Üç Aylar Ve Hayat Dersleri (2013)

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 04 Tem 2013 09:56:00
Hayırlı günler dilerim.

4 Temmuz 2013 Perşembe  –  25 Şaban 1434

EBU'D-DERDA

«Ebud-Derda dünyayı, elleri ve göğsüyle kendinden uzaklaştırdı...»
Künyesi Ebud-Derda olan Uveymir İbn-i Malik el-Hazreci, erkenden uykudan kalkıp evinin en yüksek yerine diktiği putuna gitti. Onu saygıyla selamladıktan sonra, büyük ticarethanesinden getirdiği en güzel kokulardan sürdü ve üzerine has ipekten yeni bir örtü örttü. Bu ipek örtüyü dün ona, Yemen'den gelen tacirlerden birisi hediye etmişti.
Güneş yükselince Ebud-Derda, ticarethanesine gitmek üzere evinden çıktı. Bir de ne görsün! Yesrib'in cadde ve sokakları, Bedir'den dönmekte olan ve önlerinde de Kureyşli esirler bulunan Muhammed'in taraftarlarıyla dolup taşmıştı. Onlara hiç bakmadan çekip gitti. Fakat az sonra, onların arasındaki Hazredi bir gence yönelip Abdullah İbn-i Ravaha'yı sordu.
Hazredi genç ona şöyle cevap verdi:
«— Abdullah harpte güzel bir döğüş çıkardı. Sağ-salim ve ganimet kazanarak döndü». Genç onu böyle savuşturmuştu.
O gence, Ebu'd-Derda'nın Abdullah İbn-i Ravaha'yı sorması garip gelmemişti. Çünkü onları birbirine bağlayan kardeşlik ilgisinden herkesin haberi vardı. Ebu'd-Derda ile Abdullah İbn-i Ravaha Cahiliyye çağında birbirlerini kardeşlik edindikleri için Ebu'd-Derda onu sormuştu. İslam gelince, İbn-i Ravaha onu (İslam'ı) kabul etmiş, Ebu'd-Derda ise reddetmişti.
Ancak bu durum aralarındaki sıkı ilişkiyi bozmamıştı. Çünkü Abdullah İbn-i Ravaha, zaman zaman onu ziyarete gelir, İslam'a davet eder ve ömründen müşrik olarak geçirdiği her güne üzülürdü.
Ebu'd-Derda ticarethanesine girip yüksek koltuğuna kuruldu. Alıp satmaya, kölelerine şöyle yapın, böyle yapmayın diye bağırıp çağırmaya başladı...
Ama evinde cereyan eden olaylardan haberi yoktu...
O saatlerde Abdullah İbn-i Ravaha bir şey yapmaya niyet ederek, arkadaşı Ebu'd-Derda'nın evine gidiyordu.
Eve varınca kapıyı açık buldu ve Ebu'd-Derda'nın karısı Ümmü'd-Derda'yı avluda gördü ve ona şöyle dedi:
«— Es-Selamü aleyki». Kadın şöyle cevap verdi:
«— Ve aleyke-s-Selam Ebu'd-Derda'nm kardeşi!»
— Ebu'd-Derda nerede?»
«—Ticarethaneye gitti, az sonra döner».
«— İçeri girmeme izin verir misin?»
Tabii, memnuniyetle» deyip ona yol gösterdi ve odaya götürdü.
Kadın, işi ve çocuklarıyla meşgul olmaya başladı.
Abdullah İbn-i Ravaha, Ebu'd-Derda'nın put koyduğu odaya girdi ve yanında getirdiği keseri çıkarıp putun üzerine eğildi ve keserle onu parçalamaya başladı. Bir taraftan da şöyle diyordu:
«— Allah'ın ismi yanında her şey batıldır... Allah'ın ismi yanında her şey batıldır...»
Putu parçaladıktan sonra evden ayrıldı.
Ummu'd-Derda putun bulunduğu odaya girdi, onu kırık ve parça farını dağınık bir halde görünce şöyle diyerek dövünmeye başladı:
«—Mahvettin beni İbn Ravaha...
— Mahvettin beni İbn Ravaha...»
Az sonra Ebü'd-Derda evine döndü. Karısını putun bulunduğu odanın kapısına oturmuş, ağlayıp sızlanırken gördü. Yüzünde de kendisinden çekindiğini gösteren belirtiler vardı. Ebu'd-Derda:
«— Ne bu hal?» dedi. Karısı:
«—Sen yokken Abdullah İbn Ravaha evimize gelip putunu gördüğün hale getirdi».
Ebu'd-Derda putu parça parça görünce öfkesinden ateş püskürdü ve ondan öç almaya niyet etti. Fakat az sonra öfkesi dağıldı. Olanları düşündü ve şöyle dedi:
«— Eğer bu putta bir hayır olsaydı, bu kötülüğü kendinden defederdi».
Hemen Abdullah İbn Ravaha'nin yanına gidip beraberce Rasulüllah'a (s.a.v.) vardılar. Ebu'd-Derda, Allah'ın dinine girdiğini açıkladı. Böylece o, kabilesinden İslam'a en son giren oldu.
Ebu'd-Derda -ilk andan itibaren- vücudunun her zerresine karışmış bir şekilde Allah'a ve Rasulüne iman etti.
Kaçırdığı iyi işlere çok pişman oldu. Arkadaşlarının Allah'ın dinini anlama, Kur'an-ı ezberleme ve Allah katında kendileri için ayırdıkları ibadet ve takvada onu geçmelerine derin bir anlayış gösterdi.
Kaçırdıklarını, çok çalışmak suretiyle telafi etmeye ve onlara yetişip öne geçinceye kadar gece-gündüz hiç durmadan çalışmaya karar verdi.
Dünyadan el etek çekercesine ibadete sarılıp, susamış gibi ilme atıldı. Sözlerini ezberlemek, ayetlerini derinliğine incelemek üzere Allah'ın Kitabı’na yöneldi.
Ticaretin kendisinde ibadetin tadını bulandırıp, ilim meclislerini kaçırttığını görünce, hiç tereddüt etmeden ve üzülmeden onu bıraktı.
Birisi ona bunu sormuş, o da şöyle cevap vermişti :
«—Allah'ın Rasulü'ne inanmadan önce tacir idim. Müslüman olduğumda, hem ticaret hem de ibadet etmek istedim. Ama benim için istediğim şey gerçekleşmedi. Ben de ticareti bırakıp ibadete yöneldim.
Daha sonra bu soruyu soran kişiye bakıp şöyle dedi:
«— Ben, Aziz ve Celil olan Allah alış-verişi haram kıldı demiyorum. Fakat ben, ticaret ve alış-verişin kendilerini Allah'ın zikrinden alıkoymayan kimselerden olmak istiyorum».
Ebu'd-Derda sadece ticareti terk etmedi. O dünyayı terk etti. Dünyanın süs ve ziynetlerinden yüz çevirdi. Dünyalık şeyler arasında neslini meydana getirecek katı bir lokma, vücudunu örtecek kaba bir elbiseyle yetindi. Soğuğu şiddetli, dondurucu bir gecede bir topluluk ona misafir oldu. Onlara sıcak bir yemek ikram etti. Fakat yorgan vermedi. Yatmak istediklerinde, yorgan isteyelim mi? istemeyelim mi? diye aralarında tartışmaya başladılar. Birisi:
«— Ben gidip söyleyeceğim» dedi. Bir başkası:
 «— Bırak gitme» dedi ama o gitti.
Ebu'd-Derda'nın kaldığı odanın kapısına vardığında; onun yatmış, karısının da yanında oturmakta olduğunu gördü. Fakat karısının üzerinde sıcağa ve soğuğa faydası olmayan hafif bir elbise vardı. Adam Ebu'd-Derda'ya şöyle dedi:
«— Senin de geceyi bizim gibi geçirdiğini görüyorum».
«— Eşyalarınız nerede?» Ebu'd-Derda şöyle cevap verdi
«—Bizim, ötede bir evimiz var, kazandığımızın hepsini hemen oraya gönderiyoruz. Eğer onların bir kısmını buradaki evimizde bırakmış olsaydık, mutlaka verirdik,
— Ayrıca, bizim ötedeki evimize gideceğimiz yolda hafifin ağırdan daha iyi olduğu çetin bir yokuş var. Biz ağırlıklarımızı atmak istedik ki belki geçeriz».
Arkasından adama:
—Anladın mı?» dedi. Adam:
«— Evet, anladım. Allah sana iyilikle mukabele etsin».
Halifeliği sırasında Hz. Ömer, Ebu'd-Derda'nın Şam valisi olmasını istedi. Ama o, kabul etmedi. Ömer'in ısrarı üzerine:
«— Onlara Rablerinin Kitabı’nı, Peygamber'lerinin sünnetini öğretmek ve onlara namaz kıldırmak için gitmeme razı olursan, giderim».
Ömer buna razı oldu ve o Şam'a gitti. Oraya varınca halkın konfora merak sardığını ve refaha daldıklarını gördü. Bu durum onu endişelendirdi. Halkı mescide çağırdı. Orada toplandılar, aralarında ayağa kalkıp şöyle dedi.
«— Ey Şamlılar! Siz din kardeşlerisiniz, yurt komşularısınız. Düşmanlara karşı birbirilerinizin yardımcılarısınız.
Ey Şamlılar! Beni sevmekten ve nasihatimi kabul etmekten alıkoyan nedir? Hâlbuki ben sizden hiçbir şey ummuyorum. Nasihatim sizedir. Benim geçimimi sağlayan da siz değilsiniz.
Bu ne hal böyle! Alimlerinizin öte dünyaya göç ettiklerini ve cahillerinizin ise hala ders almadıklarını görüyorum. Allah'ın sizin için tekeffül ettiklerine yöneldiğinizi ama size emredileni yapmadığınızı görüyorum.
Yiyemeyeceğiniz şeyleri topladığınızı, oturamayacaklarınızı bina ettiğinizi, erişemeyeceklerinizi düşündüğünüzü görüyorum.
Sizden önceki kavimler topladılar ve ümitlendiler. Çok geçmedi onların toplulukları yok oldu. Ümitleri aldanmaya, evleri kabirlere dönüştü.
İşte dünyayı para ve çocukla dolduran Ad kavmi Bugün benden Ad'ın mirasını iki dirhem karşılığında kim satın almak ister?»

Halk ağlamaya başladı, öyle ki hıçkırıkları mescidin dışından duyuluyordu.
O günden itibaren Ebu'd-Derda, Şam halkı arasında ve çarşılarda dolaşmaya başlamıştı.
Her münasebetten istifade ederek ve her fırsatı ganimet bilerek soru soranlara cevap veriyor, bilmeyenlere öğretiyor ve gafilleri uyandırıyordu.
Bir defasında birkaç kişiyle karşılaşmıştı. Onlar bir adamın başına toplanmışlar, ona hem vuruyorlar, hem de hakaret ediyorlardı. Yanlarına gelip sordu:
«— Ne oluyor?»
«— Bu adam büyük bir günaha düşmüş» dediler.
«— Ne dersiniz? Eğer bir kuyuya düşmüş olsaydı oradan çıkamaz mıydınız?»
«— Evet, çıkarırdık».
«— Ona kötü söz söylemeyin, onu dövmeyin. Ona ancak öğüt verip öğretin ve sizi onun günahına düşmekten koruyan Allah'a hamd ediniz».

«— Sen ona kızmıyor musun?»
«— Ben sadece onun yaptığı işe kızıyorum. Eğer onu terk ederse, o benim kardeşimdir».
Bunun üzerine adam tövbe ettiğini açıklayarak ağlamaya başladı.
İşte bir genç Ebu'd-Derda'ya gelip şöyle diyor:
«—'Bana tavsiyede bulun, ey Rasulüllah'ın (s.a.v.) sahabesi!» Ebu'd-Derda da ona şöyle diyor:
«— Oğlum! Bolluk zamanında Allah'ı an ki, sıkıntıda o da seni ansın.
Ya alim, ya öğrenci, ya da dinleyici ol, dördüncüsü olma çünkü helak olursun.
Yavrum, mescit evin olsun». Rasulüllah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu duymuştum:
«Mescitler her Allah'tan korkanın evidir. Aziz ve Celil olan Allah, mescitleri evleri haline getiren kimseler için, rahatlık ve rahmet vermeye, sıratı da Allah'ın hoşnutluğuyla geçmeye kefil olmuştur».
Birkaç genç yol kenarına oturmuş, hem sohbet etmekteler, hem de gelip geçenlere bakmaktadırlar. Ebu'd-Derda yanlarına gelip şöyle, dedi:
«— Çocuklarım! Müslüman kişinin oturacağı yer evidir. Orada kendini ve gözünü kötülüklerden korur. Çarşı ve pazarlarda oturmaktan sakının. Çünkü böyle bir hareket insanı boş şeylerle meşgul edip oyalar».
Ebu'd-Derda Şam'da oturduğu sıralarda, Muaviye İbnul-Ebu Sufyan onun kızı Derda'yı oğlu Yezid'le evlendirmek istedi. Ebu'd-Derda kızını Yezid'e vermeyi kabul etmedi. Dinini ve ahlakını beğendiği, halktan Müslüman bir gence verdi. Bu halk içinde yayıldı. Şöyle konuşulmaya başlandı:
«— Muaviye'nin oğlu Yezid, Ebu'd-Derda'nın kızıyla nişanlanmış, kızın babası kabul etmeyip, onu halktan bir Müslümanla evlendirmiş».
Birisi Ebu'd-Derda'ya böyle yapmasının sebebini sorduğunda şöyle cevap verdi:
«— Bu davranışımla sadece Derda'nın iyiliğini düşündüm».
«— Nasıl?»
«— Derda'nın huzurunda hizmet eden köleler beklerse ve o parıltıları göz kamaştıran saraylarda oturursa siz onun hakkında ne düşünürsünüz...?
O zaman dini nerede olur?!»
Yine Ebu'd-Derda Şam diyarındayken, durumlarını araştırmak üzere Müminlerin Emiri Ömer İbnu'l-Hattab onların yanma geldi. Arkadaşı, Ebu'd-Derda'yı geceleyin evinde ziyaret etti. Kapıya gitti. Gördü ki, kapı kapalı değil, evin ışığı da yoktu. Ebu'd-Derda Ömer'in sesini duyunca, kalkıp yanına geldi, hoş geldin dedi ve onu bir yere oturttu.
Karanlıkta birbirlerini görmeksizin, karşılıklı konuşmaya başladılar.
Hz. Ömer araştırdı ki, Ebu'd-Derda'nın yastığının bir eğerden, yatağının çakıl taşlarından, elbisenin ise Şam'ın soğuğunda hiçbir faydası olmayan ince bir elbiseden ibaret olduğunu anladı. Ömer:
«— Allah iyiliğini versin, sana geçimini sağlamak için maaş bağlamadım mı? Sana göndermedim mi?» dedi.
«— Ömer! Rasulüllah'ın (s.a.v.) bize söylediği bir hadisi hatırlamıyor musun?»
«—Hangisi o?»
«— Rasulüllah : «Sizin dünyadaki malınız bir yolcunun azığı kadar olsun» demedi mi?»
«— Evet».
«— Ondan sonra biz ne yaptık ya?»
Ömer ağladı, Ebu'd-Derda ağladı. Sabaha kadar hiç durmadan ağladılar...
Ebu'd-Derda ölünceye kadar, Şam'da halka vaaz vermeye ve onlara Kitap’la hikmeti öğretmeye devam etti. Ölmeden önce, hastalandığında arkadaşları yanına girip şöyle sordular:
«— Şikâyetin nedir?»
«— Günahlarım».
«—Canın bir şey istiyor mu?»
«— Rabbimin affını».

Sonra etrafındakilere:
«— Bana La ilahe illa'llah, Muhammedün Rasulüllah, deyiniz Bunu tekrar ede ede hayata gözlerini yumdu.
Ebu'd-Derda Rabbine kavuşunca, Avf İbn Malik el-Eşcai rüyasında, yeşil, geniş ve gölgeli bir çayırlık gördü. Çayırlıkta deriden yapılmış büyük bir çadır vardı. Çadırın etrafında da gözün öylesini asla görmediği yatan bir koyun sürüsü.
«— Bu kimin?» dedi. Ona:
«— Abdurrahman İbn Avf in» denildi.
Abdurrahman İbn Avf çadırdan çıkıp yanma geldi ve şöyle dedi:
«— Ey İbn Malik! Bu, Aziz ve Celil olan Allah'ın Kur'an'da bize vadettiği şeylerdir. Eğer bu yolun üzerine çıkıp baksaydın, gözünün görmediğini görür, kulağının duymadığını duyar, aklından geçirmediğin şeyleri görürdün». İbn Malik sordu:
«— Bütün bunlar kime ait? Ey Ebu Muhammedi» Abdurrahman İbn Avf şöyle cevap verdi:
«— Aziz ve Ceiil olan Allah, bunları Ebu'd-Derda için hazırlamış tır. Çünkü o, dünya sıkıntılarını elleriyle (sadakayla) ve göğsüyle (kurbanla) defederdi»

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 05 Tem 2013 08:32:31
Hayırlı günler dilerim.

5 Temmuz 2013 Cuma  –  26 Şaban 1434

ZEYD İBN HARİSE

 «Allah'a yemin ederim ki, Zeyd İbn Harise emirliğe layık ve insanların bana en sevimlisidir».
Salebe kızı Su'da, kavmi Ma'n oğullarını ziyarete gitmişti. Yanında kölesi Zeyd İbn Harise el-Ka'bi de vardı.
Kavminin bulunduğu diyara ayak basmak üzereyken, Kayn oğullarının süvarileri onlara baskın yapıp mallarını yağmaladılar. Develerini sürüp götürdüler, kadın ve çocukları da esir aldılar.
Alıp götürdükleri kimseler arasında Zeyd İbn Harise de vardı.
İşte bu Zeyd, daha sekizine yeni basmış küçük bir çocuktu. Onu Ukaz pazarına getirip satışa arzettiler. Kureyş ileri gelenlerinden bir zengin -Hakim İbn Hazam İbn Huveyİid- onu dörtyüz dirheme satın aldı.
Hakim ondan başka köleler de satın almıştı ve hepsini Mekke'ye götürdü.
Halası Hatice Bint Huveyİid, Hakim'in geldiğini öğrenince, ona hoş geldin demek ve halini hatırını sormak üzere ziyaretine gitti.
Hakim halasına şöyle dedi :
«— Hala! Ukaz pazarından birçok köle satın aldım. Onlardan İstediğini seç, benim sana hediyem olsun».
Hatice hanımefendi, kölelerin yüzlerini iyice inceledikten sonra, yüzünde gördüğü zekâ ve kabiliyet belirtileri sebebiyle Zeyd İbn Harise'yi seçip götürdü.
Bir müddet sonra Hatice Bint Huveylid, Muhammed İbn Abdillah'la evlendi. Hatice ona yeni bir şey vermek ve hediye etmek istedi. Kıymetli kölesi Zeyd İbn Harise'den daha iyisini bulamadı ve onu Muhammed'e hediye etti.
Bu şanslı köle, Muhammed İbn Abdiliah'ın gözetiminde istediği gibi hareket ediyor, onun yanında itibar kazanıyor ve onun güzel ahlak ve vasıflarını alarak yetişiyordu.
Onu kaybettiğine çok üzülen annesinin ise gözyaşı kurumuyor, içindeki yangın sönmüyor ve hiç huzur bulamıyordu.
Annesinin ümit içinde yaşamak için onun diri mi, yoksa ümidini kesmek için ölü mü olduğunu bilmemesi, üzüntüsüne üzüntü katıyordu.
Ancak babası, her yerde onu aramaya ve her kafileden onu sormaya devam ediyordu. Ona olan özlemini, ciğerleri parçalayan hazin bir şiir haline getirerek şöyle diyordu:
«Ne yaptığımı bilmeden, Zeyd için ağladım.
Diri midir? Ümitle yaşayayım mı? Yoksa onun karşısına ecel mi çıktı?
Vallahi, ben bilmiyorum ve soruyorum.
Seni benden sonra ova mı çaldı, yoksa dağ mı?
Güneş doğduğu zaman bana onu hatırlatıyor.
Battığı zaman hatırası gözümün önüne geliyor.
Develeri yeryüzüne salıvereceğim.
Develer usansa da ben dolaşmaktan usanmayacağım.
Hayattayım veya ölüm bana gelecek.
Her insan fânidir, emel onu aldatsa bile».
Hac vakitlerinden birinde Zeyd'in kavminden bazı kimseler Kâbe’ye geldi. Kâbe’yi tavaf ederlerken birden bire Zeyd'le karşılaştılar. Zeyd onları, onlar da Zeyd'i tanıdılar ve birbirlerine hal hatır sordular. Onlar Hac ibadetlerini yerine getirince memleketlerine dönüp, gördüklerini ve duyduklarını Harise'ye anlattılar.
Harise hemen bineğini hazırladı. Ciğer paresini ve gözünün bebeğini kurtarmak için yanına bir miktar fidye parası aldı. Kardeşi Ka'b'la birlikte, Mekke'ye doğru hızla yol almaya başladılar.
Mekke'ye varınca Muhammed İbn-i Abdillah'ın huzuruna girdiler ve şöyle dediler:
«_ Ey Abdulmuttalib'in torunu! Siz Allah'ın komşularısınız, zayıf olanı kurtarırsınız. Aç olanı doyurursunuz ve muhtaç olana yardım edersiniz».
«Sana yanındaki oğlumuz için geldik. Yetecek kadar para getirdik. Lütfet de istediğin kadar fidye mukabilinde bize oğlumuzu geri ver».
Hz. Muhammed şöyle sordu:
«— Sizin kastettiğiniz çocuk kim?»
«— Senin kölen Zeyd İbn-i Harise».
«— Fidyeden daha iyisine var mısınız?»
«— O nedir?»
«— Oğlunuzu çağıracağım. Beni veya sizi seçmede onu serbest bırakın. Eğer sizi seçerse, fidyesiz sizin olsun. Eğer beni seçerse, vallahi ben kendisini seçen kimselerden vazgeçen değilim».
«— Sen adaletli davrandın, hatta adaletli olmakta çok ileri gittin».
Hz. Muhammed Zeyd'i çağırdı ve şöyle dedi:
«— Bunlar kim?» Zeyd şöyle cevap verdi:
«— Bu, babam Şurahbil oğlu Harise, şu da amcam Ka'b'dır».
«— Seni, seçme hususunda serbest bıraktım. Dilersen onlarla gidersin, dilersen benimle kalırsın».
Zeyd hiç beklemeden ve tereddüt etmeden şöyle cevap verdi:
«—Evet, seninle kalıyorum».
Babası:
«— Yazıklar olsun sana Zeyd! Babana ve annene karşılık köleliği mi seçiyorsun?» dedi. Zeyd de şöyle cevap verdi:
«— Ben bu zattan bir şey gördüm. Ondan asla ayrılamam».
Hz. Muhammed, Zeyd'in bu durumunu görünce, elinden tutup Kabe'ye çıkardı ve Kureyşliler'in önünde Hicr'de durarak şöyle dedi :
«— Ey Kureyş topluluğu; Şahid olun! Bu, benim oğlumdur. O benim mirasçımdır, ben de onun mirasçısıyım...»
Böylece babasının ve amcasının içleri rahatladı. Onu Muhammed İbn-i Abdillah'ın yanında bıraktılar ve içleri rahat ve huzur içinde memleketlerine döndüler.
O günden sonra Zeyd İbn-i Harise, Zeyd İbn-i Muhammed diye çağrılmıştır.
Rasulüllah (s.a.v.) Peygamber oluncaya ve İslam, evlat edinmeyi kaldırıncaya kadar Zeyd böyle çağrılmıştı. Bu konuda şu ayet nazil olmuştu:
«— Onları (çocukları), babalarının isimleriyle çağırınız». (Ahzab suresi, ayet: 5) ve tekrar Zeyd İbn-i Harise diye çağırılmaya başlandı.

Zeyd anne ve babasına karşılık Muhammed'i seçtiğinde nasıl bir ganimete konduğunu bilmiyordu.
Ailesine ve akrabasına tercih ettiği efendisinin öncekilerin ve sonrakilerin efendisi ve Allah'ın bütün yaratıklarına gönderdiği elçisi olduğunu bilmiyordu.
Semadan gelen devletin yeryüzünde kurulup doğuyla batının arasını iyilik ve adaletle dolduracağı ve bizzat kendisinin de bu büyük devletin yapısında ilk temel taşı olacağı hiçbir zaman aklına gelmemişti...
Bunların hiçbiri Zeyd'in zihninde dolaşmıyordu.
Bu, Allah'ın sadece dilediğine vereceği bir lütuftu... Allah (c.c.) büyük lütuf sahibidir.
Bu seçme hadisenin üzerinden birkaç sene geçmişti ki, Allah, (c.c.) Peygamber'i Muhammed'i hidayet ve hakk diniyle gönderdi ve Zeyd İbn-i Harise erkekler arasında ona ilk iman eden kimse oldu.
Bu şampiyonanın üstünde, yarışmacıların yarışacağı başka bir şampiyona var mıdır?
Zeyd  İbn-i Harise,  Rasulüllah'ın  (s.a.v.) sırdaşı, onun  gönderdiği heyet ve seriyyelerin komutanı ve Hz. Peygamber Medine'den ayrıldığı zaman Medine'deki vekillerinden birisi olmuştu.
Zeyd'in Rasulüllah'ı (s.a.v.) sevip onu anne ve babasına tercih ettiği gibi, Rasulüllah (s.a.v.) da onu sevmiş ve ailesine karıştırmıştı. Zeyd yokken onu özler, geldiği zaman onu, benzeri başkasına nasip olmayacak bir şekilde karşılardı.
Hz. Aişe Zeyd'Ie karşılaştığı için Rasulüllah'ın (s.a.v.) sevinç duyduğu sahnelerden birini bize şöyle tasvir etmektedir,
«— Rasulüllah (s.a.v.) benim odamdayken Zeyd İbn-i Harise Medine'ye gelmişti. Kapıyı çaldı. Rasulüllah (s.a.v.) çıplak olarak kalkıp onun yanına gitti. —Öyle ki üzerinde sadece göbeğiyle dizi arasını örten bir şey vardı— Elbisesini çeke çeke kapıya kadar gitti. Onu kucaklayıp öptü. Vallahi Rasulüllah'ı (s.a.v.) ne bundan önce ne de bundan sonra çıplak olarak gördüm».
Müslümanlar arasında Hz. Peygamber'in Zeyd'e karşı gösterdiği sevgi belli olmuş ve yayılmıştı. Onu «Zeydu'l-Hubb» diye isimlendirdiler ve ona Rasulüllah'ın (s.a.v.) sevgilisi lakabını verdiler. Rasulüllah'ın (s.a.v.) sevgilisinin kendisinden sonra oğlu Üsame'ye de «Sevgilisinin oğlu» diye lakap taktılar.
Hicretin 8 nci senesinde Allah, sevgiliyi, sevgiliden ayırmak suretiyle imtihan etmek istedi.
Rasulüllah, (s.a.v.) el-Haris İbn-i Umeyr el-Ezdi'yi, İslam'a davet etmek üzere Busra hükümdarına bir mektupla göndermişti. El-Haris; Ürdün'ün doğusundaki Mute'ye vardığında Gassan emirlerinden Şurahbil İbn Amr önüne geçip onu yakaladı. İple bağladı ve daha sonra boynunu vurdu.
Bu, Rasulüllah'ın (s.a.v.) zoruna gitti, çünkü ondan başka hiçbir elçisi öldürülmemişti.
Rasulüllah (s.a.v.) Mu'te harbi için üç bin kişilik bir ordu hazırladı. Ordunun başına sevgilisi, Zeyd İbn-i Harise'yi tayin edip şöyle buyurdu:
«— Eğer Zeyd yaralanır veya şehit edilirse, komutanlığı Cafer İbn-i Ebi Talib alsın. Eğer o da yaralanır veya şehit edilirse, komutanlığı Abdullah İbn-i Ravaha alsın. Şayet Abdullah da yaralanır veya şehit edilirse, Müslümanlar birisini kendilerine komutan olarak seçsinler».
Ordu yola çıktı ve Ürdün'ün doğusundaki Maan'a vardı. Bizans hükümdarı Herakliyüs yüz bin kişinin başında Gassanileri savunmak için harekete geçti. Onlara müşrik arablardan yüz bin kişi daha katıldı. Bu kalabalık ordu Müslüman mevkilerine uzak olmayan bir yerde konakladı.
Müslümanlar iki geceyi aralarında ne yapacaklarını tartışarak Maan'da geçirdiler. Birisi şöyle dedi:
«— Rasulüllah'a (s.a.v.) mektup yazalım. Düşmanımızın sayısını bildirelim ve onun emrini bekleyelim». Bir başkası da şöyle konuştu:
«— Ey kavmim! Vallahi biz ne sayı, ne kuvvet ve ne de çokluk için harp ederiz. Biz ancak bu din için dövüşürüz.
Hangi niyetle çıktıysanız ona doğru yürüyünüz.
Allah (c.c.) size iki güzel şeyden birini kazanmayı garantilemiştir. Ya zafer... Ya da şehit olmak...»
İki ordu Mute'de karşılaştı. Müslümanlar Bizanslıları şaşırtan ve iki yüz bine varan ordusuna kafa tutan bu üç bin kişiden dolayı kalplerine korku dolduran bir şekilde dövüştüler. Zeyd İbn-i Harise Allah Rasulü'nün sancağı için kahramanlar tarihinin bir benzerini daha bilmediği bir şekilde dövüştü. Nihayet yüzlerce mızrak vücudunu parça parça etti. Kanlar içinde yüzerek yere yıkıldı. Cafer İbn-i Ebi Talib sancağı ondan aldı. En iyi bir şekilde korumaya başladı. En sonunda o da arkadaşına kavuştu.
Sancağı ondan Abdullah İbn-i Ravaha aldı. O da korumak için kahramanca dövüştü. En sonunda o da arkadaşlarının kavuştuklarına kavuştu.
Müslümanlar kendilerine Halid İbnu'l-Velid'i komutan olarak seçtiler yeni Müslüman olmuştu Halid askerlerin yerini değiştirdi ve orduyu kaçınılmaz bir yenilgiden kurtarmış oldu.
Rasulüllah'a (s.a.v.) Mute'yle ilgili haberler ve üç komutanın yere yıkılışı ulaştı. Onlara çok üzüldü. O güne kadar hiç öyle üzülmemişti. Onların ailelerine baş sağlığı ve sabır dilemeye gitti.
Zeyd İbn-i Harise'nin evine vardığı zaman, küçük kızı ağlamaya başlayarak kucağına atıldı. Rasulüllah (s.a.v.) da yüksek sesle hıçkıra hıçkıra ağladı.
Sa'd İbn-i Ubade ona şöyle dedi:
«—Bu nedir, ya Rasulallah!» Rasulüllah (s.a.v.) şöyle cevap verdi:
«— Bu sevgilinin sevgilisine ağlamasıdır...

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 06 Tem 2013 08:21:14
Hayırlı günler dilerim.

6 Temmuz 2013 Cumartesi –  27 Şaban 1434

ÜSAME İBN-İ ZEYD

 «Üsame'nin babasını Rasulüllah (s.a.v.) senin babandan daha çok severdi. Üsame'yi ise senden daha çok severdi».
Şimdi, Hicretten yedi yıl önce Mekke'deyiz.
Rasulüllah, (s.a.v.) Kureyş'in kendisine ve ashabına yaptığı eziyetlere dayanabildiği kadar dayanmaktadır.
O, hayatını devamlı üzüntü ve felaketler dizisi haline getiren davet endişesi ve yüklerini taşımaktadır.
İşte o böyle bir haldeyken hayatında sevinç şimşeği çaktı. Müjdeci ona, Ümmü Eymen'in bir çocuk dünyaya getirdiğini müjdelemeye geldi.
Rasulüllah'ın (s.a.v.) yüzünde sevinç belirip güzel yüzü memnuniyetten parladı.
Rasulüllah'a bütün bu sevinci getiren mutlu çocuk kimdi acaba? Evet, o Zeyd'in oğlu Üsame'ydi.
Ashaptan hiçbiri Rasulüllah'ın (s.a.v.) yeni doğan çocuğa duyduğu sevinci yadırgamadı. Çünkü onlar, Üsame'nin anne ve babasının Rasulüllah'ın (s.a.v.) yanındaki yerlerini ve mertebelerini biliyorlardı.
Çocuğun annesi, Ümmü Eymen lakaplı Habeşli Bereke idi.
Ümmü Eymen, Peygamberimizin annesi Amine bint Vehb'in cariyesi idi. Amine'nin sağlığında ve vefatından sonra Rasulüllah'a (s.a.v.) bakmış ve büyütmüştü. Rasulüllah (s.a.v.) kendisinin başka bir annesi daha olduğundan habersiz olarak dünyaya gözlerini açmıştı.
Onu çok derin ve içten bir sevgiyle sevmişti. Çok defa şöyle derdi;
— O benim annemden sonra annemdir, benim ailemden hatıradır».
İşte bu kadın, şanslı çocuğun annesiydi. Babası ise; Rasulüllah'ın (s.a.v.) sevgilisi Zeyd İbn-i Harise'ydi ki, o İslam'dan önce evlat edindiği oğluydu. Onun dostu, sırdaşı, ailesinin bir ferdi ve İslam'dan sonra da en çok sevdiği kimseydi.
Müslümanlar başka hiçbir çocuğun doğumuna sevinmedikleri kadar Üsame İbn-i Zeyd'in doğumuna sevinmişlerdi. Bunun sebebi; Peygamber'i sevindiren her şeyin onları da sevindirmesi, onun kalbine memnuniyet veren her şeyin onları da memnun etmesiydi.
Şanslı çocuğa; «Sevgili ve Sevgilinin oğlu» lakabını vermişlerdi. Müslümanlar küçük Üsame'ye bu lakabı vermekte mübalağa etmemişlerdi. Çünkü Rasulüllah (s.a.v.) onu bütün dünyanın gıpta edeceği bir şekilde seviyordu. Üsarne'nin yaşı, Rasulüllah'ın (s.a.v.) torunu, Fatıma'nın oğlu Hasan'ın yaşına yakındı.
Hasan; beyaz, parlak yüzlü ve son derece güzeldi. Dedesi Rasulüllah'a (s.a.v.) çok benzerdi.
Üsame ise; siyah derili ve yassı burunluydu. Habeşli annesine çok benzerdi.
Fakat Rasulüllah (s.a.v.) sevgi yönünden ikisini ayırt etmezdi. Üsame'yi alır bir dizine, Hasan'ı alır diğer dizine koyar, sonra ikisini göğsüne basar, şöyle derdi:
«— Ya Rabbi! Ben bunları seviyorum, sen de sev». Şu da Rasulüllah'ın (s.a.v.) Üsame'yi sevdiğine delildir:
Bir defasında, Üsame'nin ayağı kapının eşiğine takılıp düştü. Alnı yarılmış ve yarasından kan akmıştı. Hz. Peygamber, Aişe'den onun yarasının kanını temizlemesini istedi ama Aişe temizlemek istemedi.
Rasulüllah (s.a.v.) kalkıp çocuğun yanına gitti. Alnındaki yarığı emmeye başladı, tatlı ve şefkatli kelimelerle gönlünü alarak kanı tükürdü.
Rasulüllah (s.a.v.) Üsame'yi küçükken sevdiği gibi gençken de sevmiştir.
Kureyş eşrafından Hakim İbn-i Hazam Rasulüllah'a (s.a.v.) Yemen Hükümdarlarından Zuyezen'e ait, Yemen'den elli altın dinara satın aldığı kıymetli bir elbiseyi hediye etmek istemişti. O sırada Hakim Müslüman olmadığı için, Rasulüllah (s.a.v.) onun hediyesini kabul etmemiş, elbiseyi ondan parasıyla satın almıştı.
Peygamber o elbiseyi sadece bir Cuma günü giymiş sonra Üsame İbn-i Zeyd'e vermişti. Üsame o elbiseyle, muhacir ve ensara mensup akranları arasında dolaşmaya başlamıştı.
Ergenlik çağına gelince, Üsame de Rasulüllah'ın (s.a.v.) sevgisini hak eden güzel davranışlar ve yüce hasletler görüldü.
Onun keskin bir zekâsı, olağan üstü bir cesareti, işleri yoluna koyacak tam bir bilgisi vardı. Bayağı şeylerden tiksinen, temiz, namuslu, insanlar tarafından sevilen, dost edilen ve dostluk kurulabilen, Allah'ın sevdiği dindar ve takvalı birisiydi.
Uhud harbinde, Üsame ve bazı sahabe çocukları Allah yolunda cihat etmek isteyerek Rasulüllah'a (s.a.v.) geldiler. Rasulüllah (s.a.v.) onların bir kısmını kabul etti. Yaşları küçük olduğu için bir kısmını da geri çevirdi. Üsame de geri çevrilenler arasında idi. Rasulüllah'ın (s.a.v.) sancağı altında savaşamamanın üzüntüsüyle küçük gözlerinden yaş akıta akıta geri dönmüştü.
Hendek savaşında Üsame, yine bir grup sahabe çocuğuyla birlikte gelip Rasulüllah'ın (s.a.v.) kendisine izin vermesi için boyunu yüksek göstermeye çalışıyordu. Peygamber acıdığı için ona izin verdi.
İşte Üsame, daha on beş yaşındayken Allah yolunda cihat için kılıç kuşanmış oldu.

Huneyn'de Müslümanlar mağlup olduğunda Üsame, Rasulüllah'ın (s.a.v.) amcası Abbas, amcasının oğlu Ebu Sufyan ve altı sahabe ile birlikte olduğu yerde kalmıştı. Rasulüllah (s.a.v.) bu kahraman ve imanlı küçük toplulukla ashabının yenilgisini zafere çevirmeye, müşrikler öldürür diye korkup kaçan Müslümanları durdurmaya muvaffak olmuştu.
Mu'te'de yaşı on sekizin altında olmakla beraber Üsame, babası Zeyd İbn-i Harise'nin sancağı altında savaştı. Babasının yere yıkılışını gözleriyle gördü. Metanetinden hiçbir şey kaybetmedi. Arkasından Cafer İbn-i Ebi Talib'in sancağı altında dövüşmeye devam etti. O da yere yıkılınca, Abdullah İbn Ravaha'nın sancağı altında dövüşmeye devam etti. O da iki arkadaşına kavuşunca, Halid İbnu'l-Velid'in sancağı altında dövüştü. Nihayet o, küçük orduyu Bizanslıların pençelerinden kurtardı.
Üsame, babası için Allah'tan ecir dileyerek, pak cesedini Suriye hududunda bırakıp, onun üzerinde şehit düştüğü atına binerek Medine'ye döndü.
Hicretin 11. yılında, Rasulüllah (s.a.v.) Bizanslılarla harp etmek için bir ordu hazırlanmasını emretti. O orduya Ebu Bekr, Ömer, Sa'd İbn-i Ebi Vakkas, Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrah ve diğer büyük sahabeleri verdi. Üsame'yi de henüz yaşı yirmiyi geçmediği halde, bu orduya komutan tayin etti. Ona, atlarla Beika sınırlarına ve Bizans ülkesinden Gazze'nin yakınındaki Darum kalesine ayak basmalarını emretti.
Ordu hazırlandığı sırada Rasulüllah (s.a.v.) hastalandı. Hastalığı artınca, Rasulüllah'ın (s.a.v.) durumunun açığa kavuşmasını bekleyerek ordu hareket etmekten vazgeçti.
Üsame şöyle anlatır:
«— Peygamber'in hastalığı artınca, yanına gitmiştim. Benimle birlikte başkaları da vardı. Yanma girdiğimde, hastalığın şiddetinden susmuş olduğunu ve konuşmadığını gördüm. Rasulüllah (s.a.v.) elini semaya kaldırdı, sonra benim üzerime koydu. Anladım ki, benim için dua ediyordu».
Çok geçmedi, Rasulüllah (s.a.v.) hayattan ayrıldı. Ebu Bekr'e biat edildi. Ebu Bekir, Üsame'nin hareket etmesini emretti. Ancak Ensar'dan bir grup Üsame'nin hemen hareket etmemesi görüşünü ileri sürdü. Ömer İbnu'l-Hattab'ın bu konuda Ebu Bekir'le konuşmasını isteyerek şöyle dediler:
«— Hemen bizim tarafımızdan ona ulaştır: Bu işe, yaşı Üsame'den daha büyük birisini tayin etsin». Ebu Bekir, Ömer'den Ensar'ın görüşünü duyar duymaz oturuyordu yerinden fırladı ve Ömer'in sakalından tutup hiddetle
«— Ey Hattab oğlu!.. Onu Rasulüllah (s.a.v.) tayin etti ve sen benden almamı mı istiyorsun. Vallahi böyle bir şey olamaz» dedi.
Ömer halkın yanına dönünce ona ne yaptığını sordular. O da şöyle cevap verdi:
«Çekilin başımdan, sizin yüzünüzden Rasulüllah'ın (s.a.v.) halifesinden azar işittim».                                                         

"Ordu, genç komutanın idaresi altında hareket ettiğinde hayvan üzerindeki Üsame'yi Rasulüllah'ın (s.a.v.) halifesi yaya olarak uğurladı. Üsame ona şöyle dedi:
«— Ey Rasulüllah'ın (s.a.v.) halifesi! Vallahi ya sen hayvana bineceksin, ya da ben ineceğim». Ebu Bekir şöyle cevap verdi:
«— Vallahi, ne sen ineceksin, ne de ben hayvana bineceğim. Allah yolunda bir müddet ayaklarım tozlansa ne çıkar?» Daha sonra şunları söyledi:
«— Dinini, üzerine aldığın emanetini ve işinin sonuçlarını Allah'a havale ediyorum. Sana Rasulüllah'ın (s.a.v.) emrettiğini yerine getirmeni tavsiye ediyorum». Kulağına eğilip :
«— Eğer bana Ömer'in yardım etmesini uygun görürsen, ona benim yanımda kalması için izin ver» dedi. Bunun üzerine Üsame, Ömer'in kalmasına müsaade etti.
Üsame İbn-i Zeyd orduyla yola çıktı. Rasulüllah'ın (s.a.v.) kendisine emrettiği her şeyi yerine getirdi. Müslümanların atlarını Belka sınırlarına ve Filistin'deki Darum kalesine sürdü. Böylece Müslümanların kalplerinden Bizanslı korkusunu attı.
Suriye'yi, Mısır'ı ve Atlas okyanusuna kadar bütün Kuzey Afrika'yı fetih için yol açmış oldu.
Üsame babasının üzerinde şehit edildiği atına binerek, miktarını tahmin edenlerinkinden fazla ganimet elde ederek döndü. Hatta şöyle denilmiştir:
«—Üsame İbn Zeyd'in ordusundan daha sağlam ve daha çok ganimet getiren ordu görülmemiştir».
Üsame hayatı boyunca Rasulüllah'a (s.a.v.) karşı vefa ve onun şahsına duyulan saygıdan dolayı Müslümanların saygı ve sevgisini görmüştür.
Hz. Ömer ona, oğlu Abdullah'a bağladığı aylıktan daha fazlasını bağlamıştı. Abdullah babasına şöyle dedi:
«— Babacığım! Sen Üsame'ye dört bin, bana da üç bin bağladın. Onun babası senden daha üstün değildi ve o da benden üstün değildir». Ömer:
 «—. Heyhat... Rasulüllah (s.a.v.) onun babasını seninkinden daha çok severdi. Onu da senden daha çok severdi...»
Bunun üzerine Abdullah İbn-i Ömer kendisine bağlanan aylığa razı oldu.
Ömer İbnu'l-Hattab Üsame İbn-i Zeyd'le karşılaştığında şöyle derdi:
«— Merhaba komutanım...» Buna hayret eden birisini görürse şöyle derdi:
«—Rasulüllah (s.a.v.) onu bana komutan tayin etmişti».

Allah bu büyük zatlara rahmet etsin. Tarih; Rasülüllah'ın (s.a.v.) ashabından daha büyük, daha olgun ve daha faziletlisini tanımamıştır.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 07 Tem 2013 08:04:19
Hayırlı günler dilerim.

7 Temmuz 2013 Pazar  –  28 Şaban 1434

SAİD İBN-İ ZEYD

 «Ya Rabbi! Beni bu hayırlı şeyden mahrum ettiysen, oğlum Said'i ondan mahrum etme».
Zeyd İbn-i Amr İbn-i Nufeyl, bayramlardan birini kutlarken gördüğü Kureyş topluluğundan uzak durdu. Erkeklerin kıymetli atlas sarıklar sardıklarını ve değerli Yemen malı elbiselerle çalım sattıklarını, kadın ve çocukları da en güzel, en yeni elbiselerini giymiş olarak gördü. Zenginlerin çeşitli süsler yaptıktan sonra, putların önünde kesmek için sürdükleri koyunlara baktı ve sırtını Kâbe’nin duvarlarına dayayarak şöyle dedi:
«— Ey Kureyş topluluğu! Allah koyunu yarattı ve onun için gökten yağmur yağdırdı. Koyun suyu içti. Allah o koyun için yerden yeşil ot bitirdi de o koyun doydu. Ama siz onu başkasının adına kesiyorsunuz. Ben sizi cahil bir millet olarak görüyorum».
Hz. Ömer'in babası ve onun amcası olan Hattab yanına geldi, onu tokatlayarak şöyle dedi:
«— Kahrolasıca! Bu çirkin sözleri senden devamlı dinliyoruz ve sabrediyoruz. Artık sabrımız tükendi». Daha sonra kavminin ayak takımını onun üzerine kışkırttı. Onlar Zeyd'e devamlı eziyet ettiler. Bunun üzerine Mekke'den uzaklaşıp Hira dağına kaçtı. Hattab, onun Mekke'ye girmesini önlemek için bazı Kureyş gençlerini görevlendirdi. O Mekke'ye ancak gizlice girebiliyordu.
Zeyd İbn-i Amr İbn-i Nufeyl, —Kureyş'ten habersiz— Varaka İbn-ı Nevfel, Abdullah İbn-i Cahş, Osman ibnu'l-Haris, Muhammed İbn-i Abdillah'ın halası Umeyme Bint Abdilmuttalib'le ayrı ayrı buluştu. Arapların battıkları sapıklığı aralarında konuşmaya başladılar. Zeyd arkadaşlarına şöyle dedi:
«— Vallahi! Siz kavminizin hiçbir dine mensup olmadığını, İbrahim'in dininden çıkıp onu kabul etmediklerini biliyorsunuz. Kendiniz için gireceğiniz bir din arayın, tabii eğer kurtuluşu arzu ediyorsanız».
Dört kişi, İbrahim'in dini Hanifliği aramak üzere, Yahudi, Hristiyan ve diğer milletlerin alimlerine gittiler.
Bunun neticesinde Varaka İbn-i Nevfel Hristiyan oldu.
Abdullah İbn-i Cahş ve Osman İbnu'l-Haris hiçbir şeye ilgi duymadılar.
Zeyd İbn-i Amr İbn-i Nufeyl'e gelince; onun hikâyesi vardır. Anlatması için sözü ona bırakalım.
Zeyd şöyle anlatır:
«— Yahudilik ve Hristiyanlığı inceledim. Onları kabul etmedim. Çünkü ikisinde de içimi rahatlatacak bir şey bulamadım. Orada burada İbrahim'in dinini aramaya başladım. Nihayet Şam diyarına geçtim. Bana kitaptan bilgisi olan bir rahipten söz edildi. Ona gidip durumu anlattım. O şöyle konuştu:
«— Ey Mekke'li! Senin, İbrahim'in dinini aradığını zannediyorum»,
«— Evet, onu arıyorum» dedim. Konuşmasına şöyle devam etti:
«— Sen bugün mevcut olmayan bir dini arıyorsun. Fakat sen memleketine git. Allah senin kavminden İbrahim'in dinini yenileyecek kimseyi gönderecektir. Eğer yetişirsen, ondan ayrılma».
Zeyd vaat edilen peygamberi aramak için adımlarını hızlı hızlı atarak Mekke'ye doğru yola çıktı.
O yoldayken Allah, Peygamber'i Muhammed'i doğruluk ve hak diniyle gönderdi. Fakat Zeyd ona yetişemedi. Çünkü bazı bedeviler ona saldırıp Mekke'ye varmadan öldürdüler. Zeyd Rasulüllah'ı (s.a.v.) görmek için gözleri açık gitti.
Zeyd son nefeslerini verirken gözlerini semaya dikip şöyle dedi:
«— Ya Rabbi! Beni bu hayırlı şeyden mahrum ettiysen, oğlum Said'i ondan mahrum etme».
Allah Teâla, Zeyd'in duasını kabul buyurdu, Rasulüllah (s.a.v.) insanları İslam'a davet etmeye başladığında, Said İbn-i Zeyd Allah'a iman eden ve peygamberinin elçiliğini tasdik edenlerin öncüleri arasındaydı.
Bunda şaşılacak bir şey yoktu. Said, Kureyş'in içinde bulunduğu sapıklığı beğenmeyen bir evde büyüyüp hayatını hakkı arayarak geçiren ve hak peşinde soluk soluğa koşarken ölmüş olan bir babanın kucağında terbiye edilmişti. Said tek başına Müslüman olmamış, karısı, Ömer İbnu'l-Hattab'ın kız kardeşi Fatıma Bint Hattab'la birlikte Müslüman olmuştu.
Kureyşli genç, kavminden; kendini dininden döndürebilecek eziyetlerle karşılaştı. Ancak Kureyş, onu İslam'dan döndüreceği yerde Said'le karısı Kureyş erkeklerinden en ağır ve en tehlikelisini yaptılar...
Onlar Ömer İbnu'l-Hattab'ın Müslüman olmasına sebep oldular.
Said İbn-i Amr İbn-i Nufeyl delikanlılık ve gençlik çağlarındaki bütün enerjisini İslam'ın hizmetine harcadı. Çünkü o henüz yaşı yirmiyi geçmeden Müslüman olmuştu. Bedir hariç, bütün olaylarda Rasulüllah'la (s.a.v.) birlikteydi. Bedir'de yoktu çünkü Peygamber onu önemli bir işte görevlendirmişti.
Diğer Müslümanlarla birlikte, Kisra'nın ele geçirilmesi ve Roma İmparatorluğunun yıkılmasına iştirak etmişti. Müslümanların giriştiği her olayda önemli rolü olmuştu.
Yermuk'da kaydettiği kahramanlıklar pek müthiştir. Yermuk günüyle ilgili haberlerin bir kısmını bize anlatması için sözü ona bırakalım:
Said şöyle anlatır:
«— Yermuk'da 24 bin veya ona yakındık. Bizanslılar ise 120 bin kişiyle bizim karşımıza çıktılar. Sanki gizli ellerin hareket ettirdiği dağlar gibi ağır adımlarla bize yöneldiler. Önlerinde piskoposlar, patrikler ve papazlar ellerinde haçlarla, yüksek sesle dualar okuyarak yürüyorlardı. Onların arkasında da askerler gök gürültüsüne benzer bir şekilde, onların okuduğu duaları tekrar ediyorlardı.
Müslümanlar onları bu halde görünce, kalabalık oluşları kalplerine biraz korku verdi,
O anda Ebü Ubeyde İbnu'l-Cerrah Müslümanları savaşa teşvik edip şöyle dedi:
«— Ey Allah'ın kulları! Allah'a yardım ediniz ki, o da size yardım etsin ve ayaklarınızı sabit kılsın. Allah'ın kulları! Sabrediniz, Sabır küfürden kurtuluştur. Rabbinin rızasını kazanmaya ve hayaya sevk edicidir. Mızraklarınızı düşmana doğru tutup kalkanlarınızı kendinize siper ediniz. Sükûta sarılın. İçinizden sadece Azız ve Celil olan Allah'ı zikrediniz. Ta ki Allah'ın izniyle ben size emredinceye kadar».
Said anlatmaya devam etmektedir:
«— O anda Müslüman saflarından birisi çıktı ve Ebu Ubeyde'ye şöyle dedi:
«— Ben şu anda ölmeye karar verdim. Senin Rasulüllah'a (s.a.v.) göndereceğin bir mesajın var mı?» Ebu Ubeyde şöyle dedi:
«— Benden ve Müslümanlardan ona selam söyle ve ayrıca de ki: Ya Resulallah! Biz Rabbimizin vaat ettiğini gerçek olarak gördük».
Onun bu sözünü işitip, Allah düşmanlarıyla karşılaşmak üzere kılıcını sıyırır sıyırmaz kendimi şiddetle yere attım ve diz üstü çöküp mızrağımı ileri uzattım ve bize doğru gelen ilk süvariye dürttüm. Daha sonra Allah kalbimdeki bütün korkuyu çekip almış olarak düşmana atıldım. Diğerleri de Bizanslıların üzerine atıldı. Allah müminleri muzaffer kılıncaya kadar onlarla savaştık».
Said İbn Zeyd, bundan sonra Şam diyarının fethinde bulundu. Onlar Müslümanlara itaat edince, Ebu Ubeyde onu oraya vali yaptı. Müslümanlardan ilk Şam valiliği yapan Said olmuştur.
Ümeyye Oğulları zamanında, Said İbn Zeyd'in başından, uzun zaman Medine halkının konuştuğu bir olay geçti.
Bu olay şöyledir:
Uveys kızı Erva arazisinin bir kısmını Said İbh-i Zeyd'in gasp edip kendi arazisine kattığını iddia etti.
Bunu Müslümanlar arasında yaymaya ve anlatmaya başladı. Daha sonra da Medine valisi Mervan İbnu'l Hakem'e şikâyet etti. Mervan Said'le konuşmaları için bazılarını ona gönderdi. Böyle bir şey Rasulüllah'ın (s.a.v.) sahabesinin ağırına gitti ve şöyle dedi:
- Benim ona haksızlık yaptığımı mı zannediyorlar? Ben ona nasıl haksızlık ederim? Rasulüllah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu duymuştum.
«— Her kim (başkasına ait) araziden haksız olarak bir karış yer alırsa, Kıyamet gününde yedi kat yere kadar o arazi boynuna halka yapılır». Ya Rabbi! O kadın benim kendisine zulmettiğimi iddia etti. Eğer bu kadın yalan söylüyorsa, onun gözünü kör et, onu benimle kavgasını yaptığı yerdeki kuyusuna at ve benim ona zulmetmediğimi, Müslümanlara açıklayan bir ışığı benim hakkım olarak ortaya çıkar».

Bu olayın üzerinden çok geçmeden Medine'deki Akik deresinden benzeri görülmemiş bir şekilde sel aktı. Anlaşmazlığa düştükleri sınır ortaya çıktı. Müslümanlar tarafından Said'in haklı olduğu görüldü. Bundan bir ay sonra da kadın kör oldu ve aynı arazide dolaşırken, oradaki bir kuyuya düştü.
Abdullah İbn-i Ömer şöyle anlatır:
«— Biz çocukken bir kimsenin başka birisine şöyle dediğini duyardık; «Erva'yı kör ettiği gibi, Allah seni de kör etsin».
Bunun şaşılacak bir yanı yoktur. Çünkü Rasulüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«— Mazlumun (haksızlığa uğrayanın) duasından sakının. Çünkü o dua ile Allah arasında hiçbir engel yoktur».
Hele mazlum Said İbn Zeyd gibi Cennetle müjdelenen on kişiden birisi olursa?

Çevrimdışı osman acar

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.156
  • 1.453
  • 1.156
  • 1.453
# 07 Tem 2013 09:30:19
BENİ BULAMAYACAKSA NİÇİN DEVLETİN BAŞINA GELDİ?

İsmi adalet ile özdeşleşmiş İslam’ın medar-ı iftiharı Hz. Ömer (RA) hakkında nakledeceğimiz bu hatıra, devlet yönetimindeki herkesin derince düşünmesini gerektiren bir olaydır. Seyyidina Hz. Ömer bir gün Medine’ye dönerken, çölde tek başına bir çadır gördü. Çadıra yaklaştığında içinde bir ninenin oturduğunu müşahede etti.
Halife sordu; “Ömer hakkında ne düşünüyorsun?”
Kadın: “Allah Ömer’in müstahakkını versin. Bütün başkanlığı müddetince beş para alamadım”
-Sen böyle uzak ve ayrı yerde yaşıyorken Ömer seni nereden bulsun?’
-Beni bulamayacaksa niçin devletin başına geldi!’
Koca halife bu sözden o kadar müteessir oldu ki, gözyaşlarına boğuldu…

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 08 Tem 2013 08:50:50
Hayırlı günler dilerim.

8 Temmuz 2013 Pazartesi  –  29 Şaban 1434

UMEYR İBN-İ SA'D

«Umeyr  İbn-i  Sa'd'ın   eşi yoktur».
Umeyr İbn-i Sa'd el-Ensari yetimlik ve fakirlik kâsesini daha bebekken yudumlamıştı.
Babası ona mal ve akraba bırakmadan Rabbine kavuşmuştu.
Ancak annesi çok geçmeden Culas İbn-i Suveyd adında Evs kabilesine mensup bir zenginle evlenmişti. O zat, kadının oğlu Umeyr'e de bakmayı kabul etmiş ve onu ailesine katmıştı.
Umeyr, Culas'ın kendisine güzel davranmasından ve şefkat göstermesinden dolayı yetim olduğunu unutmuştu bile.
Oğul babasını nasıl severse, Umeyr, Culas'ı öyle seviyordu. Baba oğula nasıl düşkünse Culas da Umeyr'e karşı öyleydi.
Nihayet Umeyr büyüdü. Culas, onun iş ve hareketlerinde görülen zekâ ve üstünlük belirtileriyle, doğruluk ve dürüstlük huylarını görünce onu daha çok sevmeye başlamıştı.
Umeyr İbn-i Sa'd, 10 yaşını biraz geçince Müslüman oldu. İman onun taze yüreğinde boş bir yer, İslam da onun saf ve berrak gönlünde verimli bir toprak bulmuş, oraya girip yerleşmişlerdi. Yaşının küçük olmasına rağmen Rasulüllah'ın (s.a.v.) arkasında namaz kılmaktan geri kalmazdı. Oğlunu bazen kocasıyla, bazen da tek basma mescide giderken veya oradan dönerken görünce annesini bir sevinç alırdı.
Küçük Umeyr İbn-i Sa'd'ın hayatı sakin ve huzur içinde geçiyordu. Huzurunu ve sükûnetini bozan bir şey yoktu. Nihayet ergenlik çağına yaklaşan bu çocuğu Allah, o yaştaki birisinin benzeriyle pek az karşılaştığı bir imtihan ve pek sert bir tecrübeyle karşılaştırdı.
Hicretin 9. yılında Rasulüllah (s.a.v.) Tebuk'da Bizanslılarla savaşmaya karar verdiğini açıklayıp Müslümanların buna hazırlanmalarını emretmişti.
Rasulüllah (s.a.v.) bir harp yapmak istediğinde bunu açıkça belirtmez, asıl gitmek istediği yönden başka bir yöne gitmek İstediği havasını verirdi. Tebuk seferinde ise böyle olmamıştı. Halkın durumu açıkça bilip, madden ve manen buna hazır olmaları için, ayrıca mesafenin uzaklığı, meşakkatin büyüklüğü ve düşmanın güçlü oluşu sebebiyle nereye gideceğini halka açıklamıştı.
Yaz mevsiminin gelmiş, sıcakların artmış, meyvelerin olgunlaşmış ve gölgenin daha hoş olmasına, nefislerin gevşeklik ve tembelliğe eğilim göstermesine rağmen, Müslümanlar peygamberlerinin davetini kabul edip harbe, hazırlanmaya başladılar.
Ancak bazı münafıklar, azimleri kırmaya, gayretleri azaltmaya, şüpheler doğurmaya, Rasulüllah'ın (s.a.v.) aleyhinde konuşmaya ve özel oturumlarında kendilerine küfür damgasını vurduran sözler sarf etmeye başladılar.
Ordunun hareketinden önceki günlerden birinde, küçük Umeyr İbn-i Sa'd mescitte namazı eda ettikten sonra evine dönmüştü. Gönlü, gözleriyle görüp kulaklarıyla, işittiği Müslümanların gayret ve fedakârlık tablolarıyla dolup taşıyordu.
Muhacir ve Ensar kadınlarının Rasulüllah'a (s.a.v.) gelip ziynetlerini çıkardıklarını, parasıyla Allah yolunda savaşan orduyu donatmak için onun önüne attıklarını görmüştü.
Osman İbn-i Affan'ın içinde bin dinar bulunan bir çıkın getirip onu Rasulüllah'a (s.a.v.) takdim ettiğini gözleriyle görmüştü.
Abdurrahman İbn-i Avf'ın iki bin dört yüz dirhem altını omuzunda getirip Hz. Peygamber'in önüne koyduğuna da şahit olmuştu.
Hatta o bir zatın, parasıyla Allah yolunda dövüşeceği kılıcı satın almak için yatağını satışa çıkardığını da görmüştü.
Umeyr, bu nadide ve şahane tabloları tekrar etmeye, Culas'ın Rasulüllah'la (s.a.v.) gitmek için hazırlanma konusunda ağır davranmasına, güçlü olmasına ve zenginliğine rağmen yardım etmede gecikmesine hayret etmeye başlamıştı.
Umeyr sanki Culas'ın gayret göstermesini, içindeki hamiyeti ortaya çıkarmasını istiyordu. Ona duyduğu ve gördüğü haberleri, özellikle Rasulüllah'a (s.a.v.) gelip hararetle ondan Allah yolunda savaşacak orduya kendilerini de almasını isteyen Müslümanlarla ilgili haberleri anlatmaya başlıyordu. Rasulüllah (s.a.v.) onları götürecek kadar biniti bulunmadığı için isteklerini kabul edemiyor, onlar da cihada çıkma arzularına ulaşamamalarına ve şehit olma özlemlerini gerçekleştiremediklerine üzüldükleri için gözlerinden yaşlar akıtarak geri dönüyorlardı.
Ancak bunları Umeyr'den dinledikten sonra Culas'ın ağzından mümin gencin aklını başından alan bir cümle çıktı.
Culas şöyle demişti:
«Eğer Muhammed'in peygamber olduğu doğru ise, biz eşeklerden daha kötü olalım».
Umeyr, duyduklarından dolayı hayret ve dehşet içinde kalmıştı. Culas'ın akıl ve yaşına sahip birisinin ağzından, sahibini bir defada imandan çıkaran böyle bir sözün çıkacağını ve onu en geniş kapılarından küfre sokacağını tahmin etmiyordu.
İnce hesap makinalarının kendilerine verilen problemlerin hesabına başladıkları gibi, Umeyr İbn-i Sa'd da ne yapması gerektiğini düşünmeye başladı.
Umeyr düşündü ki; Culas hakkında konuşmamak, onun durumunu ört-bas etmek; Allah ve Rasulüne hıyanet etmek, münafıkların hile ve entrikalar düzenledikleri İslam'a zarar vermek demekti.
Bir de şöyle düşündü: Culas’dan duyduğunu yaymak, babası yerine koyduğu adama isyan etmek, kendisine iyilik yapana kötülükle karşılık vermek demekti. Çünkü kendisini yetimlikten ve fakirlikten kurtaran ve babasının yokluğunu unutturan oydu.
Umeyr'in en tatlısı acı olan iki şey arasında tercihte bulunması gerekiyordu ve hemen tercihini yaptı...
Culas'a dönüp şöyle dedi:
«— Culas! Yeryüzünde Abdullah oğlu Muhammed'den sonra hiçbir kimseyi senden daha çok sevmem. Bana en çok iyilik eden de sensin. Şüphesiz sen bir söz söyledin. Eğer onu söylersem seni ifşa etmiş olurum. Şayet gizlersem emanetimi gizlemiş, kendimi ve dinimi mahvetmiş olurum. Şimdi ben Rasulüllah'a (s.a.v.) gitmeye ve söylediğin şeyi ona bildirmeye karar verdim. Senin de haberin ola...»
Umeyr İbn-i Sa'd mescide gidip Culas İbn-i Suveyd'den duyduklarını Peygamber'e haber verdi.
Rasulüilah (s.a.v.) onu yanında alıkoyup Culas'ı  çağırması  için ashabından  birini ona gönderdi.
Az sonra Culas gelip Rasulüllah'ı (s.a.v.)   selamladı ve yanına oturdu. Peygamber ona:
«— Umeyr İbn-i Sa'd'ın senden duyduğu söz nedir?!» dedi ve dediğini ona tekrar etti. Culas:
«— O benim hakkımda yalan söyleyip iftira etmiş, ben böyle bir şey söylemedim"  dedi.
Sahabeler gözlerini Culas'la onun genç oğlu Umeyr İbn-i Sa'd arasında gezdiriyorlardı. Sanki onlar,  ikisinin içini yüzlerinden okuma istiyorlardı.  Birbirleriyle fısıldaşmaya başladılar ve kalplerinde hastalık bulunanlardan biri şöyle dedi:
«— Bu, kendisine iyilik edene kötülükle karşılık veren isyankâr bir gençtir». Diğerleri de şöyle dedi:
«— Hayır, aksine, o Allah'a itaat içinde büyümüş bir çocuktur. Onun yüz hatları doğru olduğunu söylüyor».
Rasulüllah (s.a.v.) Umeyr'e dönüp baktı ki, bütün kanı yüzünde toplanmış, gözlerinden de yaşlar coşmuş, yanaklarına ve göğsüne düşmektedir. Bir taraftan da şöyle diyordu:
— Ya Rabbi! Söylediğimi açıklamak için Peygamberine vahiy indir…
Ya Rabbi! Söylediğimi açıklamak için Peygamberine vahiy indir.

Culas atılıp:
— Ya Rasulallah! Sana söylediğim doğrudur. Eğer istersen senin huzurunda yemin edelim. Allah'a yemin ederim ki, Umeyr'in sana aktardıklarından hiçbirini söylemedim».
Yemin biter bitmez oradakilerin bakışları Umeyr ibn-i Sa'd'a dikildi ve Rasulüllah'ı (s.a.v.) sekinet aldı. Sahabe anladı ki, bu vahiydir. Yerlerinde çakılıp kaldılar, hiç konuşamadılar, bu defa gözler Rasulüllah'a (s.a.v.) dikildi.
Bu arada Culas'da korku ve endişe, Umeyr'de ise telaş ve merak görüldü, Rasulüllah'tan (s.a.v.) vahyin tesiri kayboluncaya kadar herkes böyle kaldı. Rasulüllah (s.a.v.) Allah Teâla’nın şu ayetini okudu:
«Küfrü gerektiren sözü söylemediklerine Allah ile yemin ediyorlar. And olsun ki, o küfür sözünü söylediler; İslam'dan sonra küfre saptılar. Erişemedikleri (büyük bir cinayet) işine de kastedip yöneldiler. Onların kin ve intikamı, sadece Allah ve Peygamberinin kendi fazl-u ke-remiyle müminleri doygun kılmalarından İleri geliyordu. Eğer tövbe ederlerse kendileri için hayırlı olur, yüz çevirirlerse, Allah onlar dünyada da, ahirette de elem verici bir azapla azaplandıracak...» (Tevbe suresi, ayet: 74)
Culas işittiğinin korkusundan irkildi. Nerdeyse korkudan dili tutulacaktı. Daha sonra Rasulüllah'a (s.a.v.) dönüp şöyle dedi:
 «— Ya Rasulallah! Tövbe ediyorum... Tövbe ediyorum... Umeyr doğrudur. Ya Rasulallah!- Asıl ben yalan söyledim. Allah'tan tövbemi kabul etmesini iste. Senin yoluna feda olayım ey Allah'ın elçisi!..»
Bu arada Peygamber Umeyr ibn-i Sa'd'a döndü. Bir de ne görsün, sevinç gözyaşları iman nuruyla parlayan yüzünü ıslatmıştı. Rasulüllah (s.a.v.) mübarek elini onun kulağına uzatıp, yumuşak bir şekilde tuttu ve şöyle dedi
«— Çocuk! Kulağın duyduğunu tam duymuş. Rabbin seni doğruladı.
Culas İslam topluluğuna dönüp iyi bir Müslüman oldu. Sahabe, Umeyr'e yaptığı iyiliklerden onun halinin düzeldiğini fark ettiler. O, ne zaman Umeyr anılsa şöyle derdi:
«— Allah benden dolayı ona hayırla karşılık versin. Beni küfürden, boynumu da ateşten kurtardı».

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.273
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.273
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 08 Tem 2013 11:30:55
Yine Ramazan ayının başladığı bir günde Peygamber Efendimiz(SAV) bu ayı şöyle anlattı:

"İşte bereket ayı olan Ramazan geldi.
Artık Allah'ın rahmeti sizi kuşatır.
O ayda yeryüzüne bol bol rahmet iner.Günahlar affedilir , dular kabul olunur.
Allah sizin iyilik ve ibadette yarışmanıza bakar da bununla meleklerine karşı iftahar eder.
Öyleyse kulluğunuzla kendinizi Allah'a sevdirin.
Bu ayda asıl şaki olan Allah'ın rahmetinden nasibini alamayan kimsedir."

HAYIRLI RAMAZANLAR.

Çevrimdışı osman acar

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.156
  • 1.453
  • 1.156
  • 1.453
# 08 Tem 2013 14:45:59
ÖMER BİN ABDÜLAZİZ’İN DEDİKODUYA KARŞI TAVRI

Ömer Bin Abdülaziz hazretlerinin yanına bir adam gelip başka birisinin söylediği bir takım kötü şeylerden bahsetti, mezkûr şahsın gıybetini yaptı. Adil halife o adama şöyle dedi; “Bak! Eğer biz, senin söylediklerinin hakikatini araştırırsak ve sen de bu işte yalancı çıkarsan, şu ayetteki insanların sınıfına girersin; Ey o bütün iman edenler! Eğer size bir fâsık bir haberle gelirse onu tahkik edin” (Hucurat:6)
Eğer dediklerin doğruysa bu sefer şu ayete girersin:
“Gıybet eden ve söz gezdiren(e ilgi duyma. Kalem:11)
İstersen, biz seni affedelim ve bu konuyu burada bitirelim.” Bunun üzerine adam yaptığından pişman olup özür diledi ve bir daha böyle bir günahı işlememeye azm edeceğini söyledi.
Kaynaklar
1-Günahlardan Kurtuluş-Muhammed Şefi Diyobendi- Gülistan Neşriyat
2-Amellerin Karşılığı- Eşref Ali Tehanevi- Gülistan Neşriyat
3-Tatsız Günahlar- Muhammed Şefi Diyobendi- Gülistan Neşriyat

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.429
  • 177.419
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 17.429
  • 177.419
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 09 Tem 2013 02:37:10
RAMAZAN AYI
Yaklaşmakta olan mübârek Ramazan ayına hürmet etmek lâzımdır.
Oruç tutup da, gıybet eden, yalan söyleyen, kalb kıran, haramlardan kaçmayan kimse, Ramazan ayına hürmet etmemiş olur.


Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

"Dikkatli olun!
Ramazan ayındaki sevap ve günahlar katlarıyla yazılır.
Ramazanda çok namaz kılınız!
Çok Kur'ân-ı kerîm okuyunuz!

"Ramazan ayının gelmesine sevineni,
Allahü teâlâ, kıyamet gününün korkusundan muhâfaza eder."

"Ramazana çok hürmet etmelidir.
Onun rahmeti müminleri sevindiricidir.
O öyle bir aydır ki; ilk günleri rahmet, ortası mağfiret ve sonu Cehennem ateşinden kurtulmaktır."

"Eğer kullar, Ramazan-ı şerîf ayındaki fazilet ve ihsanları bilselerdi, bütün senenin Ramazan olmasını isterlerdi.
Çünkü bunda çok sevap vardır."

"Ramazan ayında bir günah işleyen, iki azaba müstehak olur.
Ramazan ayında bir iyilik eden de, iki sevaba kavuşur."

"Ramazan ayının gündüz ve gecesinde Kur'ân-ı kerîmden bir âyet okuyana, her harfi için bir şehit sevabı verilir."

"Allahü teâlâ Ramazan ayında günah işlemeyi terkeden kimsenin, onbir aylık günahını mağfiret eder."

"Ramazan Bayramı günü melekler yolların kenarında durarak bayram namazına gidenlere şu müjdeyi verirler:
Ey müminler topluluğu, size mükâfatlar, hayırlar ve bol bol nimetler verecek olan kerem ve ihsan sahibi Rabbinizden isteyiniz!
Zira O, size geceleri ihya etmenizi emretti, siz yaptınız.
O size gündüz oruç tutmanızı emretti, siz tuttunuz.
O size Rabbinize itaat etmenizi emretti, siz de itaat ettiniz.
Öyle ise bahşişinizi, mükâfatınızı alınız!
Namazdan sonra bir melek de şöyle nidâ eder:
Biliniz ey müminler, bugün şüphesiz mükâfat günüdür, günahlardan kurtuluş günüdür ve ayıplardan temizlenme günüdür."

Çevrimdışı humeyra7

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.399
  • 4.171
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 2.399
  • 4.171
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 09 Tem 2013 02:40:40


Her şeyin bir baharı vardır,
 Kur'an'ın baharı da Ramazan ayıdır.
Hz. Muhammed(s.a.v)

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 09 Tem 2013 07:34:59
Hayırlı günler dilerim.

9 Temmuz 2013 Salı –  1 Ramazan 1434

UMEYR İBN-İ SA'D

 «Müslümanların meseleleri hakkında kendilerinden yardımlarını isteyeceğim. Umeyr İbn-i Sa'd gibi bazı adamlarımın olmasını ne kadar isterdim».
Biraz önce, büyük sahabe Umeyr İbn-i Sa'd'ın çocukluk hayatından nefis ve nadide bir tabloyu öğrendik.
Geliniz şimdi de büyüdükten sonraki hayatından şahane bir tabloyu öğrenelim. İkinci tablonun büyüklük ve güzelliğinin birincisinden daha az olmadığın göreceksiniz.
Humus halkı valilerini hiç beğenmez, onları devamlı şikâyet ederlerdi. Kendilerine bir vali gelir gelmez, hemen ona kusurlar bulurlar, günahlarını sayar dökerler, onu Müslümanların halifesine bildirirler ve o valinin daha iyi birisiyle değiştirilmesini isterlerdi.
Hz. Ömer onlara, kusurunu bulamayacakları ve hayatlarında göremeyecekleri bir vali göndermeye karar verdi.
Adamlarını tek tek gözden geçirdi ve Umeyr İbn-i Sa'd'dan daha iyisini bulamadı.
Halbuki Umeyr, Suriye topraklarında Allah yolunda savaşan ordunun başına yürüyor, şehirleri kurtarıyor, kaleler yıkıyor, kabileleri itaat altına alıyor ve ayak bastığı her yerde camiler yaptırıyordu.
Bütün bunlara rağmen Emirulmüminin onu çağırdı. Humus vilayetini onun uhdesine verdi ve oraya gitmesini emretti. Umeyr istemeye istemeye emri kabul etti, çünkü o hiçbir şeyi cihada tercih etmezdi.
Umeyr Humus'a varıp halkı cemaatle namaz kılmaya davet etti. Namaz kılınınca halka bir konuşma yaptı. Allah'a hamt edip Peygamber'i Muhammed'e salat getirdikten sonra şöyle konuştu:
«— Ey cemaat! Şüphesiz İslam, muhkem bir kale ve metin bir kapıdır. İslam'ın kalesi adalet, kapısı İse haktır.
Kale yıkılıp kapı kırıldığı zaman bu dinin yurdu harap edilir.
Sultan sert olduğu sürece, İslam daima muhkem kalacaktır. Sultanın sertliği kamçıyla vurmak, kılıçla öldürmek değildir. Ancak adaletle hükmetmek ve hakkı yerine getirmektir».
Bu kısa konuşmadan sonra, onlara çizdiği düsturu uygulamak için işinin başına döndü.
Umeyr ibn Sa'd, Humus'ta tam bir yılını doldurmuştu. Bu süre İçinde halifeye mektup yazmamış ve Müslümanların beytülmaline bir dirhem veya bir dinar olsun vergi göndermemişti. Ömer şüphelenmeye başlamıştı. Çünkü başkan olması sebebiyle valileri hakkında çok korkardı. Ona göre Rasulüllah'tan (s.a.v.) başka hiç kimse masum (günahsız) değildi.
Katibine:
«Umeyr İbn-i Sa'd'a şöyle bir mektup yaz: Müminlerin Emirinin mektubunu alır almaz, hemen Humus'u terk et ve onun yanına gel. Müslümanlardan topladığın vergileri de getir» dedi.
Umeyr İbn Sa'd Ömer'in mektubunu alınca azık çantasını, yemek tenceresini, su tulumunu ve mızrağını yüklendi. Humus'u ve valiliği bırakıp yaya olarak Medine'nin yolunu tuttu.
Medine'ye vardığında, Umeyr'in rengi solmuş, bedeni zayıflamış, saçı da uzamıştı. Üzerinde yolculuğun perişan hali görünüyordu.
Umeyr, Emirulmümininin huzuruna girdiğinde, Ömer onun haline şaşırıp kaldı ve şöyle dedi : «—Ne bu hal Umeyr?»
«— Benim bir şeyim yok Emirulmüminim. Allah'a hamdolsun, sıhhat ve afiyetteyim. Bütün dünyalığımı yanımda taşıyorum».
— Yanında dünyalık olarak neler var?» (Ömer, onun Müslümanların Beytulmalına (hazinesine) para getirdiğini zannediyordu.)
«— İçine erzağımı koyduğum bir azık torbam, içinde yemeğimi yediğim, başımı ve elbiselerimi yıkadığım bir tencerem ve abdest suyuyla içecek suyumu koyduğum bir su tulumum var. Aslında bütün dünyalık bu eşyalardan ibarettir. Benim ve başkalarının bunlardan fazlasına ihtiyacı yoktur».
„— Yürüyerek mi geldin?»
«—Evet, Müminlerin Emiri!»
«— Valilikten sana bir binek hayvanı verilmedi mi?
«— Onlar vermediler. Ben de istemedim».
«— Hani Beytulmal için getirdiklerin?»
«— Bir şey getirmedim ki».
«—Niçin?»
«— Humus'a vardığımda, halktan dürüst kimseleri topladım ve onları vergi toplamakla görevlendirdim. Bir miktar vergi toplandıktan sonra, oturup onlarla konuştum. Gerekli yerlere ve muhtaçlara dağıttım».
Ömer katibine:
«Umeyr'in Humus valiliği sözleşmesini yenile» dedi. Umeyr ise:
«— Heyhat... Bunu hiç istemiyorum. Artık ne senin için ne de senden sonra gelecek kimse için bunu asla yapmayacağım».
Daha sonra, Medine civarında, ailesinin oturduğu bir köye gitmek için izin istedi. Ömer ona izin verdi.
Umeyr'in köyüne dönmesinin üzerinden uzun bir zaman geçmeden, Ömer arkadaşını yoklamak ve onun durumundan emin olmak istedi.  Haris isimli güvenilir birisine:
«— Harisi Umeyr ibn Sa'd'ın yanına git ve sanki misafiriymiş gibi onun evinde kal. Eğer üzerinde bolluk ve nimet belirtileri görürsen, geldiğin gibi dön. Şayet onu sıkıntı içinde bulursan şu dinarları ona ver» deyip içinde yüz dinar bulunan bir keseyi ona teslim etti.
Haris, Umeyr İbn Sa'd'ın köyüne vardı. Onu sordu ve gösterdiler.
Umeyr'le karşılaştığında:
«— Es-Selamu aleyke ve rahmetullah».
«— Ve aleyke's-selamu ve rahmetullahi ve berakatuh. Sen nereden geldin?»
«— Medine'den».
«—Müslümanlar ne haldeler?»
«— İyidirler».
«— Emirilmüminin nasıl?»
«—Sıhhati yerinde ve iyi».
«— Hadleri uyguluyor mu?" "
Uyguluyor. Kötü bir iş yaptığı için bir oğlunu dövdü ve sopadan öldü».
- Allah'ım!   Ömer'e yardım et. Onun seni çok sevdiğini biliyorum».
Haris üç gece Umeyr İbn Sa'd'ın misafiri olarak kaldı. Umeyr her gece, ona bir arpa ekmeği getiriyordu.
Üçüncü gün, halktan birisi Haris'e şöyle dedi:
«— Umeyr ve ailesini perişan ettin. Onların, seni kendilerine tercih ettirdikleri bu arpa ekmeklerinden başka bir şeyleri yoktur. Açlık ve sıkıntı onlara zarar verdi. Onlara misafir olmaktan vazgeç. Benim misafirim ol bari».                                                                   
Haris hemen dinarları çıkarıp Ümeyr'e verdi. Umeyr:
«—Bunlar ne?»
«—Bunları sana Emirulmüminin gönderdi».
«— Onları Ömer’e geri götür. Selam söyle.  Şunu da söyle Umeyr’in bunlara ihtiyacı yokmuş».
Karısı bağırarak -kocasıyla misafiri arasında geçenleri duyuyordu- şöyle dedi:
«— Al onları Umeyr! Eğer ihtiyaç duyarsan harcarsın. Değilse gereken yerlere verirsin. Burada muhtaçlar çok».
Haris, kadının sözlerini duyunca dinarları Umeyr'in önüne attı ve oradan ayrıldı. Umeyr onları alıp küçük keselere koydu. O geceyi geçirince, hemen onları ihtiyaç sahipleri arasında dağıttı. Özellikle de şehit çocuklarına verdi.

Haris Medine'ye dönünce Ömer sordu:
«— Nasıl buldun onu, Haris?»
«—Sıkıntı içinde Emirulmüminin!»
«— Dinarları ona verdin mi?»
«— Evet, Müminlerin Emiri!»
«— Ne yaptı onları!?»
«— Bilmiyorum ama kendine bir dirhem bile bıraktığım zannetmiyorum».
Ömer'ul-Faruk, Umeyr'e şöyle yazdı:
«— Bu mektubumu alınca hemen benim yanıma gel».
Umeyr İbn Sa'd Medine'ye geldi ve Müminlerin Emirinin yanına girdi. Ömer onu buyur edip yanı başına oturttu. Daha sonra sordu:
«— Dinarları ne yaptın Umeyr?»
«— Elinden çıkardıktan sonra, niye onlarla ilgileniyorsun?»
«— Onları ne yaptığını öğrenmek istedim».
«— Para ve çocukların fayda vermeyeceği bir günde yararlanmak için onları kendime sakladım».
Ömer'in gözlerinden yaşlar boşandı ve:                                     
«— Görüyorum ki sen, ihtiyaçları olsa bile kendilerini başkalarına tercih eden kimselerdensin» dedi. Ona bir vesaik yiyecek ve iki takım elbise verilmesini emretti.
— Bizim yiyeceğe ihtiyacımız yok. Ailemin yanında iki sa arpa bıraktım. Onları yiyip bitirinceye kadar Allah bize başka rızıklar gönderir.
Elbiseleri ise hanımım için alacağım. Çünkü elbiseleri eskimişti».
Ömer'le arkadaşı arasındaki bu görüşmenin üzerinden uzun zaman geçmedi, Allah; Umeyr İbn Sa'd'ın peygamber'i, gözünün bebeği Muhammed İbn Abdullah'a kavuşmasına izin verdi.
Umeyr ahiret yolunda, gönlü rahat ve emin adımlarla, dünya yük ve ağırlıklarından hiçbir şey sırtına ağırlık yapmadan yürüdü.
Beraberinde nuru, hidayeti, ibadeti ve takvasını götürdü
Ölüm haberi gelince Ömer'in yüzünü üzüntü kapladı, içini bir sıkıntı bastı ve şöyle dedi:
«— Müslümanların işlerinde yardımlarını isteyeceğim Umeyr İbn Sa'd gibi bazı adamlarımın olmasını arzu ederdim».
Allah Umeyr İbn Sa'd'dan razı olsun ve onu razı etsin..
O, erkekler arasında güzide bir örnek.
" Muhammed Ibn-i Abdullah'ın medresesinde yetişmiş bir idi.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 10 Tem 2013 08:02:22
Hayırlı günler dilerim.

10 Temmuz 2013 Çarşamba  –  2 Ramazan 1434

ABDURRAHMAN İBN AVF

 «Allah, senin verdiklerini de bereketli kılsın. Vermediklerini de bereketli kılsın»
O, İslam'a ilk giren sekiz kişiden biridir. Cennetle müjdelenen on kişiden biridir.
Hz. Ömer'in sonra halife seçimi sırasında şura heyetindeki altı kişiden biridir.
Daha Rasulüllah (s.a.v.) sağken ve Müslümanların arasındayken Medine'de fetva verenlerden biridir.
Onun Cahiliye devrindeki adı;  Abduamr idi. Müslüman olunca Rasulüllah (s.a.v.) ona; Abdurrahman ismini vermiştir.
İşte bu Abdurrahman İbn Avf'tır. Allah ondan razı olsun ve onu razı etsin.
Abdurrahman İbn Avf, Rasulüllah (s.a.v.) Daru'l-Erkam’a yerleşmeden önce, yani Ebu Bekr'in Müslüman olmasından sonraki iki gün içinde Müslüman olmuştu.
İlk Müslümanların Allah yolunda karşılaştıkları işkencelerle o karşılaşmış, onlarla birlikte sabır ve sebat göstermiş, onlardan birçoğunun dinlerini kurtardıkları gibi, o da Habeşistan'a göç ederek dinini kurtarmıştı.
Peygamber ve ashabına Medine'ye hicret izni verilince, Allah'a ve Rasulüne hicret eden muhacirler kafilesi arasındaydı.
Rasulüllah (s.a.v.) muhacirlerle ensarıı kardeş yaptığında, onunla Sa'd İbn er-Rabi el-Ensari'yi kardeş yapmıştı. Sa'd kardeşi Abdurrahman İbn Avf'a şöyle demişti:
«— Kardeşim! Ben Medine'nin en zenginiyim. Benim iki bahçem ve iki hanımım var. Bak, bahçelerimden hangisini beğenirsen, onu sana vereyim. Hanımlarımdan hangisi senin yanında kalmaya razı olursa, onu senin için boşayayım».
Abdurrahman, Ensarh kardeşine şöyle cevap verdi:
«— Allah senin aileni ve malını mübarek kılsın. Sen bana sadece pazar yerini göster, yeter...» Abdurrahman'a pazarı gösterdi. Abdurrahman ticaretle uğraşmaya, kazanmaya ve para biriktirmeye başladı.
Kısa bir süre sonra, bir kadına verecek kadar Mehir parası biriktirdi ve evlendi. Kokular sürünerek Rasulüllah'ın (s.a.v.) yanına geldi.
Rasulüllah (s.a.v.) Yemen diliyle ona:
«—Hayrola Abdurrahman?»
«—Evlendim...»
«—- Hanımına Mehir olarak ne verdin?»
«— Bir çekirdek (beş dirhem) ağırlığında altın...»
«— Bir koyunla olsa bile ziyafet ver, Allah senin malına bereket verir...»
«— Dünya yüzüme güldü. Öyle ki, bir taş kaldırsam, onun altında mutlaka altın veya gümüş bulacağıma inanıyorum».
Bedir'de Abdurrahman İbn-i Avf hakkıyla dövüşmüş ve Alfal düşmanı Umeyr İbn-i Osman İbn-i Ka'b et-Teymi'yi öldürmüştü.
Uhud'da bozgun olup bazıları savaş meydanından kaçtığında o, sebat göstermiş ve çarpışmadan yirmi küsur yarayla çıkmıştı. Bu yarlarının bazıları erkek eli girecek kadar derindi...
Ancak Abdurrahman İbn-i Avf'ın canıyla yaptığı cihat, malıyla yaptığıyla kıyaslandığı zaman çok küçük kalır.
İşte Rasulüllah (s.a.v.) bir seriye hazırlamak istiyor. Ashabı içinde kalkarak şöyle diyor:
«— Sadaka veriniz. Çünkü ben bir müfreze çıkarmak istiyorum».
Abdurrahman İbn-i Avf hemen evine gider, koşarak geri döner ve şöyle der :
«— Ya Rasulallah!  Bende dört bin var. İki binini Rabbime borç verdim. İki binini de aileme bıraktım».
Rasulüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
«—Allah senin verdiklerini de bereketli kılsın...
Allah senin vermediklerini de bereketli kılsın...»

Rasulüllah (s.a.v.) Tebuk seferine karar verdiğinde —Bu, Rasulüllah'ın (s.a.v.) hayatında yaptığı son seferidir paraya olan ihtiyaç adama olandan az değildi. Bizans ordusu çok kalabalık ve tam hazırlıklı idi. Medine'de kıtlık vardı. Yolculuk uzun, erzak az idi. Binek hayvanları ise daha az idi. Hatta bazı müminler, hararetle, kendilerini götürmesi için Rasulüllah'a (s.a.v.) geldiler. O da binek hayvanı bulunmaması sebebiyle onları geri çevirdi. Bağışlayacak bir şey bulamadıklarına üzülerek gözleri yaş dolu geri döndüler.
Onlara «çok ağlayanlar» denildi. Bu orduya da «Ceyşu'l-Usre: Güçlük Ordusu» adı verilmiştir.
O sırada Rasulüllah (s.a.v.) ashabına Allah rızası için bağışta bulunmalarını ve bunun sevabını Allah'tan beklemelerini emretti. Müslümanlar devamlı Rasulüllah'ın (s.a.v.) davetine cevap veriyorlardı. İlk bağışta bulunanlar arasında Abdurrahman İbn Avf vardı. O iki yüz ukıyye altın vermişti. Bunun üzerine Ömer İbnu'l-Hattab Hz. Peygamber'e şöyle dedi:
«— Ben Abdurrahman'ı bir suç işlemiş olarak görüyorum. Ailesine hiçbir şey bırakmadı...» Rasulüllah (s.a.v.) sordu:
«— Abdurrahman! Ailene bir şey bıraktın mı?»
— Evet... Onlara, dağıttıklarımdan daha çoğunu ve daha iyisini bıraktım»,
«— Ne kadar?»
«—Allah ve Resulü'nün vadettiği rızık, hayır ve ecirleri».

Tebuk'a gitti... Allah burada Abdurrahman İbn Avf'a Müslümanlardan hiçbirine ikram etmediğini ikram etti. Namaz vakti gelmişti. Rasulüllah (s.a.v.) ortada yoktu. Müslümanlara Abdurrahman İbn Avf imam oldu. Birinci rekât tamamlanınca Rasulüllah (s.a.v.) namazdakilere yetişti. Abdurrahman İbn Avf'a uyup onun arkasında namaz kıldı. İşte bir kimse için yaratıkların efendisi ve peygamberlerin önderi Muhammed İbn Abdullah’a imam olmasından daha değerli ve daha faziletli bir şey var mıydı?
Rasulüllah (s.a.v.) vefat edince, Abdurrahman İbn-i Avf müminlerin annelerinin işlerini görmeye başladı. Onların ihtiyaçlarını yerine getirir, çıktıkları zaman onlarla birlikte çıkardı. Onlar haccettiklerinde, yanlarında gider ve develerini hazırlardı. Onları beğendikleri yerlerde konaklatırdı.
Abdurrahman İbn Avf Müslümanlara ve müminlerin annelerine şöyle bir iyilikte bulunmuştu:
Bir arazisini kırk bin dinara satıp hepsini Zuhre oğulları, fakir Müslümanlar, muhacirler ve Hz. Peygamber'in hanımları arasında paylaştırdı. Payını Aişe'ye gönderdiğinde Aişe sordu:
«— Bu parayı kim gönderdi?»
«—Abdurrahman İbn Avf».
«— Rasulüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: Benden sonra size ancak sabırlı olanlar merhamet eder».
Hz. Peygamber hayattayken Allah'ın, malına bereket vermesi için Abdurrahman İbn Avf'a yaptığı dua gerçekleşmiştir. Sahabenin en zengini olmuştu. Kazancı artmaya, kervanı Medine'den başka yerlere gidip gelmeye başlamıştı. Gittiği yerlerden dönerken Medine'lilere buğday, un, yağ, elbise, kap-kacak ve ihtiyaç duyulan her şeyi getiriyordu.
Bir gün Abdurrahman İbn Avf m kervanı Medine'ye geldi. Kervanda yedi yüz deve vardı...
Evet yedi yüz deve.. Sırtlarında yiyecek, eşya ve halkın ihtiyaç duyduğu her şeyi taşıyorlardı.
Medine'ye girer girmez yer yerinden oynadı. Onların gürültüsü duyuldu... Aişe:
Bu ne gürültü?» diye sordu.
Bu, Abdurrahman İbn Avfin kervanıdır... Yedi yüz deve; buğday, un ve yiyecek taşıyor» denildi.
Aişe sözüne şöyle devam etti:
Allah onun verdiklerini dünyada bereketlendirdi. Ahiretteki sevabı ise daha büyüktür». Rasullüllah'ın (s.a.v.) şöyle dediğini duydum : «Abdurrahman İbn Avf emekleyerek cennete girecektir».
Daha develer çökmeden, müjdeci Abdurrahman İbn Avf'a Müminlerin annesinin sözünü götürüyor ve ona cenneti müjdeliyordu. Bu müjdeyi duyar duymaz hemen Aişe'ye uçtu ve şöyle dedi:
Anne! Bunu Rasulüllah'tan (s.a.v.) sen mi duydun?»
- Evet».
Sevincinden adeta uçuyor ve şöyle diyordu:
— Eğer hayattayken oraya girebiliyorsam.  Şahit ol anne!  Bu kervan devesiyle ve yüküyle, her şeyiyle Allah yolunda fedadır».
Cennete girmekle müjdelendiği o günden sonra Abdurrahman İbn Avf'ın para dağıtma arzusu artmıştı. Parayı sağ ve sol eliyle, gizlice ve açıkça dağıtmaya başlamıştı. Öyle ki önce kırk bin dirhem gümüş, arkasından kırk bin dinar altın bağışladı. Daha sonra da iki bin dört yüz dirhem altın bağışladı.
Allah yolunda savaşanlara beş yüz kısrak, diğerlerine de bin beş yüz deve verdi.
Vefatı yaklaştığında da kölelerinden birçoğunu azat etti.
Bedir harbine katılanlardan geride kalanların her birine dört yüz dinar altın vasiyet etti. Sayıları yüz kadar olan bu kişiler o parayı almışlardır.
Müminlerin annelerinden her birine bol para vasiyet etti. Hatta Müminlerin annesi Aişe çoğu defa onun için şöyle dua ederdi:
«—Allah ona Selsebil suyundan içirsin».
Bunlardan başka varislerine sayısını hesap edemeyecekleri kadar bırakmıştır... Bin deve, yüz kısrak, üç bin koyun. Onun dört hanımı vardı. Her birine ayırdığı 1/32 lik hisse seksen bine ulaşmıştı. Varisleri arasında baltalarla taksim edilen altın ve gümüş bırakmıştı ki parçalamaktan adamların elleri yoruldu.
Bütün bunlar Rasulüllah'ın (s.a.v.) onun malına bereket verilmesi için yaptığı duanın hürmetine olmuştur.
Ancak bütün bu mallar, Abdurrahman İbn Avf'ı azdırmadı ve değiştirmedi. İnsanlar, köleleri arasında gördükleri zaman onu tanıyamazlardı.
Bir gün oruçluyken ona bir yemek getirilmişti. Yemeğe bakıp şöyle dedi:
«— Mus'ab İbn Umeyr öldürülmüştü. Ona bir kefen bulduk ama başı örtülse ayakları açık, ayakları örtülse bazı açık kalıyordu. Dalı sonra Allah, bize dünyadan vereceğini verdi... Ben sevabımızın peşin verilmiş olmasından korkuyorum..,»
Arkasından boğazı tıkanırcasına ağlamaya başladı ve yemeği yemedi.
Ne mutlu Abdurrahman İbn-i Avf'a. Ona binlerce gıpta... Muhammed ibn-i Abdullah ona cennet'i müjdelemişti.
Cenazesini son konağına kadar Rasulüllah'ın (s.a.v.) dayısı Sa'd İbn-i Ebi Vakkas taşımıştı.
Osman Zinnureyn namazını kılmıştı.
Müminlerin Emiri Ali İbn-i EbuTalib onu şöyle diyerek uğurlamıştı.
«— Dünya'nın iyi şeylerini elde ettin. Değersizlerine önem vermedin. Allah sana rahmet etsin».

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 11 Tem 2013 08:19:21
Hayırlı günler dilerim.

11 Temmuz 2013 Perşembe  –  3 Ramazan 1434

CAFER İBN-İ EBİ TALİB

 «Cafer’i Cennet’te gördüm.  Onun kana boyanmış kanatları vardı».
Abdu menaf oğulları içinde Rasulüllah'a (s.a.v.) benzeyen beş kişi vardı. İyi göremeyenler çoğunlukla Rasulüllah'la bunları karıştırırlardı.
Peygamberine benzeyen bu beş kişiyi öğrenmek istersiniz herhalde.
Geliniz, bunların kim olduğunu öğrenelim.
Bunlar: Rasulüllah’ın amcaoğlu ve süt kardeşi Ebu Suiyan İbnu'l-Haris İbn-i Abdilmuttalib.
Rasulüllah'ın (s.a.v.) amcaoğlu Kuşem İbnu'l-Abbas İbn-i Abdil-muttalib.
İmam Şafii'nin dedesi Es-Saib İbn-i Ubeyd İbn-i Abdi Yezid İbn-i Haşim.
Rasulüllah'ın (s.a.v.) torunu Hasan İbni Ali.. Hasan bu beş kişinin Peygamber'e en çok benzeyeniydi.
Müminlerİn emiri Ali İbn Ebi Talib'in kardeşi Cafer İbn Ebi Talib. Şimdi de gel, sana Cafer'in hayatından bazı tablolar anlatayım.
Ebu Talib Kureyş içindeki yüksek şeref ve mevkiine rağmen fakir ve ailesi kalabalık bir zat idi.
Kureyş'in geçirdiği kıtlık yılı sebebiyle onun durumu daha da kötüleşmişti. Kıtlık hayvanları kırıp geçirmiş, insanları çürümüş kemikleri yemeye mecbur etmişti.
O sırada Haşim oğulları arasında Muhammed İbn Abdillah ve amcası Abbas’tan daha zengini yoktu.
Muhammed, Abbas’a:
«— Amca! Kardeşin Ebu Talib'in ailesi kalabalık. Halkın başına şu şiddetli kıtlık ve açlık belası geldi. Gidelim de onun çocuklarından ikisini alıp bakalım» dedi. Abbas:
«— Sen beni hayırlı bir işe davet ve iyilik yapmaya teşvik ettin».
Diye cevap verdi.
Ebu Talib'e varıp şöyle dediler:
«— Biz, halkın başına gelen bu bela ortadan kalkıncaya kadar,, senin ailenin yükünü biraz hafifletmek istiyoruz». O da:
«—Akil'i bana bırakın da ne yaparsanız yapın...» dedi.
Muhammed, Ali'yi aldı. Abbas da Cafer'i alıp çocukları arasına kattı.
Allah, dinini gönderinceye kadar Ali devamlı Muhammed'in yanında kaldı ve çocuklardan ilk iman eden oldu.
Cafer de büyüyüp Müslüman oluncaya ve kendi kendine idare edecek duruma gelinceye kadar amcası Abbas'ın yanında kaldı.
Cafer İbn Ebi Talib ve karısı Esma Bint Umeys daha yolun başında nur kafilesine katılmışlardı.
Rasulüllah (s.a.v.) Daru'I-Erkam'a girmeden önce Hz. Ebu Bekr'in aracılığıyla Müslüman olmuşlardı.
Haşim oğullarına mensup delikanlıyla genç karısı ilk Müslümanların karşılaştığı eza cefalarla karşılaşmışlar ve bunlara sabretmişlerdi. Çünkü onlar cennet yolunun dikenlerle döşeli ve sıkıntılarla çevrili olduğunu biliyorlardı. Ancak onların ve kardeşlerinin canlarını sıkan şey: Kureyş’in onlara İslam'ın emirlerini yerine getirmeye mani olması, onları ibadet lezzetini tatmaktan mahrum etmesiydi. Kureyş her yerde onları gözetliyor, adeta onların nefeslerini sayıyordu.
Bunun üzerine Cafer İbn-İ Ebi Talib, karısı ve bir grup sahabeyle birlikte Habeşistan'a hicret etmek için Rasulüllah'tan izin istedi. Üzüntülü ve kederli bir halde Rasulüllah (s.a.v.) onlara izin verdi.
Bu temiz ve iyi kimselerin öz vatanlarından, çocukluklarının ve gençliklerinin geçtiği yerlerden hiçbir günahları olmadığı sadece «Rabbimiz Allah'tır» demekten başka işledikleri hiçbir suçları olmadığı halde ayrılmaya zorlanmaları Rasulüllah'a (s.a.v.) zor geliyordu.
Fakat henüz o, Kureyş'in eziyetlerini önleyecek güç ve kuvvete sahip değildi.
İlk muhacir kafilesi Habeşistan'a gitti. Başlarında Cafer İbn-i Ebi Talib vardı. Onlar adil ve iyi bir kimse olan Habeşistan Kralının himayesine girdiler.
Müslüman olduklarından beri ilk defa emniyette olmanın ve huzurlarını bozan bir şey olmaksızın ibadet etmenin zevkini tattılar.
Ancak Kureyş bu Müslüman grubun Habeşistan'a göçünü, kralın himayesinde elde ettikleri din ve inanç emniyetlerini öğrenir öğrenmez birbirlerine onların öldürülmeleri ve büyük hapishaneye geri getirilmeleri için emirler yağdırmaya başladılar.
Gözleriyle gören, kulaklarıyla işiten biri olarak bu hadiseyi anlatması için sözü Ümmü Seleme'ye bırakalım
Ümmü Seleme anlatmaktadır:
«— Habeşistan'a vardığımız zaman orada çok hayırlı bir komşuya tesadüf etmiştik. Din işlerinde tam bir huzura kavuşmuştuk. Rabbimiz Allah'a ibadet ediyor. Eziyet görmüyorduk. Hoşumuza gitmeyecek bir söz de duymuyorduk. Kureyş bundan haberdar olunca toplanmış, güçlü iki adamını Necaşi'ye göndermeye karar vermiş. Bunlar Amr İbnu'I-As ile Abdullah İbn-i Ebi Rabia idi. Onlarla, Hicaz yöresinin hoşa giden şeylerinden Necaşi ve patriklere hediyeler gönderdiler. O ikisine şöyle tembih ettiler: Bizim hakkımızda Habeşistan kralıyla konuşmadan önce patriklerden her birine hediye veriniz».
«Habeşistan'a gelince Necaşi'nin patrikleriyle görüştüler. Her birine hediyesini verdiler. Hediye vermedikleri kimse kalmadı. Patriklere şöyle dediler:
«— Kralın topraklarına bizim bazı beyinsiz çocuklarımız yerleşti. Bunlar atalarının, dininden döndüler. Onlar hakkında kralla konuştuğunuzda ona; bunların dinlerini sormadan bize teslim etmesini tavsiye ediniz. Çünkü kendi kavimleri onları daha iyi tanır ve inandıklarını daha iyi bilir». Patrikler:
— Tamam...» dediler.
Ümmü Seleme sözüne şunu ilave eder:
«— O sırada Amr'la arkadaşı İçin, Necaşi'nin bizden birini çağırp onun konuşmasını dinlemesinden daha kötü bir şey yoktu»,
«Daha sonra Necaşi'ye gidip ona hediyeler sundular. Necaşi hediyeleri çok beğendi». Ona şunları söylediler:
«— Ey Kral! İçimizden birtakım kötü çocuklar senin memleketine sığınmıştır. Bunlar bizim de, sizin de tanımadığınız yeni bir din uydurmuşlardır. Bunlar kendi milletlerinin dinini terk ettikleri gibi, sizin dininize de girmemişlerdir. Bizi, bunların mensup oldukları milletin eşrafı size gönderdiler. Bunlar sizin memleketinize iltica eden adamların babaları, amcaları ve kendi öz akrabalarıdır. Çünkü onlar, bunların ortaya çıkardıkları fitneyi daha iyi bilirler».
Necaşi patriklerine baktı ve patrikler:
«— Bunlar çok doğru söylediler ey kral. Bunların milletleri, onları daha iyi tanır ve yaptıklarım daha iyi bilirler. Haklarında düşündüklerini yerine getirebilmeleri için bunları elçilere teslim ediniz
Kral patriklerinin bu sözüne kızıp şöyle dedi:
«— Hayır, onları çağırıp kendileri hakkında söylenilen şeyleri sormadıkça, onları hiçbir kimseye teslim etmem. Eğer onlar bu iki şahsın söylediği gibilerse, onları bu iki şahsa teslim ederim. Eğer öyle değillerse, onları korur ve benim memleketimde kaldıkları müddetçe onlara iyilik ederim».
Bunun üzerine Necaşi, görüşmek için bizi çağırtmıştı. Ona gitmeden önce toplanıp şöyle konuştuk:
«— Şüphesiz kral dinimizi soracak. Biz, inandığımız dini açıklayalım. Bizim sözcümüz Cafer İbn-i Ebi Talib olsun. Ondan başka hiç kimse konuşmasın».
Necaşi'nin yanına gittik. Patriklerini de çağırtmıştı. Onlar kralın sağında ve solunda oturuyorlardı. Taylesanlarını giymişler, başlıklarını takmışlar ve önlerine de kitaplarını yaymışlardı.
Kralın yanında Amr İbnu'I-As ve Abdullah İbn-i Ebi Rabia'yı da gördük.
Biz de oturuma katılınca Necaşi bize şöyle dedi:
«— Bu ortaya çıkardığınız yeni din nedir? Bu din yüzünden, mademki hemşerilerinizden ayrıldınız niçin bizim dinimize girmediniz? Yahut başka milletlerden birinin dinine girmediniz?»
Cafer İbn Ebi Talib ona yaklaşıp şöyle cevap verdi:
«— Ey kral! Biz cahiliyet içinde yaşayan bir millettik. Putlara tapar, ölüleri yerdik. Kötülüklerin hepsini yapar, akrabalardan ilgiyi keserdik. Komşuluğu kötü görür, kuvvetli olanımız zayıfımızı ezerdi. İçimizden; soyunu, doğruluğunu, dürüstlüğünü, namusluluğunu tanıdığımız bir peygamber gönderilinceye kadar bu hal üzere kaldık. Bu Allah elçisi bizi Allah'ın birliğine inanmaya ve yalnız Allah'a ibadet etmeye, bizim ve babalarımızın taptığı taşlardan, putlardan vazgeçmeye davet etti. Bize sözün doğrusunu söylemeyi, emaneti yerine getirmeyi, akrabalara ilgi göstermeyi, güzel komşuluğu, haram şeylerden uzaklaşmayı, kan dökmekten sakınmayı emretti. Bizi bütün kötülüklerden uzaklaştırdı. Yalan şahitliği menetti. Öksüzün malını yemeyi haram kıldı. Namuslu kadınlara iftira etmeyi kaldırdı. Bizim yalnız Allah'a ibadet etmemizi, ona ortak koşmamamızı, namaz kılmamızı, zekât vermemizi ve Ramazan'da oruç tutmamızı emretti...
Biz bu peygambere inandık, iman ettik. Onun gösterdiği yolda yürüdük. Peygamberin helal tanıttığını helal bildik. Haram olarak bildirdiğini de haram bildik.
Ey kral! Buna karşılık kavmimiz bize saldırdı. Bize her türlü İşkenceyi uyguladı. Bizi dinimizden çevirmek ve tekrar putlara taptırmak için çalıştı.
Onlar, bize kahredip zulmedince, bizi dayanılmaz hale düşürünce, bizimle dinimiz arasına girilince, biz yurdumuzu bıraktık, sizin diyarınızı başka diyara tercih ettik. Senin komşun olmayı istedik ve senin memleketinde zulme uğramamayı ümit ettik».
Necaşi, Cafer İbn-i Ebi Talib'e dönüp:
Peygamberinizin aldığı vahiyden ezberinizde tuttuğunuz var mı?» dedi. Cafer:
— Evet, var», diye cevap verdi. Necaşi :
Öyleyse onu bana oku» dedi. Cafer şunu okudu:
«— Kaf-Ha-Ya-Ayn-Sad. Bu, Rabbinin, rahmetini kulu Zekeriyya'yı anmasıdır. Hani bir zaman, Rabbine gizli bir seslenişle seslenmişti de. Ey Rabbim! demişti, kemiklerim gerçekten iyice zayıfladı ve basımdaki saçlarım da (aklaşıp alev alev tutuşurcasına) ağardı. Rabbim! Sana yalvarıp yakarmakta hiç de bedbaht olmadım». (Meryem suresi, ayet: 1-4)
Necaşi bu ayetleri dinlerken ağladı. O kadarki sakalı gözyaşları ile ıslandı. Patrikleri de ağladılar. Onların da gözyaşları önlerindeki sayfalara aktı...
Necaşi bize şöyle dedi:
«—Sizin peygamberinizle İsa'nın getirdiği aynı lambadan çıkıyor».
Amr'la arkadaşına dönüp şöyle dedi:
«— Kalkıp gidiniz. Ben bunları size, asla teslim etmem».
Biz Necaşi'nin yanından çıktığımızda Amr lbnu'I-As bizi tehdit ederek arkadaşına şöyle dedi:
«— Vallahi, yarın krala gelip, bunlara kin besleyeceği kötü bir hareketlerini söyleyeceğim. Onu, bunları kökünden kazımaya teşvik edeceğim.»
Abdullah İbn Ebi Rabia ona:
«— Amr! Bunu yapma. Bunlar bize muhalefet etmişlerse de yine bizdendirler. Bizim öz akrabalarımızdır» dedi. Amr:
«—Sen bu işe karışma... Onların işlerini bitirecek şeyi mutlaka Necaşi'ye söyleyeceğim.
Ona şöyle diyeceğim : Bunlar Meryem oğlu İsa'nın kul olduğunu iddia ediyorlar..»
Ertesi gün Amr, Necaşi'nin huzuruna girdi. Ona:
«-— Ey kral! Sana sığman ve senin himayendeki bu kimseler Meryem oğlu İsa hakkında büyük bir söz söylüyorlar. Onları çağır da İse hakkında ne dediklerini dinle» dedi.
Bunu öğrendiğimizde bizi, benzeriyle karşılaşmadığımız bir üzüntü ve keder aldı. Aramızda,  kral bize sorduğunda Meryem oğlu İsa hakkında ne diyeceğimizi konuştuk. Şöyle cevap verelim dedik:
Onun hakkında sadece Allah'ın dediğini söyleriz. O konuda Peygamberimizin getirdiğinden parmak başı kadar dışarı çıkmayız. Böylece olacak olan olur.
Yine Cafer İbn Ebi Talib'in sözcülüğümüzü yapmasını kararlaştırdık.
Necaşi bizi çağırttığında huzuruna girdik. Patrikleri de daha önce gördüğümüz gibi etrafında yer almışlardı. Amr İbnu'l-As ve arkadaşı da yanındaydı.
Necaşi şöyle sordu:
«— Siz Meryem oğlu İsa hakkında ne diyorsunuz?"
Cafer İbn Ebi Taiib şöyle cevap verdi:
«— Biz onun hakkında ancak peygamberimizin getirdiğini söyleriz».
Necaşi :
 — Bu konuda o ne diyor?» dedi. Cafer şöyle cevap verdi:
«— Onun Allah'ın kulu, peygamberi, ruhu, bakire ve namuslu Meryem'e ilka ettiği (attığı) kelimesi olduğunu söylüyor».
Necaşi, Cafer'in sözünü duyunca eliyle yere vurup:
«— Vallahi, Meryem oğlu İsa, peygamberinizin getirdiğinden bir kıl kadar farklı değildir...»
Necaşi'nin etrafındaki patrikler duyduklarından memnun olmadıkları için homurdandılar. Necaşi:
«—Homurdansanız da...» deyip bize döndü ve:
«— Gidiniz, siz emniyettesiniz... Size söven ve saldırıda bulunan mutlaka cezalandırılacaktır. Bana, sizin birinize kötülük etmem için altından bir dağ verseler de kabul etmem...» dedi.
Daha sonra Amr'Ia arkadaşına dönerek şöyle dedi:
«— Bunların hediyelerini geri veriniz. Benim onlara İhtiyacım yok».
Amr'Ia arkadaşı yenik ve perişan bir halde yanından çıktılar. Biz de Necaşi'nin memleketinde huzur içinde yaşadık.
Cafer'le karısı on seneyi Necaşi'nin himayesinde emniyet ve huzur içinde geçirdiler.
Hicretin 7. senesinde diğer Müslümanlarla birlikte Yesrib'e gitmek üzere Habeşistan'ı terk ettiler. Oraya vardıklarında Rasulüllah (s.a.v.) fethettiği Hayber'den yeni dönmüştü.
Rasulüllah (s.a.v.) Cafer'le karşılaşmasına o kadar sevindi kile dedi:
«— Hangisine daha çok sevineceğimi bilmiyorum. Hayber'in fethine mi, Cafer'in gelişine mi?»
Umumiyetle Müslümanların, özellikle fakirlerin Cafer'in gelişine sevinmesi, Rasulüllah'ın (s.a.v.) sevincinden daha az değildi. Çünkü Cafer zayıflara karşı aşırı şefkatli ve iyiliksever idi. Hatta ona Yoksulların Babası» lakabı verilmişti.
Ebu Hureyre ondan şöyle bahseder:
«— Biz fakirlere karşı en hayır seven kimse Cafer İbn-i Ebi Talib idi. Bizi alır evine götürür, ne varsa yedirirdi. Hatta yiyeceği tükendiği zaman, içinde hiçbir şey olmayan yağ tulumunu getirir, biz de onu koklar ve içine yapışıp kalanları yalardık».
Cafer İbn-i Ebi Talib Medine'de uzun süre kalmadı.
Hicretin 8 nci senesinin başlarında Rasulüllah (s.a.v.), Kuzey Arabistan’daki Bizanslılarla savaşmak için bir ordu hazırladı. Ordunun başına Zeyd İbn-i Harise'yi getirdi ve şöyle dedi:
«— Eğer Zeyd öldürülür veya yaralanırsa, Cafer İbn-i Ebi Talib komutayı alsın, şayet Cafer de öldürülür veya yaralanırsa bu defa komutayı Abdullah İbn-i Ravaha alsın. Abdullah İbn-i Ravaha da öldürülür veya yaralanırsa Müslümanlar kendilerine birini komutan olarak seçsin».
Müslümanlar Mute'ye varınca Mute, Ürdün'de bir köydür gördüler ki Bizanslılar onlara karşı yüz bin kişi hazırlamışlar. Ayrıca onları Lahm Cüzam, Kuzaa ve başka Hıristiyan araplardan yüz bin kişi destekliyordu.
Müslüman ordusu ise üç bin kişiydi...
İki ordu karşılaşıp harp başlar başlamaz, Zeyd İbn-i Harise bir daha ayağa kalkmayacak şekilde yere yıkıldı.
Cafer Ibn-i Ebi Talib hemen doru renkli kısrağının sırtından yere atlayıp kendisinden sonra düşmanlar faydalanmasın diye kılıcıyla ayaklarını kesti. Sancağı alıp Bizans saflarına daldı. Bir taraftan da şu şiiri okuyordu
«Cennet ne güzeldir. Ona yaklaşmak hoş ve onun İçecekleri soğuktur.
Bizanslılara azab yaklaşmıştır. Onlar kâfir ve soysuzdurlar. Öyleyse karşılaştığım zaman onlarla dövüşmek bana şarttır».
Kılıcıyla düşman saflarında devamlı dolaşıp saldırılarda bulunuyordu. Nihayet ona sağ elini koparan bir darbe isabet etti. Sancağı sol eliyle tuttu. Çok geçmedi, solunu da koparan başka bir darbe isabet etti. Sancağı göğsüyle ve pazılarıyla tuttu. Biraz sonra da bir üçüncü darbe onu ikiye böldü. Sancağı ondan Abdullah İbn-i Ravaha aldı, arkadaşına kavuşuncaya kadar o da devamlı dövüştü.
Rasulüllah'a üç komutanının yere yıkılışı ulaştı. Onlara çok üzüldü. Amcaoğlu Cafer İbn-i Ebi Talib'İn evine gitti. Hanımı Esma'yı kocasını karşılamaya hazırlanırken buldu.
O, ekmek yapmış, çocukları yıkayıp koku sürmüş ve elbiselerini giydirmişti...
Esma şöyle anlatır:
«— Rasulüllah (s.a.v.) bize geldiğinde, yüzünde bir üzüntü ifadesi gördüm. İçimden korkmaya başladım. Ancak istemediğim şeyi duyarım korkusuyla, ona Cafer'i sormadım. Selam verdi ve şöyle dedi:
— Bana Cafer'in çocuklarını getir». Çocukları çağırdım. Ona doğru sevinerek ve şarkı söyleyerek koştular. Etrafında toplandılar, her biri onun kendisiyle ilgilenmesini istiyordu.
Rasulüllah (s.a.v.) onlara eğilip koklamaya başladı. Gözlerinden de yaşlar akıyordu. Dedim ki:
«— Ya Rasulallah! —Anam, babam sana feda olsun
— Niçin ağlıyorsun? Yoksa sana Cafer ve arkadaşlarıyla ilgili bir haber mi geldi?»
«—Evet... Bugün şehit oldular...»
Çocuklar annelerinin hıçkıra hıçkıra ağladığını duyunca, yüzlerindeki gülümseme gitti ve sanki başlarına taş düşmüş gibi yerlerinde çakılıp kaldılar.
Rasulüllah (s.a.v.) ise gözyaşlarının izlerini silerek ve şöyle diyerek ayrıldı:
«— Allah'ım onun soyundan bir Cafer ver».
«— Allah'ım onun ailesinden bir Cafer ver». Daha sonra da şöyle buyurdu:
«— Cafer'i Cennet'te gördüm. Onun kana boyanmış kanatları vardı».

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.350
  • 28.795
  • 227.350
# 11 Tem 2013 10:43:49
“Eğer ümmetim Ramazan ayının kıymetini, şerefini ve önemini hakkıyla bilmiş olsaydı, bütün bir yılın Ramazan olmasını temenni ederdi.”

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 12 Tem 2013 08:30:46
Hayırlı günler dilerim.

12 Temmuz 2013 Cuma  –  4 Ramazan 1434

EBU SUFYAN İBNU'L-HARİS

 «Ebu Sufyan İbnu'l-Haris Cennet’teki gençlerin efendisidir».
Muhammed l'bn Abdillah'la Ebu Sufyan İbnu'l-Haris arasındaki gibi, iki şahıs arasında sağlam ilgi ve bağlar bulunması pek azdır.
Ebu Sufyan Rasulüllah'ın (s.a.v.) yaşıt ve akranlarındandı. Onlar birbirine yakın bir zamanda doğmuşlar ve aynı aile içinde büyümüşlerdi,
Ebu Sufyan Peygamber'in öz amcaoğluydu. Ebu Sufyan'ın babası Harisi Resulüllah'ın (s.a.v.) babası Abdullah; Abdulmuttalib'in soyundan gelen iki kardeştiler.
Ayrıca Ebu Sufyan Peygamber'in sütkardeşiydi. Sa'd kabilesine mensup Halime hanımefendi onları birlikte emzirmişti.
Bütün bunlardan başka o peygamberlik gelmeden önce Rasulüllah'ın (s.a.v.) samimi dostuydu ve ona en çok benzeyen kimseydi.
Bu duruma göre, siz Muhammed'le Ebu Sufyan İbnu'l-Haris, arasındakinden daha sağlam ve daha yakın bir ilgi gördünüz mü veya duydunuz mu?
Onun için, Ebu Sufyan hakkında zannedilen; onun, Rasulüllah'ın (s.a.v.) davetini en önce kabul edenlerden ve onun yoluna en çabuk uyanlardan olmasıdır
Hâlbuki durum, umulanın tam tersine olmuştur.
Çünkü Rasulüllah (s.a.v.) davetini açıklayıp yakınlarını uyarınca, Ebu Sufyan'ın içinde Rasulüllah'a (s.a.v.) karşı intikam ve kötülük ateşleri parladı. Dostluk, düşmanlığa, ilgi ilgisizliğe, kardeşlik, yüz çevirmeye dönüştü.
Rasulüllah (s.a.v.) Rabbinin emrini açıkladığı sırada Ebu Sufyan İbnu'l-Haris, Kureyş süvarilerinin en meşhuru ve şairlerinin en önemlisiydi.
Mızrağını ve dilini, Rasulüllah'la (s.a.v.) kavga ve onun davet ettiğine düşmanlık için ortaya koymuştu. Bütün enerjisini İslam ve Müslümanlarla mücadeleye vermişti.
Kureyş Peygamber'e karşı harp açmışsa, mutlaka onun tutuşturucusu Ebu Sufyan olurdu, Müslümanlara bir kötülük gelmişse, ondaki büyük pay yine Ebu Sufyan'a ait olurdu.
Ebu Sufyan şiir şeytanını uyandırmış ve dilini Rasulüllah'ı (s.a.v.) yerip kötülemede kullanmıştı. Onun hakkında kötü ve incitici sözler söylemişti.
Ebu Sufyan'ın Peygamber'e düşmanlığı yirmi seneye yakın sürdü. Bu süre içinde, Rasulüllah'a (s.a.v.) kurmadığı tuzak, Müslümanlara karşı işlemediği günah çeşidi kalmamıştı.
Mekke'nin fethinden az önce, Ebu Sufyan'a Müslüman olmak nasip oldu. Onun İslam'a girişine dair, siyer kitaplarının hafızasında tuttuğu ve tarih kitaplarının naklettiği enteresan bir hikâye vardır.
İslam'a giriş hikayesini anlatmasını o şahsın kendisine bırakalım.. Çünkü onu en iyi anlatacak olan odur.
Ebu Sufyan anlatmaktadır:
«— İslam'ın durumu düzelip kuvvetlenince; Rasulüllah'ın (s.a.v.) fethetmek için Mekke'ye yürüdüğüne dair haberler yayılmıştı. Genişliğine rağmen yeryüzü artık bana dar gelmişti. Şöyle dedim:
«— Nereye gideyim? Kiminle arkadaşlık edeyim? Kiminle beraber olayım?»
Daha sonra karıma ve çocuklarıma gelip:
«— Mekke'den çıkmaya hazırlanın, Muhammed'in gelmesi yakın. Onlar beni yakalarlarsa, mutlaka öldürülürüm». Bana şöyle cevap verdiler:
«— Senin için, Arap ve Arap olmayanların Muhammed'e eğmiş olduklarını ve onun dinine kucak açtıklarını görme vaktin geldi. Onun kuvvetlenmesine ve muzaffer olmasına en çok senin sevinmen gerektiği halde, hala sen ona düşmanlıkta ısrar ediyorsun».
Böylece beni devamlı Muhammed'in dinine girmeye teşvik ediyorlardı.
Nihayet Allah göğsümü İslam’a açtı.
Hemen kalktım. Kölem Mezkur'a bana birkaç deve ve bir at hazırlamasını söyledim. Oğlum Cafer'i de yanıma aldım. Mekke'yle Medine arasındaki Ebva'ya doğru hızla ilerlemeye başladık.
Oraya yaklaştığımda, hiç kimsenin tanımaması için ve Peygamber'e ulaşmadan ve Müslüman olduğumu huzurunda açıklamadan öldürülmeyeyim diye kılık değiştirdim.
Bir mil kadar yaya yürüdüm. Çünkü Müslümanların öncü kuvvetleri grup gurup Mekke'ye doğru gidiyorlardı. Onlardan korktuğumdan ve Muhammed'in taraftarlarından birinin beni tanımaması için yoldan ayrı yerlerden gidiyordum.
Ben bu haldeyken, Peygamber askerleri arasında çıka geldi. Ben de ortaya çıkıp ona doğru yürüdüm. Yüzümü açtım. Beni görüp tanıyınca hemen yüzünü başka tarafa çevirdi. Ben de yüzünü çevirdiği tarafa geçtim. Yine benden yüzünü çevirdi. Ben yine yüzünü çevirdiği tarafa geçtim. Birkaç defa böyle yaptı».
«Peygamber'in yanına geldiğimde, onun benim Müslüman olmama sevineceğinden, dolayısıyla ashabının da memnun olacağından şüphe etmiyordum.
Fakat Müslümanlar Rasulüllah'ın (s.a.v.) yüz çevirdiğini görünce, onlar da surat asıp benden yüz çevirdiler.
Ebu Bekr'le karşılaştım, sert bir şekilde benden yüz çevirdi. Kalbinin yumuşamasını ister bir şekilde Ömer İbnu'l-Hattab'a baktım, onun da arkadaşından daha sert bir şekilde yüz çevirdiğini gördüm.
Üstelik Ensar'dan birini benim üzerime kışkırtmıştı. Ensar'lı şöyle dedi:
«— Ey Allah'ın düşmanı! Sen Allah'ın Rasulüne ve sahabelerine eziyet ediyordun. Peygamber'e düşmanlıkta ünün dünyanın doğu ve batısına ulaştı». Bana devamlı hakaret ediyor ve sesini yükseltiyordu. Müslümanlar da bana dik dik bakıp karşılaştığım muameleye memnun oluyorlardı.
Bu sırada amcam Abbas'ı gördüm. Hemen ona sığındım ve ona şöyle dedim:
«— Amca! Akrabası olduğum için ve kavmim içindeki şerefli mevkiinden dolayı, Rasulüllah'ın (s.a.v.) benim Müslüman oluşuma sevineceğini umuyordum. Benden hoşnut olması için onunla konuş». Amcam şöyle cevap verdi:
«— Hayır vallahi! Onun senden yüz çevirdiğini gördükten sonra bir fırsat doğmadıkça, onunla alsa konuşmam. Çünkü ben Rasulüllah'a (s.a.v.) saygı gösterir ve ondan korkarım». Dedim ki:
«— Amca! Öyleyse beni kime bırakıyorsun?!» Şöyle cevap verdi :
«—Sana söylediklerimin dışında yapabileceğim bir şey yok». Beni bir üzüntü ve keder almıştı. Az sonra amcaoğlum Ali İbn Ebu Talib'i gördüm. Durumumu ona da anlattım O da amcamız Abbas'ın sözünü tekrarladı.
Yine amcam Abbas'a gittim. Ona:
«—Amcam! Madem Rasulüllah'ın kalbinde bana karşı bir yumuşama uyandıramıyorsun, bari bana hakaretler yağdıran ve herkesi bana hakarete teşvik eden şu adama mani ol» dedim.
«— Bana o adamı tarif et» dedi. Adamı ona tarif edince
«— Bu, Nuayman İbnu'l-Haris en-Neccari'dir» dedi ve ona şu haber gönderdi:
«— Nuayman! Ebu Sufyan Rasulüllah'ın (s.a.v.) amcaoğludur, benim de kardeşimin oğludur. Her ne kadar bugün Rasulüllah (s.a.v.) ona kızgınsa da, bir gün ona olan kızgınlığı geçecektir. Ona hakaret etmekten vazgeç». Bu konuda ısrar edince, bana hakaret etmekten vazgeçip şöyle dedi:
«— Artık onun karşısına çıkmayacağım».
«Rasulüllah (s.a.v.) Cahfe'de konakladığında, kaldığı yerin kapısı önüne oturdum. Oğlum Cafer de yanımda ayakta duruyordu. Rasulüllah  (s.a.v.) —dışarda— beni görünce, yine benden yüzünü çevirdi. Onun gönlünü yapmaktan ümidimi kesmemiştim. Her ne zaman bir yerde konaklasa, kapısının önüne oturuyordum. Oğlum Cafer'i de önümde durduruyordum. Ama o, beni görünce yüz çeviriyordu.
Bir müddet böyle yaptım. Bu hal bana zor gelip canım sıkılınca Karıma şöyle dedim:
«— Vallahi, Rasulüllah (s.a.v.) mutlaka benden hoşnut olacak yoksa şu oğlumun ellerinden tutup açlık ve susuzluktan ölünceye kadar toprakta yüz üstü sürüneceğim». Rasulüllah (s.a.v.) bunu duyunca bana acıdı. Konakladığı yerden çıkınca, öncekinden daha yumuşak bir şekilde baktı. Onun gülümsemesini beklemeye başladım».
«Rasulüllah (s.a.v.) Mekke'ye girdiğinde, ben de onun yanındaydım.  Mescide gittiğinde, ben de önünde koşuyordum.

Huneyn savaşında araplar Peygamberle savaşmak için o güne kadar hiç görülmemiş bir ordu topladılar. Onunla karşılaşmak için daha önce öylesini yapmadıkları bir hazırlık yaptılar. Onlar İslam'ın ve Müslümanların İşini bitirmeye karar vermişlerdi
Rasulüllah (s.a.v.) onlarla karşılaşmak için ashabıyla birlikte çıktı. Müşrik topluluğunu görünce kendi kendime şöyle dedim:
«— İşte bugün geçmişte Rasulüllah'a (s.a.v.) yaptığım bütün düşmanlıkların kefaretini ödeyeceğim. Peygamber benden; Allah'ın ve kendisinin hoşnut olacağı şeyleri görecek».
İki topluluk karşılaştı ve müşrikler Müslümanları bozguna uğrattılar. Müslümanlar Peygamberin etrafından dağılmaya başladılar. Nerdeyse yenilmek üzereydik.
Peygamber ise, doru renkli katırı üzerinde sanki yıkılmayan bir dağ gibi savaş alanının ortasında kalmıştı. Kılıcını kınından çıkararak, kendini ve kükremiş aslanlar gibi etrafında çarpışmakta olanları müdafaa ediyordu. İşte o anda kısrağımdan atlayıp kılıcımın kınını kırdım. Allah biliyor, Rasulüllah'ın (s.a.v.) önünde ölmek istiyordum. Amcam Abbas, Peygamber'in katırının yularını tutmuş, yanında duruyordu.
Ben de öbür tarafta yerimi aldım. Sağ elimde kılıcımla Rasulüllah'ı (s.a.v.) koruyor, solumla da üzengisini tutuyordum.
Peygamber benim gösterdiğim gayreti görünce, amcam Abbas’a:
 «— Bu kim?» dedi. O da:
«— Bu senin kardeşin ve amcaoğlun Ebu Sufyan İbnu'l-Haris'tir. Ona kızma artık ya Rasulallah!» dedi. Rasulüllah (s.a.v.) :
«— Tamam. Allah onun bana yaptığı bütün kötülükleri affetsin dedi.
Rasulüllah'ın (s.a.v.) benimle barışmasından dolayı adeta uçuyordum. Üzengideki ayağını öptüm. Bundan sonra bana dönüp şöyle dedi
«— Kardeşim! Yürü, dövüşmeye devam et».
Rasulüllah'ın (s.a.v.) sözleri benim hamaset duygularımı coşturdu. Müşrikleri yerlerinden oynatan bir saldırıya geçtim. Diğer Müslümanlar da benimle birlikte saldırıya geçtiler. Nihayet onları bir fersah kadar geri püskürtüp her tarafa dağıttık.
Ebu Sufyan, Huneyn'den itibaren Peygamber'in onunla barışması ve konuşması sebebiyle hayatını memnun bir şekilde geçirdi. Ama Rasulüllah'la (s.a.v.) olan geçmişinden utandığı için bir daha gözlerini kaldırıp onun yüzüne bakamadı.
Ebu Sufyan cahiliyede Allah'ın nurundan uzak ve onun Kitabı’ndan mahrum olarak geçirdiği kara günlerden dolayı pişmanlık duyuyordu. Bunun üzerine, ayetlerini gece gündüz okumak, hükümlerini anlamak ve öğütlerinden ders almak üzere Kur'an'a sarıldı.
Dünyadan ve çiçeklerinden yüz çevirip, bütün organlarıyla Allah'a yöneldi. Bir defasında Rasulüllah (s.a.v.) onu mescide girerken gördü ve Aişe'ye:
«— Bunun kim olduğunu biliyor musun, Aişe?» dedi. Aişe «— Hayır, ya Rasulallah!»
«— O, amcaoğlum Ebu Sufyan İbnu'l-Haris'tir. Bak, mescide ilk defa o giriyor ve en son o çıkıyor. Gözünü de ayağının ucundan ayırmıyor».
Rasulüllah (s.a.v.) vefat edince, Ebu Sufyan İbnu'l Haris ona, annenin biricik yavrusuna üzüldüğü gibi üzüldü. Sevgilinin sevgiliye ağladığı gibi ağladı. Üzüntü, tasa, hasret ve inleme dolu güzel bir mersiye söyledi.
Hz. Ömer'in Halifeliği zamanında Ebu Sufyan ecelinin yaklaştığını fark edip kabrini kendi eliyle kazdı.
Bunun üzerine üç günden fazla geçmeden ruhunu teslim etme anı geldi. Sanki o, ölümle randevulaşmıştı. Hanımı ve çocuklarına dönüp şöyle dedi.
«— Benim için ağlamayın. Vallahi, Müslüman olduğumdan beri hiç günah işlemedim...» Bundan sonra temiz ruhunu teslim etti. Namazını Ömer'ul-Faruk kıldırdı. Ömer ve Sahabe-i kiram onun ölümüne çok üzüldüler. Ölümünü, İslam'ın ve Müslümanların başına gelen büyük bir bela saydılar.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK