fethedilen şehirlerde kalmalarının onları rahat yaşamaya alıştıracağını bu şehirlerdeki halkın ahlakının onlara da geçeceğini ve onların savaşa devam etme azimlerini kıracağını düşünerek Basra şehrini kurmasına izin vermesi için Ömer İbnu'l-Hattab'a mektup yazdı. Şehri kurmak için seçtiği yeri ona anlattı. Ömer de bu konuda ona izin verdi.
Utbe yeni şehrin planını çizdi...
İlkin büyük bir cami yaptı. Tuhaf değildi...
Çünkü kendisi ve arkadaşları cami için Allah yolunda savaşmaya çıkmışlardı...
Kendisi ve arkadaşları cami sayesinde Allah’ın düşmanlarına üstün gelmişlerdi...
Daha sonra askerler toprak sahibi olma ve ev yapma yarışına girdiler...
Fakat Utbe, kendisi için bir ev yapmadı. O ancak örtülerden yapılmış bir çadırda kalıyordu.
Çünkü onun gönlünde bir şey gizliydi.
Utbe, Basra'daki Müslümanların talihlerinin kendilerini unutturacak şekilde açıldığını gördü.
Kısa bir süre sonra, kabuğu soyulmuş pirinçten daha güzel bir yemek bilmeyen adamlarının İranlı'ların pelte ve kadayıf gibi yemeklerini tattıklarını ve onları beğendiklerini gördü.
Böylece dini için dünyasından korktu...
Ahireti için dünyadan korktu...
Halkı Küfe camiinde toplayıp onlara şu konuşmayı yaptı:
«— Ey insanlar! Dünya bir gün yok olacaktır. Siz de oradan sona ermesi olmayan bir yurda gideceksiniz. Oraya en iyi amellerinizi götürünüz. Ben kendimi Rasulallah'ın (s.a.v.) yanında yedinin yedincisi olarak görmüştüm. Bizim ağaç yapraklarından başka yiyeceğimiz yoktu da onları yemekten dudaklarımız yara olmuştu. Bir gün bir hırka bulmuştum. Onu ikiye böldüm. Yarısını ben büründüm. Diğer yarısını da Sa'd büründü.
Bugün içimizde bir kimse yoktur ki, emir olmasın, İslam merkezlerinden birinin idaresini üzerine almış olmasın.
Allah'ın yanında küçük, kendi yanımda büyük olmaktan Allah'a sığınırım».
Sonra, birisini yerine bırakıp Medine'ye gitti.
Ömeru'l-Faruk'un yanına varınca, kendisinin valilikten affını istedi. Ömer kabul etmedi. O Halifeye ısrar etti, Halife de ona ısrar etti. Nihayet Ömer ona Basra'ya dönmesini emretti. İstemeye istemeye Ömer'in emrine uydu. Devesine binerken şöyle diyordu:
Allah'ım! Beni oraya tekrar döndürme... Allah'ım beni oraya tekrar döndürme...»
Allah duasını kabul etti. Daha Medine'den uzaklaşmadan devesi tökezlendi ve yere yuvarlandı...
Böylece hayata veda etti.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 28 Tem 2013 08:39:15
Hayırlı günler dilerim.

28 Temmuz 2013 Pazar  –  20 Ramazan 1434

NUAYM İBN-İ MES'UD
 
«Nuaym  İbn-i  Mes'ud, harbin hile olduğunu bilen bir kişidir».
Nuaym İbn-i Mes'ud; uyanık, zeki bir gençti. Herhangi bir problemi çözmede hiç güçlük çekmezdi.
Allah'ın ona verdiği, iyi tahmin etme, çabuk anlama ve aşırı zeka ile tam bir çöl çocuğunu temsil ediyordu.
Fakat o, parayla eğlenceye düşkün bir kimseydi. Hâlbuki böyleleri daha çok Yesrib Yahudileri arasında bulunuyordu.
Nuaym'ın canı bir cariye arzu etse veya kulağı bir çalgı sesi duymak istese, ta Necid'den çıkar, Medine yolunu tutardı. Orada daha sonra ona fazlasıyla vermeleri için malını Yahudilere sarf ederdi...
Bundan dolayı Nuaym, Yesrib'e çok gelir giderdi. Oradaki Yahudilerle, bilhassa Beni Kureyza ile sıkı ilişki içindeydi.
Allah insanlığa peygamberini hak ve hidayet diniyle gönderip Mekke vadileri İslam nuruyla aydınlandığında Nuaym İbn-i Mes'ud gününü gün ediyordu.
Para ve eğlencelerine engel olmasından korktuğu için yeni dinden şiddetle yüz çevirdi.
Kısa bir süre sonra da kendini İslam düşmanlarına katılmış ve İslam'a kılıç çekmiş kimseler arasında buldu.
Ancak Nuaym ibn-i Mes'ud Hendek harbi esnasında İslam? davet tarihinde kendisine yeni bir sayfa açtı.
Bu sayfa harp hilesiyle ilgili şaheser bir hikâye... Tarihin   daima   dehşetle, zeki ve becerikli   kahramanını   övgüyle anlattığı bir hikaye yazdı...
Nuaym ibn-i Mes'ud'un hikâyesini öğrenmek için biraz geriye gitmek lazım.
Hendek tarihinden önce, Yesrib'deki Beni'n-Nadir Yahudilerinden bazıları gözden kayboldu. Onların ileri gelenleri, Resulallah'la (s.a.v.) savaşmak ve onun dinini ortadan kaldırmak gayesiyle çeşitli kabileleri bir araya getirmek için çalışmaya başladılar.
Mekke'deki Kureyş kabilesine gidip onları Müslümanlarla harbe kışkırttılar. Medine'ye geldikleri zaman onlarla birleşmek üzere anlaştılar. Bunun İçin bir de zaman tayin ettiler.
Sonra, onlardan ayrılıp Necid'deki Gatafan kabilesine gittiler. Onları da İslam'a ve Peygamber'ine karşı kışkırttılar. Onları, yeni dini kökünden kazımaya davet ettiler. Kureyş'le aralarında olup bitenleri ve yaptıkları anlaşmayı anlatıp o iş için tayin edilen vakti onlara bildirdiler.
Kureyş, atlısıyla yayasıyla toptan, liderleri Ebu Sufyan İbn-i Harb-in komutasında Mekke'den Medine'ye doğru yola çıktı.
Gatafan da her şeyiyle Uyeyne İbn-i Hısn el-Gatafani'nin komutasında Necid'den çıktı.
Gatafanlıların arasında hikâyemizin kahramanı Nuaym İbn-i Mes' ud da vardı...
Rasulallah (s.a.v.) onların yola çıktığını haber alınca, ashabını toplayıp durumu onlara açtı. Bu büyük ordunun Medine'ye girmesine engel olmak için şehrin etrafında bir hendek kazmaya karar verdiler.
Mekke ve Necid'den gelen ordular Medine yamaçlarına yaklaşınca, Benin-Nadir Yahudilerinin liderleri hemen, Medine'de oturan Beni Kureyza Yahudilerinin ileri gelenlerine gittiler ve onları Peygamber'le savaşa, Mekke ve Necid'den gelen ordulara yardım etmeye kışkırttılar..
Beni Kureyza'nın ileri gelenleri onlara:
«— Siz, bizi arzu ettiğiniz şeye davet ettiniz ama biliyorsunuz, biz Muhammed'e aramızda barış yaptığımıza, Medine'de rahat ve güven içinde yaşamamız karşılığında onunla iyi geçineceğimize dair söz verdik. Yine biliyorsunuz, onunla yaptığımız anlaşmanın daha mürekkebi kurumadı bile...
Hem Muhammed bu harbde galip gelirse, bizi kıskıvrak yakalamasından ve ona hıyanetimizin cezası olarak Medine'den bizim kökümüzü kazımasından korkuyoruz», dediler.
Fakat Beni'n-Nadir'in ileri gelenleri, sürekli olarak onları anlaşmayı bozmaya teşvik ediyorlar, Muhammed'e ihanet etmelerini ve bu defa felaketin mutlaka Müslümanların başına geleceğini söylüyorlardı.
İki ordunun gelmesiyle de onların azimlerini arttırıyorlardı.
Beni Kureyza Yahudileri onlara uymakta, Resulallah'la (s.a.v.) olan anlaşmalarını bozmakta ve aralarındaki sayfayı yırtmakta gecikmediler... Böylece onunla harp etmek için kabilelere katıldıklarını açıkladılar...
Bu haber Müslümanların tepesine yıldırım gibi indi.
Kabilelerin orduları Medine'yi kuşatmışlar ve halka gelen erzağı da kesmişlerdi.
Rasulallah (s.a.v.) kendilerinin düşmanın avucuna düştüğünü anlamıştı...
Kureyş'le Gatafan, Medine'nin dışına Müslümanların karşısına ordugah kurmuşlardı...
Beni Kureyza da Medine'nin içinde Müslümanların arkasında bekliyorlar ve hazırlık yapıyorlardı...
Münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar, içlerinde gizlediklerini açığa vurup şöyle diyorlardı:
«— Muhammed bize, Kisra ve Kayser'in hazinelerine sahip olacağımızı vadediyordu. İşte bugünkü durumumuz. Bizler ihtiyaç için tuvalete gitmekten korkuyoruz!!»
Daha sonra harp çıktığında Beni Kureyza'nın yapacağı baskında kadınlarına, çocuklarına ve evlerine bir zarar geleceği iddiasıyla gruplar halinde Peygamber'in yanından ayrılmaya başladılar. En sonunda Rasulallah'ın (s.a.v.) yanında birkaç yüz gerçek mümin kalmıştı.

Yirmi güne yakın süren kuşatma gecelerinden birinde Rasulallah (s.a.v.) Rabbine sığınarak dua etmeye başladı. Duasında şu sözünü tekrar edip duruyordu:
«— Allah'ım!  Senden, bana vaat ettiğin yardımı istiyorum Allah'ım! Senden, bana vadettiğin yardımı istiyorum».
Nuaym ibn-i Mes'ud, o gece uyku tutmadığı için yatağında dönüp duruyordu. Gözleri bir türlü uyumak istemiyordu. Berrak gökyüzündeki yıldızlara bakarken, uzun uzun düşünmeye ve hemen kendi kendine şu soruları sormaya başladı: «— Yazıklar olsun sana Nuaym!!
Seni Necid gibi uzak yerlerden, şu adam ve beraberindekilerle harp etmek için getiren sebep nedir?!
Hâlbuki sen onunla, ne gasp edilmiş bir hakkı geri almak için, ne de tecavüze uğramış bir ırzı korumak için savaşıyorsun. Sen sırf bilinmeyen sebeple onunla harp etmeye geldin.
Senin gibi akıllı birisine, öldürmek veya sebepsiz yere öldürülmek için harp etmek yakışır mı? Yazıklar olsun sana Nuaym!.. Sana,  kendine uyanlara  adil olmayı, iyilik etmeyi ve  akrabaya vermeyi emreden bu dürüst adama karşı kılıç çektiren sebep nedir? Seni, getirdiği hidayet ve hakka uyan ashabının kanlarını dökmek için mızrağını kullanmaya iten sebep nedir?»
Nuaym'ın içindeki bu sert konuşmayı onu hemen yerine getirme kararı durdurdu.                                                                           
Nuaym İbn-i Mes'ud gece karanlığında kavminin ordugâhından çıkıp hızla Rasulallah'ın (s.a.v.) yanına gitti...
Rasulallah (s.a.v.)  Nuaym'ın önünde durduğunu görünce:
 «—Nuaym İbn-i Mesud? Sen misin?» dedi.
 «— Evet, benim. Ya Rasulallah.»
«— Bu saatte gelmene sebep nedir?»
«—Allah'tan başka tanrı olmadığına, senin Allah'ın kulu ve Rasulü olduğuna, getirdiğinin hak olduğuna şehadet etmek için geldim...»
Sonra şöyle ilave etti:
«— Ya Rasulallah!  (s.a.v.) Ben Müslüman oldum. Yalnız kavmimin İslam'a girdiğimden haberi yok. Şimdi bana dilediğini emret...»
Rasulallah (s.a.v.) şöyle duyurdu.
«— Sen artık bizdensin. Kavmine git ve eğer yapabilirsen, düşmanımızın gayret ve gücünü zayıflat. Çünkü harp hiledir...»
«— Tamam, ya Rasulallah!.. (s.a.v.) İnşallah, seni memnun edecek olan şeyi yakında göreceksin.»
Nuaym ibn-i Mes'ud hemen Beni Kurayza'ya gitti. Onlarla —önceden— dostluğu vardı. Nuaym onlara:
«— Beni Kureyza! Benim size olan sevgimi ve sözümdeki samimiyetimi bilirsiniz».
«— Kureyş'le Gatafan'ın  bu harpte sizinkinden farklı  durumları var. »
«— Nasıl?»
«— Burası sizin memleketiniz. Sizin burada mallarınız, çocuk ve kadınlarınız var. Sizin başka bir yere gidecek haliniz yok. Ama Kureyş'le Gatafan'ın memleketleri burası değil. Onların malları, çocukları ve kadınları da burada değil. Onlar Muhammed'le harp etmek için geldiler ve sizi onunla olan anlaşmanızı bozmaya, kendilerine de ona karşı yardım etmeye çağırdılar. Siz de kabul ettiniz. Eğer onlar harbi kazanırlarsa bunu bir ganimet bilirler. Şayet kazanamazlarsa güven içinde memleketlerine dönerler ve sizi de Muhammed'in eline bırakırlar. Böylece Muhammed pek kötü bir şekilde sizden intikamını alır... Biliyorsunuz, baş başa kaldığınızda sizin Muhammed'e gücünüz yetmez».
«— Doğrusun ama senin fikrin nedir?»
«— Benim fikrim: Onların eşrafından bazı adamları alıp yanınızda rehin olarak bırakmadıkça, onlarla birlikte harp etmemenizdir. Muhammed'i yeninceye veya en son adamınız ölünceye kadar onları sizinle beraber Muhammed'le savaşa götürmenizdir.»
«— Tamam. Sen bize doğru olanı tavsiye ettin.»

Nuaym onların yanından çıkıp Kureyş'in komutanı Ebu Sufyan İbn-i Harb'e geldi ve onlara:
«— Ey Kureyş topluluğu! Benim size olan sevgimi ve Muhammed'e olan düşmanlığımı bilirsiniz... Ben bir şey duydum, Onu size de duyurmayı kendime vazife saydım. Bunu gizli tutmanızı ve benden duyduğunuzu başkalarına yaymamanızı tavsiye ederim...»
«— Tamam. Bu bizim sana karşı vazifemizdir...»
«— Beni Kureyza Muhammed'le olan anlaşmalarını bozduklarına pişman olup birisiyle ona şu haberi göndermişler. Biz yaptığımıza pişman olduk... Seninle olan anlaşmamıza ve barışımıza dönmeye karar verdik. Kureyş ve Gatafan eşrafından birçok adamı alıp boyunlarını vurman için sana teslim etmemize razı olur musun?
Daha sonra onlarla savaşmak için sana katılırız ve onların işini bitiririz.
Muhammed de onlara, bunu kabul ettiğini bildirmek üzere adam öndermiş...
Eğer Yahudiler adamlarınızdan bazılarını rehine olarak sizden isterlerse, sakın onlara kimseyi vermeyiniz».
Ebu Sufyan:
«— Sen ne iyi dostsun... Bunun mükafatını göreceksin», dedi.

Nuaym, Ebu Sufyan'ın yanından çıkıp kavmi Gatafan'a geldi. Ebu Sufyan'a anlattığının aynısını onlara da anlatıp Ebu Sufyan'a yapma diye tembih ettiklerini onların da yapmamalarını söyledi.
Ebu Sufyan Beni Kureyza'yı denemek isteyip oğlunu onlara gönderdi. Ebu Sufyan'ın oğlu:
Babamın size selamı var. Şöyle diyor: Muhammed ve ashabına uyguladığınız kuşatma uzadı. Artık biz de usandık... Muhammed'le harp edip ondan kurtulmaya karar verdik... Babam beni, size; yarın onunla savaşmaya davet etmek için gönderdi.»
Onlar şöyle cevap verdiler:
Yarın cumartesidir. Biz o gün hiçbir şey yapmayız. Sonra, yanımızda rehin kalmaları için sizin ve Gatafan eşrafından yetmiş kişiyi bize vermedikçe sizinle birlikte harp etmeyiz.
Biz, savaşmak zor gelince sizin hemen memleketlerinize gitmenizden ve bizi Muhammed'le yalnız başımıza bırakmanızdan korkuyoruz. Hem biliyorsunuz, bizim onunla uğraşacak gücümüz yok...»

Ebu Sufyan'ın oğlu kavmine dönüp Beni Kureyza'dan duyduklarını onlara anlatınca, hep bir ağızdan:
«— Vay aşağılık maymunlar ve domuzlar! Vallahi bizden rehine olarak bir koyun isteseler yine vermeyiz...
Nuaym İbn-i Mes'ud kabilelerin saflarını parçalamada ve onların anlaşmalarını bozmada başarılı olmuştu.
Allah, Kureyş'le yandaşlarına çadırlarını söken, kazanlarını deviren, ateşleri söndüren, yüzlerine şamar atan ve gözlerine toprak dolduran şiddetli bir fırtına gönderdi.
Onlar çekip gitmekten başka çare bulamadılar... Ve karanlıkta çekip gittiler...
Sabah olunca Müslümanlar, Allah'ın düşmanlarının kaçıp gittiklerini gördüler. Onlar şöyle demeye başladılar:
Kuluna yardım eden Allah'a...
Askerini aziz kılan...
Kabileleri tek başına yenen Allah'a hamdolsun...
O günden sonra Nuaym ibn-i Mes'ud Resulallah'ın (s.a.v.) güven kaynağı oldu. Resulallah'ın (s.a.v.) verdiği vazifeleri yerine getirdi. Onunla birlikte harplere katıldı ve onun önünde sancaklar taşıdı.
Mekke'nin fethi günü Ebu Sufyan ibn-i Harb, Müslüman askerlerini seyretmek üzere durduğunda, Gatafan'ın sancağını taşıyan bir adamı gördü ve yanındakilere:
«— Bu kim?» diye sordu:
«— Nuaym İbn-i Mes'ud...» dediler.
Hendek savaşında bize yaptığı ne kötüydü... Vallahi o, Muhammed'in en büyük düşmanıydı. İşte şimdi o, Muhammed'in önünde kavminin sancağını taşıyor ve onun sancağı altında bizimle harp etmeye geliyor...»

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 29 Tem 2013 08:17:25
Hayırlı günler dilerim.

29 Temmuz 2013 Pazartesi  –  21 Ramazan 1434

HABBAB İBNU'L-ERETT

 «Allah, Habbab'a rahmet etsin. O, isteyerek Müslüman olmuş, boyun eğerek hicret etmiş ve cihat ederek yaşamıştır.»
Ummu Enmar el-Huza'yye, Mekke'deki köle pazarına gitti. O, kendisine hizmet edecek ve aynı zamanda elindeki işini ilerletecek bir köle satın almak istiyordu. Satışa arz edilmiş kölelerin yüzlerine bakmaya başladı. Yüzünden sağlıklı ve zeki olduğunu anladığı küçük bir çocuğu seçti. Kölenin parasını ödedi ve yola koyuldular. Yolda giderlerken Ummu Enmar çocuğa:
«— Adın ne senin çocuk?» dedi.
«— Habbab»,
«— Babanın adı ne?»
«— El-Erett».
«— Nerelisin?»
«— Necid'liyim».
«— O halde sen arabsın».
«— Evet, hem de Beni Temim kabilesindenim».
«— Peki, neden Mekke'deki köle tacirlerinin eline düştün?»
«— Arap kabilelerinden birisi bizim obamıza baskın yaptı. Hayvanları alıp götürdüler. Kadın ve çocukları da esir aldılar. Ben de esir alınan çocuklar arasındaydım. Ondan sonra çeşitli kimselerin eline düştüm. Mekke'ye getirildim ve işte şimdi de senin kölen oldum».
Ummu Enmar kılıç yapma sanatını öğrenmesi için kölesini, Mekke demircilerinden birinin yanına verdi. Köle, sanatını pek çabuk, öğrenip ustalaştı.
Habbab'ın bileği güçlenince, Ummu Enmar ona bir dükkân kiralayıp bazı malzemeler satın aldı. O da kılıç yapmadaki ustalığını gittikçe ilerletiyordu.
Kısa bir müddet sonra Habbab, Mekke'de meşhur oldu. Halk onun yaptığı kılıçları satın almak için yarışa girmişlerdi. Çünkü o, emin, dürüst, yaptığı işte sağlam birisiydi.
Habbab genç olmasına rağmen olgun kimseler gibi akıllı ve bilgiliydi.
İşini bitirip tek başına kaldığında ekseriya, baştan ayağa kadar fesada boğulan bu cahiliye toplumunu düşünür, Arapların hayatına hâkim olan kara cahillik ve kör sapıklık ona endişe verirdi. Çünkü kendisi de onun kurbanlarındandı.
O şöyle derdi:
«— Bu gecenin başka bir gecesi olması gerek...»
Karanlığın batıp nurun doğuşunu gözleriyle görmek için ömrünün uzamasını temenni ederdi.
Habbab'ın bekleyişi uzun sürmedi. Nurdan bir ipin; Muhammed ibn-i Abdullah isimli Haşim oğullarına mensup bir gencin ağzında parladığı haberini aldı.
Muhammed'in yanına gidip onu dinledi. Ondaki parıltı ve ışıktan etkilenip elini ona uzattı. Allah'tan başka tanrı olmadığına, Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etti.
Böylece o, yeryüzündeki Müslümanların altıncısı oldu. Hatta şöyle denilmiştir:
«— Habbab, İslam'ın altıda birlik bir süresini yaşamıştır...»
Habbab, İslam'a girdiğini kimseden gizlememişti. Bu haber, Ummu Enmar'a ulaşmakta gecikmedi. Ummu Enmar öfkeden kudurdu.
Kardeşi Siba' ibn-i Abduluzza'yı yanına aldı. Onlara bazı gençler de katıldı. Hep birlikte Habbab'ın yanına gittiler. Onu işine dalmış çalışır bir vaziyette buldular...
Siba yanına varıp:
«— Bize seninle ilgili, inanamadığımı bir haber geldi».
«— Nedir o?»
«— Senin dininden çıkıp Haşim oğullarının çocuğuna uyduğun haberi dolaşıyor». Habbab
istifini bozmadan şöyle cevap verdi:
«— Dinimden çıkmadım. Sadece tek olan ve ortağı olmayan Allah'a inandım... Putlarınızı attım. Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehadet ettim,..»
Siba ve beraberindekiler Habbab'ın sözlerini duyar duymaz, üzerine üşüşüp tokat ve tekme atmaya, çekiç ve demir parçalarıyla onu dövmeye başladılar.
Nihayet Habbab bayılarak kanlar içinde yere yıkıldı... Habbab'la hanımefendisi arasında geçenler hemen yayıldı.
Halk, Habbab'ın cesaretine şaştı, çünkü daha önce Muhammed'e uyan birisinin herkesin içinde böyle açıkça ve meydan okurcasına Müslümanlığını ilan ettiğini duymamışlardı.
Kureyş'in yaşlıları Habbab'ın haline acıdılar. Habbab gibi kendisini koruyacak sülalesi ve sığınacağı hısımları olmayan bir demircinin Ummu Enmar'ın otoritesine karşı çıkmaya cesaret edebileceği, açıkça onun tanrılarına sövebileceği ve onun atalarının dinine hakaret edebileceği akıllarının köşesinden bile geçmemişti...
Artık bugünü başka günlerin takip edeceğine kesinlikle kanaat getirdiler.
Kureyş'in korktuğu başına gelmişti. Habbab'ın cesareti arkadaşlarından birçoğunu İslam'a girdiklerini açıklamaya teşvik etmişti. Onlar da birer birer kelime-i şehadet'i açıktan söylemeye başladılar...
Başlarında Ebu Sufyan ibn-i Harb, el-Velid ibnu'l-Muğire ve Ebu Cehl ibn-i Hişam olmak üzere Kureyş'in ileri gelenleri, Ka'be'de toplanıp Muhammed'in durumunu görüştüler. Gördüler ki, onun durumu gün gün ve her an gelişip büyümektedir.
Hastalığı ilerlemeden kökünden kesmeye karar verdiler. Her kabile, aralarındaki Muhammed taraftarlarına saldıracak, onlar dinlerinden dönünceye veya ölünceye kadar onlara işkence edeceklerdi.
Habbab'a işkence etme görevi Siba' İbn-i Abduluzza ve kabilesine düşmüştü...
Öğle sıcağı şiddetlenip güneş ışınları toprağı ısıtınca onu Mekke kumlarına çıkarırlar, elbisesini soyarlar ve demir zırhlar giydirirlerdi. Su da vermezlerdi. Nihayet onun sıkıntısı son haddine varınca yanına gelip şöyle derlerdi.
«— Muhammed hakkında ne diyorsun?» O da şöyle cevap verirdi:
«— O, Allah'ın kulu ve elçisidir. Bizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, hidayet ve hak dinini getirmiştir.»
Tokat ve yumruklar savrulur ve tekrar şöyle sorarlardı:
-  Lat ve Uzza hakkında ne diyorsun?»
-  Onlar sağır-dilsiz, fayda ve zararları olmayan putlardır». Bunun üzerine kızgın taşları getirirler, sırtına yapıştırırlar ve omuzlarının yağı akıncaya kadar üzerine bırakırlardı...
Ummu Enmar, Habbab'a, kardeşi Siba'dan daha az katı değildi. Resulallah'ın (s.a.v.) Habbab'ın dükkânına uğradığını ve onunla konuştuğunu görünce deliye dönmüştü.
Bunun üzerine her gün Habbab'ın yanına gelir, körüğünden kızgın bir demir alıp duman tütünceye ve bayılıncaya kadar başının üzerine koyardı.
Habbab ise, ona ve kardeşi Siba'ya beddua ederdi.
Resulallah, (s.a.v.) ashabının Medine'ye hicret etmesine izin verince, Habbab şehirden çıkmak için hazırlandı.
Ancak Mekke'yi, Ummu Enmar için yaptığı bedduanın Allah tarafından kabul edildiğini gördükten sonra terk etti...
Ummu Enmar o güne kadar öylesi duyulmamış bir baş ağrısına tutulmuştu... Ağrının şiddetinden köpekler gibi uluyordu...
Oğulları her yerde onun derdine derman aradılar. Onlara şöyle denildi:
«— Onun ağrıları ancak başını ateşle dağlarsa geçer». Başını kızgın demirle dağlamaya başladı. Dağlamanın verdiği acılardan baş ağrılarını unutmuş oluyordu.
Habbab, Ensar'ın gözetiminde Medine'de uzun zaman mahrum edildiği rahatın tadını çıkardı. Huzurunu bozan bir şey olmadan Peygamber’ine yakın olmak mutluluğuna erdi.
Peygamberle birlikte Bedir'de bulundu ve onun sancağı altında dövüştü.
Onunla birlikte Uhud harbine de katıldı. Allah ona, Ummu Enmar'ın kardeşi Siba' ibn-i Abduluzza'yı. Allah'ın aslanı Hamza ibn-i Abdulmuttalib tarafından yere serilmiş halde görmek saadetini de verdi...
Habbab uzun süre yaşamıştır. Hatta Rasulallah'ın (s.a.v.) dört halifesini de görmüştür.
Bir gün,  Halife Ömer İbnu’l-Hattab'ın yanına girdi. En yüksek ve kendine en yakın yere oturtup şöyle dedi:
«— Buraya, Bilal dışında senden başka hiç kimse layık değildir.» Daha sonra ona müşriklerden gördüğü en ağır işkenceyi sordu. Habbab ona cevap vermekten utandı.
Ömer ısrar edince sırtından ridasını çıkardı ve Ömer gördüğünden tiksindi.

«— Bu nasıl oldu?» diye sordu. Habbab:
«— Müşrikler bana işkence etmek için odun ateşi yaktılar. Odunlar kor haline gelince, elbiselerimi soydular ve üzerinde yürüttüler. Nihayet etim sırtımın kemiklerinden ayrıldı ve ateşi vücudumdan sızan su söndürebildi...»
Hayatının son zamanlarında Habbab fakirlikten kurtulup zenginleşti. Hayalinden geçirmediği altın ve gümüşlere sahip oldu. Ancak parasını hiç kimsenin hatırına gelmeyecek şekilde harcadı... Paraları evinde fakir ve düşkünlerin bildiği bir yere koymuştu.
Onları ne gizlemiş, ne de kilitlemişti. Onlar evine gelirler, sormadan ve izin istemeden diledikleri kadar para alırlardı...
Bununla beraber o, bu para yüzünden hesaba çekilmekten ve azaba uğramaktan korkardı.
Arkadaşlarından bazıları şöyle anlatmışlardır:
-  Ölüm hastalığında Habbab'ın yanına girdik. O şöyle dedi:
—  Burada 80 bin dirhem var. Vallahi şimdiye kadar onları saklamadım.   İsteyen hiç kimseye de vermemezlik etmedim. Arkasından ağladı.
-  Niçin ağlıyorsun? Dediler. Şöyle cevap verdi:
—  Ağlıyorum, çünkü benim arkadaşlarım gittiler. Bu dünya ecirlerinden hiçbirine nail olamadılar. Ben ise kaldım ve yaptığım amellerin karşılığı olmasından korktuğum bu paraya, kavuştum».

Habbab Rabbine kavuşunca Emirulmü'minin, Ali İbn-i Ebi Talib kabri başında durup şunları söyledi:
«— Allah Habbab'a rahmet etsin. O, isteyerek Müslüman olmuş, boyun eğerek hicret etmiş ve cihat ederek yaşamıştır... Allah iyi işler yapanların ecrini asla boşa gidermeyecektir».

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 30 Tem 2013 09:28:28
Hayırlı günler dilerim.

30 Temmuz 2013 Salı  –  22 Ramazan 1434

ER-RABİ İBN-İ ZİYAD EL-HARİSİ

 «Halife olduğumdan beri er-Rabi İbn-i Ziyad gibi kimse bana doğruyu söylemedi.»                                               
İşte Medine!  Ebu Bekr'in kaybına duyduğu üzüntüyü gizlemeye çalışmaktadır.
İşte şunlar da, darlıkta ve bollukta Halife Ömer'e, itaat ettiğine dair bey ‘at etmek için, her gün vilayetlerden Yesrib'e gelen heyetler...
Bir gün Emirulmüminine başka heyetlerle birlikte Bahreyn heyeti gelmişti. Ömer gelen heyetlerin konuşmalarını dinlemeye çok önem verirdi. Belki onların konuşmalarında iyi bir ders, faydalı bir görüş veya Allah'a, kitaplarına ve Müslümanların umumuna ait bir nasihat bulabilirdi.
Gelenlerden bazılarının konuşmalarını dinledi ama onlar önemli bir şey söylemediler. İyi bir kimse olduğunu tahmin ettiği birisine işaret edip:
«— Haydi, konuş bakalım» dedi.
Adam Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra:
«— Ey müminlerin emiri! Allah senin başına bir bela verdi. Seni denemek için bu ümmetin işini sana verdi. Üzerine aldığın vazifede Allah'tan kork. Fırat kenarında bir koyun kaybolsa, Kıyamet günü senden onun mutlaka sorulacağını bil», Ömer ağladı:
«— Halife olduğumdan beri, senin gibi, kimse bana doğruyu söylemedi. Sen kimsin?» dedi.
«— Ben, Er-Rabi ibn-i Ziyad el-Harisi'yim».

«— Muhacir ibn-i Ziyad'ın kardeşi misin?»
 «— Evet».
Heyet dağılınca Ömer ibnu'l-Hattab, Ebu Musa'l-Eş'ari'yi çağırıp; söyle dedi:
«— Er-Rabi ibn-i Ziyad'ın durumunu araştır. Eğer dürüstse, onun bize yardımı dokunur. Ona görev ver ve bana mektupla bildir.»     
Kısa bir süre sonra Ebu Musa'l-Eş'ari Halife'nin emrine uyarak Ehvaz sınırları içindeki Menazir'i fethetmek İçin bir ordu hazırladı. Orduya Er-Rabi ibn-i Ziyad ve kardeşi Muhacir'i de aldı.
Ebü Musa'l-Eş'ari Menazir'i kuşattı. Oranın halkıyla benzeri az görülen çarpışmalar yaptı. Müşrikler de iyi bir savunma yaptılar. Müslümanlar tahminin üstünde kayıplar verdiler.
Müslümanlar ramazan olduğu için o gün oruçlu olarak savaşıyorlardı. Er-Rabi, ibn-i Ziyad'ın kardeşi el-Muhacir, Müslüman saflarında ölenlerin çok olduğunu görünce nefsini Allah rızası için satmaya karar verdi. Kefen giyip kardeşine vasiyetini yaptı...
Er-Rabi, Ebu Musa'ya gidip şöyle dedi:
«— El-Muhacir, kendini oruçlu olarak satmaya karar vermiş, Müslümanlar da harbin şiddeti ve orucun sıkıntısı azimlerini kırdığı için ona katılmışlar. Oruçlarını bozmayı da kabul etmiyorlar. Sen uygun gördüğünü yap».
Ebu Musa'l-Eş'ari ordunun içinde şöyle haykırdı:
«— Ey Müslümanlar! Bütün oruçluların orucunu bozmasına veya harpten vazgeçmesine karar verdim». Arkasından başkaları da içsin diye matarasından su içti. El-Muhacir onun konuşmasını duyunca bir yudum su içti ve şöyle dedi:
«— Vallahi ben, susadığım için içmedim. Ancak komutanımın emrini yerine getirdim».
Arkasından kılıcını çekti ve safları yarmaya, hiçbir korku ve ürperti duymadan adamları yıkmaya başladı. Düşman ordusunun içine dalınca, her taraftan onu sardılar. Düşman kılıçları önden ve arkadan onu ele geçirdiler ve nihayet o yere yıkıldı.
Düşmanlar onun başını kesip savaş alanına bakan yüksek bir yere astılar. Er-Rabi ona bakıp:
«— Senin için hoş bir hayat ve dönülecek güzel bir yer var. Vallahi, inşallah senin ve diğer şehitlerin intikamını alacağım» dedi.
Ebu Musa, Er-Rabi’n başına gelen kardeşinin başının koparılması belasını görünce ve onun içinde Allah'ın düşmanlarına karşı uyanan kini fark edince, ordu komutanlığını ona bırakıp kendisi Sus'u fethetmeye gitti.
Er-Rabi ve ordusu müşriklere karşı fırtına gibi esti, sel gibi coştu. Düşman kalelerini sardılar. Onların saflarını parçalayıp güçlerini kırdılar. Allah, Menazir'in fethini Er-Rabi ibn-i Ziyad'a nasip etti. Er-Rabi, askerler öldürdü, esirler aldı. Birçok da ganimet elde etti.
Menazir'in fethinden sonra Er-Rabi ibn-i Ziyad'ın yıldızı parladı ve adı dilden dile yayıldı.
O, büyük işler için aranan ve çok sevilen bir komutan olmuştu... Müslümanlar, Sicistan'ın fethine karar verdikleri zaman ordu komutanlığına onun getirilmesini ve onun vasıtasıyla zafere ulaşmayı arzu ettiler.
Er-Rabi ibn-i Ziyad Allah yolunda savaşan ordusuyla uzunluğu 75 fersah olan ve çöldeki yırtıcı hayvanların bile geçemediği bir çölü aşarak Sicistan'a vardı. Karşısına ilk çıkan yer Sicistan hududundaki Rustakzalik oldu. Rustakzalİk lüks köşklerle mamur, yüksek surlarla çevrili, iyi şeyleri ve meyveleri bol olan bir şehirdi.
Zeki komutan, girmeden önce casuslarını Rustakzalik'e gönderdi. Halkın, yakında bir şenlik yapacağını öğrendi. Şenlik gecesi onlara, beklenmeyen ani bir baskın yaptı. Onların kılıçlarını boyunlarına koydurup hepsini teslim aldı. On bin kişiyi esir almıştı. Ağaları da esir olmuştu. Esirler arasında ağanın kölesi de vardı. Kölenin üzerinde, efendisine götürmek üzere yanına aldığı 300.000 dinarı buldular. Er-Rabi ona sordu.
«— Bu paralar nereden geldi?»
«— Efendimin köylerinin birinden».
«— Her sene ona bu kadar parayı bir köy mü verir?»
«— Evet...»
«— Bu kadar parayı nasıl temin edersiniz?»
«— Baltalarımızla, oraklarımızla ve alın terimizle».
Savaş sona erince ağa, kendisinin ve ailesinin fidyesini sunmak üzere Er-Rabi’ye geldi. Er-Rabi ona:
«— Çok fidye verirsen seni serbest bırakırım?»
«— Ne kadar istersin?»
«— Ben şu mızrağı yere dikeceğim. Sen de görünmez oluncaya kadar üzerine altın ve gümüş dökeceksin».
«— Tamam, kabul ettim» dedi. Hazinelerindeki altın ve gümüşleri mızrağın üzerine dökmeye başladı. Nihayet mızrak görünmez oldu.
Er-Rabi ibn-i Ziyad muzaffer ordusuyla Sicistan topraklarının içlerine kadar girdi. Sonbahar rüzgârları esince, ağaçların yapraklan altlarına düştüğü gibi, kaleler de Er-Rabi’nin atlarının ayaklan altına düşmeye başladılar. Şehir ve köylerin halkları, kendilerine kılıç çekilmeden, aman dileyerek ve boyun eğerek onu karşılıyorlardı. Er-Rabi en sonunda Sicistan'ın başkenti Zerenc şehrine vardı. Anladı ki, düşman onunla savaş yapmak için hazırlık yapmıştı. Birlikler düzenlenmiş, fedailer çıkarılmış, kendilerine pahalıya mal olsa da Er-Rabi’in ordusunu Sicistan'da durdurmaya karar verilmişti.
Er-Rabi ile düşmanları arasında, istenen kurbanlara her iki tarafın da pek cimri davranmadığı bir harp oldu.
Müslümanların galibiyetine dair bir belirti ortaya çıkınca Perviz isimli Merzuban (hudut muhafızı) biraz kuvveti varken, Er-Rabi ile barış yapma gayretine girdi. Belki kendisi ve milleti için daha iyi bazı şartlar koparabilirdi. Er-Rabi’ye, görüşme teklifinde yani barış anlaşması teklifinde bulunmak üzere bir adamını gönderdi. Er-Rabi onun teklifini kabul etti.
Er-Rabi adamlarına, Perviz'i karşılamak için bir yer hazırlamalarını emredip görüşme yerinin etrafında İran ölülerinin cesetlerinden bir yığın yapmalarını ve onun geçeceği yolun iki yanma dağınık halde cesetler koymalarını istedi...
Er-Rabi uzun boylu, iri kafalı ve çok esmerdi. Karşısındakine dehşet veren iri bir gövdesi vardı.
Perviz onun huzuruna girince ondan ve ölülerin görünüşünden çok korkup titremeye başladı. Ona yaklaşmaya cesaret edemedi... Onunla kekeleye kekeleye konuştu. Er-Rabia bin köle ve her kölenin başında altın bir kese vermeye söz verdi. Er-Rabi bunu kabul etti. Perviz'le bu şekilde anlaşmış oldu.
Ertesi gün, Er-Rabi ibn-i Ziyad, Müslümanların, «La ilahe illallah» ve «Allahu Ekber» sesleri arasında ve etrafındaki bin köleyle birlikte şehre girdi.
O gün Allah'ın günlerinden önemli bir gün oldu...
Er-Rabi ibn-i Ziyad, Müslümanların elinde, Allah'ın düşmanlarına karşı çekilmiş bir kılıç oldu. Müslümanlar için şehirler fethetmiş ve valiliklerde bulunmuştu. Umeyye oğulları işbaşına geçince, Muaviye ibn-i Ebi Sufyan onu Horasan'a vali yaptı...
Ancak onun bu valiliğe gönlü yatmamıştı...
Umeyye oğullarının en büyük valilerinden birisi olan Ziyad ibn-i Ebih'in, ona bir mektup göndermesi, onun bu valilikten tiksinmesini artırdı. Mektupta şöyle diyordu:
«Emirulmü'minin, Muaviye ibn-i Ebi Sufyan sana harp ganimeti olan altın ve gümüşleri Müslümanların Beytülmaline bırakmanı ve bunların dışındakiler mücahitler arasında taksim etmeni istiyor...»
O da şu cevabı verdi:
«Aziz ve Celil olan Allah'ın; Emirulmümininin diliyle bana emrettiğinden başka şekilde emrettiğini gördüm».
Daha sonra halka şöyle seslendi:
«— Ben ganimetlerinizin yanına gidiyorum. Gelip onları alınız...» Ganimetlerin humusunu (beşte birini) da Şam'daki hilafet merkezine gönderdi.
Bu mektup geldikten sonraki cuma gününde er-Rabi ibn-i Ziyad, beyaz elbiseler içinde namaza gitti. Halka cuma hutbesini okuduktan sonra şöyle dedi;
«— Ey cemaat! Ben artık yaşamaktan bıktım. Ben bir dua edeceğim. Benim duama âmin deyiniz». Arkasından şu duayı yaptı:
«— Allah'ım! Eğer benim iyiliğimi istiyorsan, beni hemen kendine kavuştur..."
Halk onun duasına, âmin dedi.
O gün daha güneş batmadan Er-Rabi ibn-i Ziyad, Rabbine kavuştu.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 31 Tem 2013 08:29:34
Hayırlı günler dilerim.

31 Temmuz 2013 Çarşamba  –  23 Ramazan 1434

ABDULLAH İBN-İ SELAM

«Cennetlik bir adama bakmak kimin hoşuna giderse,   Abdullah İbn-i Selam’a baksın».
El-Husayn ibn-i Selam, Yesrib'deki Yahudi âlimlerinden birisiydi. Millet ve dinleri değişik olmasına rağmen Medine halkı ona saygı gösterirdi.
O, halk arasında takva, doğruluk ve dürüstlüğüyle tanınırdı.
Ei-Husayn sakin ve rahat bir hayat yaşayan, fakat o nispette faydalı ve önemli şeyler de yapan birisiydi.
O, zamanını üç şeyde geçirirdi:
Havra'da vaaz ve ibadette...
Bahçesinde hurma ağaçlarını budama ve aşılamada...
Tevrat'ı incelemede...
Tevrat'ı her okuyuşunda; Mekke'de önceki peygamberlerin peygamberliklerini tamamlayan ve onlara son veren bir peygamberin çıkacağını müjdeleyen haberleri uzun uzun düşünürdü.
Bu beklenen peygamberin niteliklerini ve alametlerini araştırır, bundan sevinç duyardı. Çünkü o, peygamber olarak gönderildiği memleketini terk edecek ve Yesrib'i kendine hicret yurdu ve ikamet yeri edinecekti.
Bu haberleri ne zaman okusa veya hatırından geçirse Allah'tan, bu beklenen peygamberin ortaya çıkışını görmek, onunla karşılaşmak saadetine erinceye ve ona ilk inananlardan oluncaya kadar kendisine uzun ömürler vermesini dilerdi.
Aziz ve Celil olan Allah, el-Husayn ibn-i Selam'ın duasını kabul etmiş, ecelini, hidayet ve rahmet Peygamber'i gönderilinceye kadar geciktirmişti...
Peygamber'le görüşüp sohbet etmek ona indirilen hakka iman etmek el-Husayn'a nasip olmuştu.
Bize İslam'a giriş hikâyesini anlatması için sözü El-Husayn'a bırakalım. Çünkü bunu en iyi anlatacak olan kendisidir:
El-Husayn İbn-i Selam anlatmaktadır:
«— Rasulallah'ın (s.a.v.) ortaya çıktığını duyunca; onun ismini, soyunu, niteliklerini, zamanını ve yerini araştırmaya, onlarla bizim kitaplarımızda yazılı olanları karşılaştırmaya başladım. En sonunda onun Peygamber olduğuna ve davetinin doğru olduğuna kesin kanaat getirdim. Bunu Yahudilerden gizledim ve Medine'ye gitmek üzere Mekke'den çıktığım güne kadar Rasulallah (s.a.v.) hakkında konuşmadım.
O, Yesrib'e gelip Küba'da konakladığı zaman bize bir adam geldi e onun geldiğini haber vermek üzere halkın içinde haykırmaya başladı. O anda ben hurma ağaçlarımla uğraşıyordum. Halam, Hafide bint'ul-Haris de ağaçların altında oturuyordu. Haberi duyar duymaz:
«—Allahu ekber... Allahu ekber...» diye bağırdım. Tekbir getirdiğimi duyunca halam bana şöyle dedi:
«— Kahrolasıca... Eğer sen İmran oğlu Musa'nın geldiğini duysaydın, bundan daha fazla bir şey yapamazdın...»
«— Hala! O, İmran oğlu Musa'nın kardeşidir. Onun dini üzeredir. Ona gönderilen, buna da gönderilmiştir».
Halam sustu ve sonra şöyle dedi:
«— Kendinden öncekileri tasdik edici ve Rabbinin peygamberlerini tamamlayıcı olarak gönderildiğini söylediğiniz Peygamber bu rnu?»
«— Evet».
«— Öyleyse iyi...»
Hemen Rasulallah'ın (s.a.v.) yanına gittim. Halkın onun kapısında toplandığını gördüm. Zorla aralarına girip ona yaklaştım. Ondan işittiğim ilk söz şu oldu:
«— Ey insanlar! Selamı yayınız... Yemek yediriniz. Geceleyin insanlar uyurken namaz kılınız ki,  Cennet'e selametle giresiniz».

Artık onun hakkında olumlu bir kanaate sahip olmaya ve ondan hoşlanmaya başlamıştım. Onun yüzünün yalancı, bir yüz olmadığına da inanmıştım. Yanına varıp Allah'tan başka tanrı olmadığına, Muhammed’in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet getirdim. Bana döndü:
«—Senin adın ne?» dedi.
«—El-Husayn ibn-i Selam» dedim.
«— Hayır. Abdullah ibn-i Selam» dedi.
«— Evet. Abdullah ibn-i Selam. Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, bugünden sonra, başka bir ismimin olmasını istemem».
Rasulallah'ın (s.a.v.) yanından ayrılıp evime geldim. Karımı, çocuklarımı ve akrabamı İslam'a davet ettim. Hepsi Müslüman oldular. Yaşlı olduğu halde halam, Halide de onlarla birlikte Müslüman oldu...» Onlara:
«— Müslüman olduğumuzu, size bildirinceye kadar Yahudilerden gizleyin», dedim.
«— Tamam dediler. Rasulallah'a (s.a.v.) gidip:
«— Ya Rasulallah! Yahudiler iftiracı ve batılla uğraşan bir millettir. Yahudilerin ileri gelenlerini evine davet etmeni ve beni odalarından birinde saklamanı, sonra onlar Müslüman olduğumu öğrenmeden önce onların yanındaki itibarımı sormanı ve daha sonra da onları İslam'a davet etmeni İrca ediyorum. Çünkü onlar Müslüman olduğumu öğrenirlerse, beni kusurlu bulurlar ve bana yapmadıkları iftira kalmaz...»
Rasulallah (s.a.v.) beni odalarından birine aldı. Yahudi ileri gelenlerini de evine davet etti. Onları İslam'a davet etmeye, imanı sevdirmeye, kendi kitaplarından bildikleri durumunu onlara hatırlatmaya başladı...
Onlar da batıl (asılsız) şeylerle ona karşılık vermeye ve hak konusunda onunla münakaşa etmeye başladılar. Ben de dinliyordum. Rasulallah (s.a.v.) onların iman etmelerinden ümidini kesince şöyle sordu:
«— El-Husayn ibn-i Selam'ın aranızdaki itibarı nasıldır?»
« — O efendi, çok efendi bir kimsedir. Âlimdir, çok âlimdir».
«— Eğer o Müslüman olursa ne dersiniz? Siz de Müslüman olur musunuz?»
«— Allah korusun. O asla Müslüman olmaz.. Allah onu Müslüman olmaktan korusun». Ben de odadan çıkıp yanlarına vardım:
«— Ey Yahudiler! Allah'tan korkun. Muhammed'in size getirdiğini kabul edin. Siz onun Allah'ın elçisi olduğunu biliyorsunuz ve onun kitabınız Tevrat'ta adıyla ve sıfatıyla yazılı olduğunu görüyorsunuz... Ben onun Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ediyorum».
«— Sen yalan söylüyorsun. Sen kötüsün, çok kötüsün. Cahilsin çok cahilsin» dediler. Böylece bana yakıştırmadıkları ayıp kalmadı. Rasulallah'a (s.a.v.) şöyle dedim:
«— Ben sana demedim mi? Yahudiler iftiracı ve batıl şeylerle uğraşan bir millettir. Onlar hain ve yalancı kimselerdir».
Abdullah ibn-i Selam, pınardan ayrılmak istemeyen susuz kimse gibi İslam'a ve Kur'an'a sarıldı. Dili, Kur'an'ın ayetlerini okur dururdu...
Peygamber'i gölgesinden daha iyi takip ederdi. Kendini Cennet için çalışmaya adadı. Çünkü Rasulallah (s.a.v.) onu Sahabe-i Kiram arasında yayılacak bir şekilde cennetle müjdelemişti...
Bu müjdenin bir hikâyesi vardır: Kays ibn-i Ubade ve başkaları rivayet etmektedir. Hikayeyi nakleden şöyle, der;
«-— Medine'de Rasulallah'ın (s.a.v.) mescidindeki ilim halkalarından birinde oturuyordum. Halkada cana yakın bir ihtiyar vardı. İnsanlara tatlı ve etkili bir konuşma yapmaktaydı. Ayağa kalktığında cemaat şöyle dedi:
«— Cennetlik bir adama bakmak kimin hoşuna giderse şuna bak-
Ben:
«—Şu dediğiniz kim? dedim.
<— Abdullah ibn-i Selam» dediler. Kendi kendime:
«— Vallahi, bunun peşinden gideceğim», dedim ve peşine düştüm.
Yoluna devam ediyordu, nerdeyse Medine'den çıkmak üzereydi, nihayet evine girdi. Evine girmek için izin istedim, girmeme izin verdi ve şöyle sordu:
«— İsteğin nedir, kardeşimin oğlu?»
«— Mescitten çıktığında insanların senin hakkında şöyle dediklerini duydum: Kim cennetlik bir adama bakmaktan hoşlanıyorsa, şuna baksın. Seninle ilgili bu haberi incelemek ve insanların senin cennetlik olduğunu nasıl anladığını öğrenmek için peşine düştüm». Bana şöyle dedi:
«—Cennetlik olanı Allah daha iyi bilir yavrum!»
«— Evet. Ama onların söylediklerinin bir sebebi olması gerek».
«— Sana bunun sebebini söyleyeyim».
«—  Haydi... Allah sana mükâfatını versin». .
«— Ra'sulallah (s.a.v.) zamanında bir gece uyurken rüyamda birisi bana geldi:
—  Kalk, dedi. Kalktım. Elimden tuttu. Bir de baktım ki sol tarafta bir yol var. O yoldan yürümek istedim. Bana:
—  Bırak onu. Bu, senin yolun değildir. Sağ tarafımda da açık bir yol olduğunu gördüm. Bana:
—  İşte o yolda yürü... dedi. O yoldan yürüdüm. Sonunda yemyeşil,  çok güzel,  ağaçları gür bir bahçeye geldim.  Bahçenin ortasında kökü yerde, ucu gökyüzünde olan demir bir direk, tepesinde altından bir halka vardı. Bana:
—  Onun tepesine çık, dedi.
—   Çıkamam, dedim.
Bir hizmetçi gelip beni direğin tepesine çıkardı. Ellerimle halkayı tuttum. Sabaha kadar ona tutunarak kaldım. Ertesi gün Rasulüllah'a (s.a.v.) gelip rüyamı anlattım.  Bana şöyle dedi:
—  Sol tarafında gördüğün yol,  cehennemliklerden amel defteri sol tarafından verilecek olanların yoludur.
Sağ tarafında gördüğün yol cennetliklerden amel defteri sağ tarafından verilecek olanların yoludur... Yeşillik ve güzelliğine tutulduğun bahçe ise İslam'dır. Bahçenin ortasındaki direk, dinin direğidir...
Halka ise,  el-Urvetu'l-Vuska   (en sağlam kulp)dır. Sen ölünceye kadar daima ona tutunacaksın».

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 01 Ağu 2013 08:04:58
Hayırlı günler dilerim.

1 Ağustos 2013 Perşembe  –  24 Ramazan 1434

SÜRAKA İBN-İ MALİK

 «Suraka Kisra'nın bileziklerini takındığın zaman kim bilir nasıl keyiflenirsin?»
Kureyş kabilesi bir sabah korkuyla uyandı. Çünkü her yerde, Muhammed'in gece karanlığında gizlice Mekke'den ayrılmış olduğu haberi dolaşıyordu. Kureyş ileri gelenleri bu habere inanamadılar.
Haşim oğullarının bütün evlerinde Peygamber'i aramaya koştular... Onu bütün arkadaşlarının evlerine sordular. Ebu Bekir'in evine geldiler. Kapıya Ebu Bekir'in kızı Esma çıktı. Ebu Cehil ona:
«—Baban nerde kız?» dedi.
«— Şu anda nerede olduğunu bilmiyorum» diye cevap verdi. Ebu Cehil elini kaldırıp çocuğun yüzüne bir tokat attı ve onun küpesi yere düştü.
Kureyş ileri gelenleri Muhammed'in Mekke'den ayrıldığını öğrenince çılgına döndüler. Oradaki bütün iz sürenlere Muhammed'in gittiği yolu bulma görevi verip kendileri de onlarla birlikte Muhammed'i aramaya gittiler.
Sevr mağarasına vardıklarında iz sürücüler:
«— Adamınız bu mağaradan ileri geçmemiştir» dediler.
Onlar, Kureyş'e söylediklerinde gerçekten yanılmıyorlardı. Çünkü Muhammed'le arkadaşı mağaranın içindeydi, Kureyş onların tepesinde durmaktaydı. Hatta Ebu Bekir gelenlerin ayaklarının mağaranın üstünde hareket ettiklerini görünce, gözleri yaşardı. Rasulallah (s.a.v.) ona, sevgi, merhamet ve sitem taşıyan bir şekilde baktı. Ebu Bekir es-Sıddık şöyle fısıldadı:
«— Vallahi, kendim için ağlamıyorum... Ancak sana bir kötülük gelmesinden korktuğum için ağlıyorum ya Rasulallah!»   Rasulallah (s.a.v.) ona rahat bir şekilde;
«— Üzülme Ebu Bekir,  Allah bizimledir» dedi.
Allah, Ebu Bekir'in gönlüne bir rahatlık verdi ve gelenlerin ayaklarırıa bakmaya başladı. Sonra şöyle dedi:
«— Ya Rasulallah! Birisi ayaklarının bastığı yer baksa bizi muhakkak görür».  Rasulallah (s.a.v.)  ona:
«— Ebu Bekir! Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında ne düşünürsün?»
Bu arada Kureyş'ten birinin diğerlerine şöyle dediğini duydular.
«— Gelin, mağaranın içine bakalım». Ümeyye ibn-i Halef alay ederek:
«— Kapısına yuva yapan şu örümceği görmedin mi? Muhammed'in doğumundan da eski» dedi.

Ancak Ebu Cehil:
«— Lat'la Uzza'ya yemin olsun, ben onun yakınımızda olduğunu, konuştuklarımızı duyduğunu ve yaptıklarımızı gördüğünü zannediyorum. Fakat onun büyüsü bizim gözlerimizi kapattı...»
Ancak onlar, Muhammed'in durumunu öğrenmekten ve onu takip etmekten vazgeçmediler. Kureyş, Mekke'yle Medine arasındaki yol boyunca sıralanmış kabileler arasında: Muhammed'i ölü veya diri getirene en iyilerinden yüz deve vereceğini açıkladı.
Suraka ibn-i Malik, Mekke yakınındaki Kudeyd'de kabilesinin toplantı yerlerinden birindeydi.
Kureyş habercilerinden biri, ansızın onların yanına girer ve ölü veya diri Muhammed'i getirene Kureyş'in koyduğu büyük mükâfat haberini duyurur.
Yüz deveyi duyar duymaz, Suraka'nın iştahı kabarır ve şiddetle ona kavuşmayı arzu eder. Fakat kendini tutar ve başkalarının da iştahı kabarmasın diye hiçbir kelime konuşmaz.
Suraka yerinden kalkmadan,  toplantı yerine kendi kabilesinden bir adam girdi ve şöyle dedi:
«— Şimdi ben üç kişiyle karşılaştım. Onların; Muhammed, Ebu Bekir ve kılavuzları olduğunu tahmin ediyorum» Suraka:
«—  Hayır,  onlar falancalardır.   Kaybettikleri develerini aramaya gitmişlerdi»  dedi. Adam:
«—Belki öyledir» deyip sustu.

Suraka, dikkat çekmesin diye hemen kalkmayıp biraz daha oturdu.
Toplantı yerindekiler başka bir söze dalınca, aralarından sıyrılıp hızla evine gitti. Cariyesine gizlice; kimse görmeden atım çıkarmasını,  vadinin ortasına götürmesini ve oraya bağlamasını söyledi.
Uşağına da, silahını hazırlayıp kimse görmeyecek şekilde evlerin arkasından kendisine getirmesini ve atına yakın bir yere koymasını emretti.
Suraka zırhını giyip silahını kuşandı. Atına bindi. Kureyş'in koyduğu mükâfatı başkası kazanmadan Muhammed'e yetişmek için hızla gidiyordu...
Suraka ibn-i Maiik, kabilesinin sayılı süvarilerindendi. Uzun boylu, büyük kafalı, iyi iz süren ve yollardaki tehlikelere karşı dayanıklı birisiydi.
Bütün bunlardan başka o, akıllı, zeki ve şairdi. Atı da çok değerliydi.
Suraka yola koyuldu, ama az sonra atı tökezledi. Atın sırtından yere yuvarlandı. Bunu bir uğursuzluk sayıp:
«— N'oluyor? Kahrolasıca at!» dedi. Ata tekrar bindi. Biraz gitti ama atı tekrar tökezledi. Uğursuzluk fazlalaşmıştı. Dönmeye niyetlendi ama yüz deveye kavuşmak arzusu onu geri dönmekten vazgeçirdi.
Suraka atının tökezlediği yerden çok uzaklaşmadan, Muhammed'i ve yanındakileri gördü. Elini yayına uzattı ama eli yerinde donmuştu. Çünkü atının ayaklan yere gömülmüştü. Atın önünden duman yükseliyor her ikisinin de gözlerini kapatıyordu...
Atı sürmek istedi ama sanki o, demir çivilerle çivilenmiş gibi yere çakılıp kalmıştı. Rasulallah’a (s.a.v.) ve arkadaşlarına dönüp yalvaran bir sesle;
«—Hey! Siz ikiniz! Atımın ayaklarını kurtarması için Rabbinize dua edin... Söz veriyorum, sizi yakalamaktan vazgeçeceğim».
Rasulallah (s.a.v.) onun için dua etti ve Allah atının ayaklarını kurtardı. Ancak iştahı yeniden kabarmakta gecikmedi. Atını onlara doğru sürdü ama bu defa atının ayakları öncekinden daha fazla kuma gömüldü.
Onlardan yardım isteyerek şöyle dedi:
«— Azığım, eşyam ve silahım senin olsun. Allah için söz veriyorum, arkamdan gelenleri sizi takip etmekten vazgeçireceğim...» Onlar:
«— Bizim senin azığına, eşyana falan ihtiyacımız yok. Sen sadece başkalarını bizim peşimizden gelmekten vazgeçir» dediler.
Rasulallah (s.a.v.) onun için yine dua etti ve atı kurtuldu. Dönmeye niyetlendiği sırada Suraka şöyle seslendi:
«— Yavaş olun da sizinle konuşayım. Vallahi, artık size benden bir kötülük gelmez».
«— Bizden ne istiyorsun?» dediler.
Ey Muhammed! Ben, senin dininin üstün geleceğini ve senin davanın büyüyeceğini biliyorum. Toprakların içinde sana geldiğimde bana güzel davranacağına söz ver ve bunu benim için yaz...»
Rasulallah, (s.a.v.) Ebu Bekir'den yazmasını istedi. O da kemik bir levha üzerine yazıp ona verdi.
Ayrılmak üzereyken Rasulallah   (s.a.v.) ona:
— Suraka!  Kisra'nın bileziklerini taktığın zaman kim bilir nasıl keyiflenirsin?» dedi.
Suraka dehşet içinde:
Hürmüz’ün oğlu Kisra’nın mı?» Evet...  Hürmüz’ün oğlu Kisra'nın».

Suraka geldiği yoldan geri döndü. Halkın, Rasulallah'ı (s.a.v.) sormaya geldiklerini görünce, onlara şöyle dedi:
«— Dönünüz. Ben buraları karış karış aradım. Benim yanılmayacağımı siz de bilirsiniz». Suraka'nın sözü üzerine onlar da geri döndüler.
Muhammed ve arkadaşlarıyla ilgili bu hadiseyi, onların Medine'ye varmış olduklarına ve Kureyş'in kötülüğünden emin bir yerde olduklarına kesin kanaat getirinceye kadar gizledi. Ebu Cehil, Suraka'nın Rasulallah'la (s.a.v.) başından geçen olayı ve ona karşı davranışını duyunca, onunla döğüşmemesinden, korkaklık göstermesinden ve fırsatı kaçırmasından dolayı onu azarladı. Suraka, onun azarlamasına şöyle cevap verdi:
«— Ebu Hakem! Eğer atımın ayaklarının kuma nasıl gömüldüğünü görseydin, hiç şüphe etmeden Muhammed'in bir Peygamber olduğunu ve ona kimsenin karşı koyamayacağını kabul ederdin».
Günler birbirini kovaladı...
Mekke'den kovulmuş olarak ve gece karanlığında gizlice çıkan Muhammed, aynı yere binlerce beyaz kılıç ve siyah mızrak arasında bir fetih lideri olarak dönüyordu...
Yeryüzünü kibir ve gururla dolduran Kureyş ileri gelenleri, korka korka, yürekleri hoplayarak ve merhamet dileyerek onun yanına geliyorlar:
«— Acaba bize nasıl davranacaksın?» diyorlar. O da peygamber cömertliğiyle:
«— Gidiniz. Sizler serbestsiniz...» diyordu.
Suraka ibn-i Malik de devesini hazırladı. On sene önce Rasulallah'ın (s.a.v.) kendisi için yazmış olduğu belgeyi de yanına alarak, Müslüman olduğunu huzurunda açıklamak için Rasulallah'a (s.a.v.) gitti.
Suraka kendisi anlatmaktadır:
«— El-Ci'rane'de Peygamber'e yetiştim, bir Ensar birliğine katıldım. Onlar, mızrakların saplarıyla bana vurmaya başladılar. Şöyle diyorlardı:
—Defol, defol. Sen ne arıyorsun?!
Safların arkasından ilerleyerek Rasulallah'ın yanına yaklaştım. Devesinin üzerindeydi. Belgeyi kaldırdım.
—  Ya Rasulallah! Ben Suraka ibn-i Malik. Bu da senin bana verdiğin belge, dedim.
Rasülallah (s.a.v.) :
—  Yaklaş bana Suraka! Yaklaş..,  Bugün sözünü yerine getirme ve iyilik günüdür...
Böylece ben onun iyiliğine nail oldum».
Suraka ibn-i Malik'in Rasulallah'la (s.a.v.) görüşmesinin üzerinden birkaç ay geçtikten sonra, Rasülallah (s.a.v.) Rabbine kavuştu...
Suraka çok üzüldü. Yüz deve için onu öldürmeye niyet ettiği gün gözünün önüne geldi. Dünyanın bütün develeri şimdi onun yanında Rasulallah'ın (s.a.v.) tırnağı kadar olamazdı. Rasulallah'ın (s.a.v.) :
«— Suraka! Kisra'nın bileziklerini taktığın zaman kim bilir nasıl keyiflenirsin?» sözünü tekrar edip duruyordu. Çünkü bundan hiç şüphesi yoktu.
Günler yine birbirini kovaladı ve Hz. Ömer halife oldu. Onun zamanında Müslüman askerleri fırtına gibi İran'a doğru estiler. Kaleleri yıkmağa, orduları yenmeye, tahtları sarsmaya ve ganimetler elde etmeye başladılar. Nihayet Allah, Kisraların devletine onların eliyle son verdi... Ömer'in halifeliğinin sonlarına doğru bir gün Sa'd ibn-i Ebi Vakkas'ın adamları, Halife'ye müjdesini vermek üzere Medine'ye geldiler...
Müslümanların beytütmaline, Allah yolunda savaşanların elde ettiği ganimetlerin beşte birini getiriyorlardı...
Ganimetler önüne konulunca Ömer dehşetle onlara baktı... Ganimetler içinde Kisra’nın inciden tacı, altın ipliklerle dokunmuş elbiseleri,  kıymetli taşlar dizili kemeri, benzeri görülmemiş iki bileziği ve sayılmayacak kadar kıymetli eşyalar vardı.
Ömer elindeki sopayla bu değerli hazineyi karıştırmaya başladı...
Sonra etrafındakilere dönüp:
«— Bunları teslim edenler pek emin kimselerdir...»
O sırada orada bulunan Hz. Ali şöyle cevap verdi:
«— Sen namuslu oldun, halkın da namuslu oldu ya Emirelmü'minin!  Eğer sen yeseydin,  mutlaka onlar da yerlerdi...»
Bu arada Hz. Ömer Suraka ibn-i Malik'i çağırdı ve ona Kisra'nın gömleğini, pantolonunu, çizmelerini ve diğer elbiselerini giydirdi. Kisra'nın kılıç ve kemerini de taktı, basma tacını koydu... Bileziklerini taktırdı...  Evet bileziklerini.
Bu sırada Müslümanlar:
«— Allahu ekber.,. Allahu ekber... Allahu ekber.. diye bağırdılar.
Ömer Suraka'ya döndü:
«— Vay vay vay... Şuna bak... Başında Kisra'nın tacı ve kollarında bilezikleri olan Beni Mudlicli  bir bedevicik!»

Daha sonra başını gökyüzüne kaldırıp:
«— Allah'ım! Bu malları, Rasulüne verdin. Onu benden daha çok severdin. O, senin yanında daha değerliydi...
Ebu Bekir'e de verdin. Onu benden daha çok severdin ve senin yanında daha değerliydi,..
O malı bana da verdin ama onu, beni cezalandırmak için vermiş olmandan sana sığınırım...»
Malları Müslümanlar arasında taksim etmeden oturduğu yerden ayrılmadı.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 02 Ağu 2013 08:38:23
Hayırlı günler dilerim.

2 Ağustos 2013 Cuma  –  25 Ramazan 1434

FEYRUZ ED-DEYLEMİ

 «Feyruz;   mübarek ehi-i beyt’ten mübarek bir adamdır»
Veda Hacc'ından döndükten sonra Rasulallah (s.a.v.) hastalanıp, Arap yarımadasının her tarafına hastalandığına dair haberler uçunca, Yernen'de El-Esvedu'l-Ansi, Yemame'de Müseylemetu'l-Kezzab ve Beni Esed'in memleketinde Tuleyha el-Esedi irtidat ettiler (Müslümanlıktan çıktılar). Bu üç yalancı, Hz. Muhammed'in Kureyş'e gönderildiği gibi, kendilerinin de milletlerine gönderilmiş birer peygamber olduklarını iddia ettiler.
El-Esvedu'l-Ansi gönlü kara, şerri yaygın çok güçlü, iri gövdeli bir kahin ve gözbağcı idi.
Bunlardan başka o, ikna gücü fazla ve konuşması güzel birisiydi. Batıl ve boş şeyleriyle avamın, (halk tabakasının] zihinlerini bulandırabilen, havası (yüksek tabakayı) da para, mevki ve makamla kandırabilen kurnaz bir kimseydi.
Kendisine esrarengizlik ve heybet havası vermek için halka daima peçeli olarak görünürdü.
O ara Yemen'de hakimiyet Ebna'ya aitti. Bu Ebna'nın önde gelenlerinden birisi Feyruz ed-Deylemi idi.
Ebna; babaları, memleketlerini terk edip Yemen'e gelen İranlı, anaları da Arap olan bazı kimselere verilen isimdi.
Bunların en büyüğü; İslam'ın ortaya çıktığı sıralarda, İran'ın büyük Kisra'sı adına Yemen'de hükümdarlık yapan Bazan idi. Bazan, Peygamber'in doğru ve davetinin semavi olduğunu anlayınca, Kisra'ya itaatten vazgeçip halkıyla birlikte Allah'ın dinine girmişti. Hz. Peygamber onu mülkünde bırakmış, o, el-Esvedu'l-Ansi'nin ortaya çıkmasından biraz Önce, ölümüne kadar orada kalmıştı.
El-Esvedu'I-Ansi'nin davetine ilk icabet eden Beni Mezhıc tu.  El-Esved onlar vasıtasıyla San'a'ya sıçramış,  oranın valisi Şehr ibn-i Bazan’ı öldürmüş ve Şehr'in karısı Azad'ia evlenmişti.
El-Esved, San'a'dan başka yerlere de sıçramış, oralar korkunç bir hızla onun eline geçmiş, nihayet Hadramut'la, Taif arası ve Aden'e kadar Bahreyn’le el-Ahsa arasındaki yerler ona boyun eğmişti.
El-Esvedu'l-Ansi'nin sınırsız kurnazlığı, insanları aldatıp kendisine bağlanmalarını sağlıyordu. Taraftarlarına, kendisine vahiy getiren ve gaipten haber veren bir meleğin olduğunu iddia ediyordu. Bu iddiasını; halkla ilgili bilgileri, sırları, problemleri, gönüllerinde dolaşan arzu ve emelleri öğrenen ve kendisine gizlice ulaştıran casusları vasıtasıyla kesinleştiriyordu. Böylece ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarına cevap veriyor, problemi olanların problemlerini çözüyordu. Kendine uyanlar için akıllara durgunluk veren garip şeyler yapıyordu.
Nihayet El-Esvedu'l-Ansi işi ilerletti. Yaptığı davete bir çok yer icabet etti.
El-Esvedu'l-Ansi'nin irtidat ettiği ve Yemen'e sıçradığı haberleri kendisine ulaşır ulaşmaz Hz. Peygamber on kadar sahabesiyle Yemen'in ileri gelenlerinden iyi davranışlarını umduğu kimselere mektuplar gönderdi. Bu mektuplarda onları; iman ve sabırla bu kör fitneye karşı durmaya davet ediyor ve el-Esvedu'l-Ansi'den herhangi bir yolla kurtulmayı emrediyordu.
Hz. Peygamber'in mektubu ulaşan hiç bir kimse yok ki davetini kabul etmemiş olsun ve onun emrini yerine getirmeye koşmuş olmasın.
Onun bu davetine en önce cevap veren hikayemizin kahramanı Feyruz ed-Deylemi ve yanındaki Ebna'dır.
Eşsiz, güzel hikayesini bize anlatması için sözü ona bırak; Feyruz anlatmaktadır:
«— Ben ve yanımdaki Ebna, Allah'ın dinine girme hususunda bir an bile tereddüt etmemiştik. Hiçbirimizin kalbine Allah'ın düşmanına inanmak fikri düşmemişti. Ona saldırmak ve ondan herhangi bir yolla kurtulmak için fırsat gözlüyorduk. Bize ve ileri gelen müminlere Rasulallah'ın mektupları gelince birbirimizden kuvvet aldık ve her birimiz kendi doğrultusunda çalışmaya başladı...
El-Esved'ul-Ansi, elde ettiği başarıdan dolayı gurur ve kibre kapılmıştı. Ordu komutanı Kays ibn-i Abd-i Yağus'a karşı da büyüklük taslamıştı. Kendisine karşı davranışları değiştiği için Kays da onun kötülüğünden emin değildi.
Amcam Dazeveyh'le birlikte ona gittik. Rasulallah'ın peygamber olduğunu ona duyurduk ve İslam'a girmekte gecikmemesini söyledik. Davetimizi kabul edip sırrını bize açtı. Sanki bizi gökte ararken yerde bulmuştu. Yalancı mürtede (El-Esved'ul-Ansi'ye) diğer kardeşlerimiz dışarıdan saldırdıklarında, üçümüz de içeriden saldırmak üzere anlaştık.
Kocası Şehr ibn-i Bazan'ı öldürdükten sonra el-Esved'ul-Ansi'nin evlendiği amca kızım Daza'yı da yanımıza almaya karar verdik.
El-Esved'ul-Ansi'nin sarayına gittim. Amca kızım Daza'yla buluşup ona şunları söyledim:
«— Amca kızı! Bu adamın bizim başımıza getirdiği kötülük ve zararları biliyorsun... Senin kocanı öldürdü. Milletinin kadınlarına leke sürdü. Erkeklerden birçoğunu öldürdü ve onları idareden uzaklaştırdı. İşte bu, Rasulallah'ın (s.a.v.) özellikle bize ve genellikle Yemen halkına gönderdiği mektup. Bu mektupta bizi, bu fitneyi yok etmeye davet etmektedir. Bu konuda bize yardımcı olmak ister misin?»-
«— Size hangi konuda yardımcı olabilirim?» dedi.
 «— Onu buradan çıkarmakta...»
«— Hayır, onu öldürmekte...»
«—Vallahi, ben sadece bunu kastetmiştim. Fakat sana bunu açmaya çekinmiştim»,
«— Muhammed'i müjdeleyici ve korkutucu olarak hak ile gönderen Allah'a yemin olsun ki, dinim konusunda bir an bile şüphe etmedim, Allah, bu şeytandan daha çok kızdığım bir adam yaratmamıştır. İlk gördüğümden beri ben onu; facir, günahkar, hakkı gözetmeyen ve kötülükten sakınmayan birisi olarak tanıdım».
«— Bizim onu öldürmemiz nasıl  mümkün olur?!»
«— O, tedbirli ve çok dikkatlidir. Sarayda, muhafızların beklemediği hiçbir yer yoktur. Sadece sarayın dışa bakan bir odası terkedilmiş bir vaziyettedir ve orada muhafızlar yoktur. Gece olunca yatsı vakti o odanın duvarını delin. Odanın içinde silah ve lamba bulacaksınız. Ben de sizi bekleyeceğim. Daha sonra el-Esved'in yanına girin ve onu öldürün».
«— Fakat böyle bir sarayda bir odanın duvarını delmek kolay bir iş değildir. Belki bize birisi rast gelip muhafızlara bağırabilir... O zaman da sonu hoş olmayan bir hadise meydana gelebilir».
«— Haksız değilsin. Benim bir fikrim var».
— Nedir o?!»                                                 .
«— Yarın işçi kılığında kendisine itimat ettiğin birisini gönderirsin. Ben ona, odanın duvarını tamamen olmamak üzere içerden delmesini söylerim. Sonra siz geceleyin dışardan hafif bir zorlamayla delme işini tamamlarsınız»,
«— Çok İyi».
Onun yanından ayrılıp kararımızı diğer iki arkadaşıma bildirdim. Bunun hayırlı olmasını dilediler ve hemen hazırlık yapmak üzere yola çıktık. Bize yardım edecek olan Müslümanların ileri gelenlerine parolayı bildirip hazırlanmalarını söyledik. Onlarla buluşma vaktimizi ertesi günün sabahı olarak kararlaştırdık.
Gece olup kararlaştırılan vakit yaklaşınca, arkadaşlarımla delinecek yere gittik ve orayı açtık. Odanın içine girip silahı aldık. Lambayı yaktık. Allah'ın düşmanının hususi odasına doğru yürüdük. Gördük ki, amca kızım kapısında duruyor. Bana işaret etti. İçeri girdim. Horul horul uyuyordu. Bıçağı boğazına sapladım. Adeta öküz gibi böğürdü. Deve gibi debelendi.
Muhafızlar onun böğürtüsünü duyunca odasına gelip
«— Noluyor?» dediler. Amca kızım onlara:
«— Haydi gidin. Allah'ın peygamberine vahiy geliyor» diye cevap verdi.
Onlar da çekip gittiler.
Sabah oluncaya kadar sarayda kaldık. Surların birisinin tepesine çıkıp:
«—Allahu ekber, Allahu ekber...» dedim ve ezanı tamamladım. Sonra şöyle devam ettim: Allah'tan başka tanrı olmadığına şehadet ederim. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ederim ve el-Esved'ul-Ansi'nin yalancı olduğuna şehadet ederim...»
İşte parola bu idi.
Müslümanlar her taraftan saraya doğru ilerlediler. Ezanı duyunca ve iki taraf birbirine girince muhafızlar kaçışmaya başladılar.
El-Esved'in başını sarayın duvarlarından onların üzerine attım... Adamları onu görünce güçleri kalmadı, müminler ise tekbir getirip düşmanlarına hücum ettiler.
Güneş doğmadan iş bitirildi...
Gün ağarınca, Allah'ın düşmanının öldürüldüğünü müjdelemek üzere Rasulallah'a bir mektup gönderdik. Müjdeciler Medine'ye varınca, Rasulallah'ın (s.a.v.) o gece hayata gözlerini yumduğunu öğrendiler.
Ancak vahyin; el-Esvedu'l-Ansi'nin o gece öldürüldüğünü Rasulallah'a (s.a.v.) müjdelediğini öğrenmekte gecikmediler...
Rasulallah (s.a.v.) ashabına şöyle buyurmuştu:
«— El-Esved'ul-Ansi dün gece öldürüldü... Onu mübarek ehl-i beytten mübarek bir adam öldürdü...»
Ona soruldu:
«— Kimdir o, ya Rasulallah!»
«— Feyruz...»
«— Feyruz kazandı...» diye cevap verdi.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.350
  • 28.795
  • 227.350
# 03 Ağu 2013 04:50:57
Oruç haddini bilmeyen nefse had bildirmenin bir yoludur.
Oruç sana haddini bildirmiyorsa, orucunu gözden geçir...
Oruçlu olmak sana sadece fakirleri hatırlatıyor da fakirlerle beraber etmiyorsa,
Bil ki ruhuna oruç tutturamamışsın.
Oruç nefsini aşağılarda bırakıp ruhu arşa yükseltmektir.
Namazla yükselmeye çalışanın yardımına koşan bir "Burak"tır oruç.
Ve kalkandır; Yakıcıya karşı....
UNUTMA ki;
Bir gün vicdanını rahatlattığın tüm dini hükümler ve duygusal ifadeler her şeyi bilen,
ALİM olan ALLAH tarafından sorgulanacaktır.....
....Ve O Gün, Kimsenin Konuşamadığı Bir Gündür........

''O gün çağırana tabî olurlar. Onun için bir eğrilik yoktur ve sesler RAHMAN için bir korku ile kısılmıştır. Artık en hafif bir sesten başkasını işitemezsin...''(Taha s. 106-

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK