Üç Aylar Ve Hayat Dersleri (2013)

Çevrimdışı gungors

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 748
  • 1.569
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 748
  • 1.569
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 10 Haz 2013 12:46:22
Şaban Ayını da oruçlu ve bol salavat ile geçirmek duası ile Hayırlı günler diliyorum.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 11 Haz 2013 08:31:23
Hayırlı günler dilerim.

11 Haziran 2013 Salı  –  2  Şaban 1434

ÖMER BİN ABDÜLAZİZ’İN DEDİKODUYA KARŞI TAVRI

Ömer Bin Abdülaziz hazretlerinin yanına bir adam gelip başka birisinin söylediği bir takım kötü şeylerden bahsetti, mezkûr şahsın gıybetini yaptı. Adil halife o adama şöyle dedi; “Bak! Eğer biz, senin söylediklerinin hakikatini araştırırsak ve sen de bu işte yalancı çıkarsan, şu ayetteki insanların sınıfına girersin; Ey o bütün iman edenler! Eğer size bir fâsık bir haberle gelirse onu tahkik edin” (Hucurat:6)
Eğer dediklerin doğruysa bu sefer şu ayete girersin:
“Gıybet eden ve söz gezdiren(e ilgi duyma. Kalem:11)
İstersen, biz seni affedelim ve bu konuyu burada bitirelim.” Bunun üzerine adam yaptığından pişman olup özür diledi ve bir daha böyle bir günahı işlememeye azm edeceğini söyledi.
Kaynaklar
1-Günahlardan Kurtuluş-Muhammed Şefi Diyobendi- Gülistan Neşriyat
2-Amellerin Karşılığı- Eşref Ali Tehanevi- Gülistan Neşriyat
3-Tatsız Günahlar- Muhammed Şefi Diyobendi- Gülistan Neşriyat

Çevrimdışı HASAN YİĞİT

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.567
  • 15.466
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 4.567
  • 15.466
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 11 Haz 2013 09:51:39
Bir öğrenci velisi olarak iyide,bazı yayınevlerinin reklamını çaktırmadan güzel yapıyorsun.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 12 Haz 2013 10:09:59
Hayırlı günler dilerim.

12 Haziran 2013 Çarşamba –  3  Şaban 1434

ABDULLAH İBN AMR İBN EL-AS

Resûlüllah (s.a.v.) Abdullah İbn Amr İbn es-As'ın  sabahtan, sabaha kadar devamlı ibadet, oruç, namaz ve Kur'ân okumakla geçirdiğini öğrenmişti.
Peygamber (s.a.v.) onu çağırttı ve ona şöyle dedi:
«— Bana senin gündüzleri yemeyip oruç tuttuğun, geceleri  de uyumayıp namaz kıldığın  haber verilmedi mi sanıyorsun? Her ay üç gün oruç tutman sana yeter».
Abdullah:
«— Benim bundan daha fazlasına gücüm yeter...» dedi.
Peygamber (s.a.v.):
«— Her cumadan itibaren iki gün oruç tutman sana yeter bu yurdu.
ResûlüIIah (s.a.v.) tekrar sordu:
«— Öğrendim ki, Kur'ân'ı  bir gecede hatmediyormuşsun?
Ömrünün uzun olmasından ve onu okumaktan usanmandan endişe ediyorum!
Kur'ân'ı her ayda bir defa hatmet...
Onu her on günde bir defa hatmet...
Onu her üç günde bir defa hatmet...»
Sonra sözüne şöyle devam etti:
«— Ben hem oruç tutuyorum, hem tutmuyorum.
Namaz da kılıyorum, uyuyorum da...
Kadınlarla da evleniyorum. Kim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir
...»
Abdullah İbn Amr uzun bir ömür sürmüştür... Yaşı ilerleyip kemikleri zayıflayınca daima Resülüilah'ın (s.a.v.) tavsiyesini hatırlar ve şöyle derdi:
«— Keşke Resûlüllah'ın (s.a.v.) ruhsatını kabul etseydim...»

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 13 Haz 2013 10:15:15
Hayırlı günler dilerim.

13 Haziran 2013 Perşembe –  4  Şaban 1434

HZ. ZÜBEYR B. EL-AVVAM (r.anh)

Zübeyr şehid edildiği zaman dört hanımı vardı. Bunlardan biri de Âtike binti Zeyd b. Amr b. Nüfeyl'dir. Bu hanım, ilk önce Abdullah b. Ebi Bekr'le evlenmiş, onun şehid edilmesinden sonra Ömer b. el-Hattâb'la onun da şehid edilmesi üzerine Zübeyr (r.a) ile evlenmişti. Bunun için Medine halkı: "Kim şehâdet istiyorsa Âtike binti Zeyd'le evlensin" diyorlardı (İbn Sa'd a.g.e., III, 112).

TUFEYL İBNU AMR ED-DEVSİ

Tufeyl şöyle anlatmaktadır:                                       
«— Mekke'ye geldim. Kureyş'in ileri gelenleri benî görür görmez yanıma geldiler. Beni en iyi şekilde karşılayıp, en güzel evde misafir  ettiler».                                                                             
Bundan sonra, Kureyş'in ileri gelenleri ve büyükleri benimle görüşmek için bir araya gelip dediler ki :                                               
«—. Tufeyl! Sen bizim şehrimize geldin. Şu peygamber olduğunu iddia eden adam, bizim işimizi bozdu, bizi parça parça edip, topluluğumuzu dağıttı. Ancak bizim başımıza gelenin; senin ve kavminin başına da gelmesinden korkuyoruz. Bu adamla konuşma ve ondan bir şey dinleme. Onun sözleri büyü gibidir. Oğulla babayı- kardeşleri ve kah kocayı birbirinden ayırır».                                                           
Tufeyl anlatmaya devam etmektedir:                             
«— Bana ona ait tuhaf haberleri anlatıp beni ve kavmimi onun tuhaf hareketlerine karşı uyarıyorlardı. Nihayet, asla ona yaklaşmamaya, onunla konuşmamaya hatta ondan hiçbir şey dinlememeye karar verdim.
Ertesi gün, Kabe'yi tavaf etmek, her zaman ziyaretine gidip saygı gösterdiğimiz putlardan uğur dilemek üzere Mescid'e gittiğimde, Muhammed'in (s.a.v.) sözlerini duymamak için kulaklarıma pamuk tıkadım. Fakat Kabe'ye girdiğimde, onun ayakta, bizim namazımızdan başka bir namaz kıldığını, bizim ibâdetimizden başka bir ibâdet yaptığını gördüm. Onun görünüşü beni etkiledi. İbâdeti beni coşturdu. Ona yaklaşmakta olduğumu farkettim. İstemediğim halde kendimi onun yanında buldum.
Allah (c.c.) nasip etti, bazı sözlerini duydum. Bunlar çok güzel sözlerdi. Kendi kendime dedim ki :
«Yazıklar olsun sana! Sen şiir yazan aklı başında birisisin. Sen güzeli çirkinden ayırabilirsin. Niçin bu adamın söylediklerini dinlemiyorsun? Onun söylediği güzelse, kabul edersin, eğer çirkinse kabul etmezsin.
Tufeyl sözlerine devam etmektedir:                                                .
«Rasûlüllah (s.a.v.) evine dönünceye kadar orada kaldım. Onu takip ettim. Evine girince, ben de girdim ve dedim ki:
«— Ey Muhammed (s.a.v.) kavmin bana senin hakkında şöyle şöyle dedi. Vallahi onlar seni bana korkunç gösterdiler. O kadar ki senin sözünü işitmemek için kulaklarımı pamukla tıkadım. Fakat Allah'dan olacak senden bir şeyler duydum ve onları güzel buldum. Dinini bana öğret. O da bana İslâm'ı anlattı. Kur'ân'dan İhlâs ve Felâk sûrelerini okudu. Vallahi ben, bundan daha güzel bir söz duymamış ve onun dininden daha doğru ve âdilini görmemiştim. Hemen, elimi ona uzattım. Allah'tan başka tanrı olmadığına, Muhammed'in (s.a.v.) Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet getirdim ve müslüman oldum».

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 14 Haz 2013 10:39:47
Hayırlı günler dilerim.

14 Haziran 2013 Cuma –  5  Şaban 1434

ABDULLAH İBNU HUZAFE ES-SEHMI

Hicretin 6'ncı yılında, Rasûlülah (s.a.v.) ashabından bazılarını, yabancı devlet başkanlarına elçi olarak göndermeye karar verdi. Rasûlüllah (s.a.v.) elçilerle gönderdiği mektuplarla, onları İslâm'a davet ediyordu.
Rasûlüliah (s.a.v.) bu önemli işin tehlikeli olduğunu biliyordu...
Bu elçiler, daha önce bilmedikleri uzak memleketlere gideceklerdi...
Onlar gittikleri yerlerin ne dillerini ne de hükümdarların huy ve karakterlerini biliyorlardı...
Bunlardan başka, onlar bu hükümdarları; dinlerini bırakmaya, şeref, itibar ve üstünlüklerini terketmeye ve daha düne kadar bir kısmı onların uyruğu olan bir milletin dinine girmeye davet edeceklerdi.
Bu tehlikeli bir yolculuktu. Böyle bir yolculuğa çıkan; hayatını kaybetmiş, ondan dönen, dünyaya yeniden gelmiş demekti.
Onun için, Rasûlüllah (s.a.v.) ashabını topladı ve konuşmak üzere kalktı. Allah'a hamdetti ve övgüde   bulundu.  Şehâdet   getirdikten sonra şöyle konuştu :
«_ Ben bazılarınızı yabancı devlet başkanlarına göndermek istiyorum.  İsrail oğullarının Meryem oğlu İsa'ya karşı çıktıkları gibi bana karşı  çıkmayınız».
Rasûlüllah'ın ashabı :
«Ey Allah'ın Rasûlü! Biz, senin istediğini senin adına yerine getiririz. Bizi istediğin yere gönder», dediler.
Peygamber (s.a.v.) Arap ve Arap olmayan hükümdarlara yazdığı mektupları götürmeleri için, sahabeden 6 kişiyi seçti, Abdullah İbnu Huzafe es-Sehmî bu altı kişiden birisiydi. Rasûlüllah'ın mektubunu, İran hükümdarı Kisra'ya o götürecekti.
Abdullah İbni Huzafe binitini hazırladı. Çoluk ve çocuğa veda etti. Dere tepe demeden amacına doğru yürüdü. Hem de Allah'tan başka hiç kimsesi olmadan, tek ve yalnız başına, İran'a vardı. Hükümdarın yanına girmek için izin istedi. Hükümdarın adamlarına, ona getirdiği mektubu hatırlattı.
Kisra, sarayının süslenmesini emretti. Oturumda hazır bulunmaları için, İran'ın büyüklerini çağırdı ve onlarda geldiler. Sonra. Abdullah İbnu Huzafe'nin huzuruna girmesine müsâade etti.
Abdullah İbnu Huzafe, üzerinde kadife elbiseler olan İran'ın en büyüğünün huzuruna, kaba elbiseleriyle ve bedevilerin basitliğiyle girdi.
Fakat başı dikti. Göğsünde İslâm'ın şerefi ve gönlünde imanın yüceliği vardı,
Kisra onun geldiğini görünce, hemen adamlarından birine mektubu elinden almasını işaret etti. Abdullah dedi ki
«— Hayır! Rasûlüllah, bizzat kendi elimle vermemi emretti. Ben Allah'ın  Rasûlünün (s.a.v.) emrine karşı  gelemem».
Kisra adamlarına :
«—- Bırakın onu benim yanıma gelsin», dedi. Kisra'ya yaklaştı. Mektubu bizzat kendi eliyle verdi.
 Kisra, Hîre'li Arap bir kâtibi çağırdı. Mektubu önünde açıp  kendisine okumasını emretti. Mektupta şöyle yazılıydı
«Bismillâhirrahmanirrahim.
Allah'ın elçisi Muhammed'den İran'ın büyüğü Kisra'ya, Selâm doğru yolda olanların üzerine olsun...»
Kisra, mektuptan bu kadarını duyar duymaz çok öfkelendi ve yüzü kıpkırmızı oldu. Boynundaki damarlar patlayacak gibi şişti. Çünkü Rasûlüllah önce kendi ismiyle, başlamıştı. Kâtibin elinden mektubu çekti  aldı. Mektubun içindekileri öğrenmeden ve : «O, benim kölemken, bana bunu mu yazıyor?» diye bağırarak yırtmaya başladı.
Abdullah İbnu Huzafe'nin salondan çıkarılmasını emretti ve çıkarıldı.
Abdulİah İbnu Huzafe, başına daha neler geleceğinden habersiz, Kisra'nın salonundan çıktı.
Öldürülecek miydi, yoksa serbest mi bırakılacaktı? Fakat çok geçmeden şöyle dedi :
«Vallahi, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) mektubuna bu şekilde zarar verdikten sonra, ne olacağıma aldırmam». Hayvanına binip, oradan ayrıldı.
Kisra'nın öfkesi yatışınca, Abdullah'ın yanına gelmesini emretti. Fakat onu bulamadılar.
Aradılar, taradılar, onun izine rastlayamadılar.
Cezîretü'l-Arab'a giden yolu kontrol ettiler, nihayet sınırı geçtiğini öğrendiler.
Abdullah, Peygamber'in (s.a.v.) yanına geldiğinde. Kisra'nın davranışını ve mektubunu yırtma olayını anlattı.
Rasûlüllah (s.a.v.):
«Allah da onun devletini parçalasın», sözüne başka bir şey eklemedi.
Kisra, Yemen'deki vekili Bâzân'a şöyle bir mektup yazdı :
«Hicaz'da çıkan bu adama, güçlü kuvvetli iki adamını gönder adamı bana getirmelerini söyle...»
Bâzân, iki gözde adamını Rasûlüllah'a (s.a.v.) gönderdi. Onlara Rasûlüllah'a (s.a.v.) götürmeleri için bir de mektup verdi. Mektubun içinde; Rasûlüllah'ın (s.a.v.) hiç gecikmeden Kisra'ya gitmesini emrediyordu...
Aynca, Peygambere ait bilgi toplamalarını, onu iyice araştırıp, elde ettikleri bilgileri kendisine ulaştırmalarını istedi.
Bu iki adam hızla yol alıp Taife geldiler. Orada Kureyşli tacirlerle karşılaştılar. Muhammedi (s.a.v.) sordular. Onlar: «O Yesrîb'de», dediler. Tacirler sevinç ve neş'e içinde Mekke'ye döndüler. Kureyş'i tebrîk edip şöyle dediler: Gözünüz aydın. Kisra, Muhammed'e başkaldırdı. Sizi onun şerrinden kurtarmış oldu».
«Bâzân»ın adamları da Medine'ye doğru yollarına devam ettiler. Oraya vardıklarında, Peygamberle (s.a.v.) görüşüp mektubu verdiler. Dediler ki : «Hükümdarlar hükümdarı Kisra, bizim hükümdarımız «Bâzân»a : Seni, kendisine götürecek adamları buraya göndermesini yazdı, işte biz seni Kisra'ya götürmek için geldik. Eğer bizimle gelirsen, Kisra senin yararına olanı söyler ve sana kötülük etmez. Eğer kabul etmezsen, onun güçlü olduğunu, seni ve halkını yok edebileceğini biliyorsun».
Rasûlüllah (s.a.v.) gülümsedi ve onlara dedi ki : «Bugün, siz kaldığınız yerlere dönün ve yarın gelin». Ertesi gün, Peygamberin (s.a.v.) yanına geldiklerinde, dediler ki : «Kisra'nın yanına gitmek için hazır mısın?» Peygamber (s.a.v.) onlara : «Artık bugünden sonra, Kisra ile hiç görüşmeyeceksiniz... Allah onu öldürdü. Hatta şu ayın, şu gecesinde, oğlu «Şîreveyh'î ona musallat etti», dedi.
Rasûlüllah'ın yüzüne bakakaldılar ve hayretlerini gizleyemediler. «Sen ne söylediğini biliyor musun? Bunu Bâzân'a yazalım mı?» dediler.
Rasûlüllah (s.a.v.) : «Evet, ona deyinki : «Benim dînim yakında. Kisra'nın devletinin eriştiği yerlere erişecektir. Eğer sen müslüman olursan, Yemen'e hükümdar yaparım», dedi.
«Bâzân'ın adamları, Rasûlüllah'ın (s.a.v.)  yanından çıktılar. Gidip, durumu ona haber verdiler. O dedi ki : «Muhammed'în (s.a.v.) söylediği doğruysa o, peygamberdir. Eğer öyle değilse, onun hakkında bir şeyler düşüneceğiz».
Bir müddet sonra, Bâzân'a Şîreveyh'ln mektubu geldi. Mektupta şöyle yazıyordu : «Kisra'yı öldürdüm, onu sırf, halkımızın intikamını almak İçin öldürdüm. Çünkü o, halkın ileri gelenlerinin öldürülmesini, kadınlara saldırılmasını ve malların yağma edilmesini mubah görmüştü. Bu mektubumu aldığında, oradakilerin bana itaatlarını sağla».
«Bâzân», «Şîreveyh'in mektubunu okur okumaz, yere fırlattı ve müslüman olduğunu açıkladı. Onunla birlikte Yemen'deki İranlılar da müslüman oldular.

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.273
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.273
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 14 Haz 2013 21:59:23
Resulullah (asm) peygamberlerin en faziletlisi olduğu gibi; onun ayı olan Şaban dahi, ayların en faziletlisidir. Şaban ayı Peygamber Efendimiz’in (asm) ayı olduğu için bu ayda çokça salavat getirebiliriz…
 
Şaban ayının mümkünse Pazartesi ve Perşembe günlerinde oruç tutabiliriz
Resulullah Efendimiz’in (asm) en sevdiği oruçlar arasında, Şaban ayında tuttuğu oruçlar vardı. Kendisine şöyle sordum:
 - Görüyorum ki Şaban ayında daha çok oruç tutuyorsun.
 Bana şöyle buyurdu:
 - Ya Aişe! Bu ay öyle bir aydır ki: ölüm meleğine, gelecek sene içinde ölecek kimselerin isimleri bu ayda yazılıp verilir. İstiyorum ki; İsmim ölüm meleğine verilecek ise ancak oruçlu olduğum halde verilsin.
 (Buhari)
 Elimizden geldiğince sadaka verebiliriz
 Hz. Enes (ra) anlatıyor:
 Resulullah’a (asm);
 “Ramazan’dan sonra hangi oruç daha faziletlidir?” diye soruldu. Buyurdu ki:
 “Ramazan’ı tazim için tutulan Şaban orucu!” Tekrar soruldu:
 “Hangi sadaka daha faziletlidir?”
 “Ramazan’da verilen sadaka!” cevabını verdi.” (Tirmizi)
 Şaban ayı Peygamber Efendimiz’in (asm) ayı olduğu için, bu ayda çokça salavat getirebiliriz
 Resulullah (asm) peygamberlerin en faziletlisi olduğu gibi; onun ayı dahi, ayların en faziletlisidir.
 Allah-u Teala Kur’ân-ı Kerimde mealen:
 “Muhakkak ki Allah (cc) ve melekleri o peygambere salat ederler. Ey iman edenler (sizde) ona salat edin ve (ona) teslimiyetle selam verin!” (Ahzab, 56)
 “Bana bir kere salâvat okuyana, Allah (cc) on kere salavat okur.” (Gunyet’üt Talibin)
 Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri;
 “Peygamber Efendimiz’e (asm) getirilen her bir salavat Cenab-ı Hak’ın rahmetine ulaşmak için bir vesiledir.” demiştir. (Lemalar)
 İman ve Kur’ân hakikatleri ile meşgul olabiliriz
 “İlim öğrenirken ölen kimse o kadar yükselmiş olarak Allah’a kavuşur ki; kendi ile peygamberler arasında yalnız peygamberlik derecesi kalır.” (Tergib ve Terhib)
 “Kişinin öğrendiği faydalı bir konu bana bin rekat namazdan daha sevimlidir.” (Tergib ve Terhib)
 “Bir saat ilim öğrenmek, gece sabaha kadar ibadet etmekten, bir gün ilim öğrenmek, üç ay oruç tutmaktan kıymetlidir.” (Deylemi)
 “İlim öğrenmek için yolculuğa çıkanın, daha adımını atmadan günahları af olur.” (Şirazi)
 Peygamber Efendimiz’in (asm) ayı olan Şaban ayında, sünnet-i seniyyeden bir kısmını hayatımıza geçirebiliriz
 • “(Habibim, ya Muhammed!) de ki: “Eğer Allah(cc)’ı seviyorsanız, o halde bana tabi olun ki, Allah (cc) da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın!” Allah (cc) Gafur (çok bağışlayan) dır, Rahim (çok merhamet eden) dir.” (Al-i İmran, 31)
 Bu ayet-i kerimenin tefsiri şu şekilde yapılıyor:
 “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullah’a ittiba edilecek (tabi olunacak). Eğer ittiba edilmezse (tabi olunmazsa), netice veriyor ki: Allah’a muhabbetiniz yoktur. Eğer Muhabbetullah varsa, netice verir ki:
 Habibullah’ın Sünnet-i Seniyesine ittibaı intac eder(gerektirir). Evet Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi(selamet) ve en kısası, bilâşübhe(şüphesiz) Habibullah’ın gösterdiği ve takip ettiği yoldur.”
 Şaban ayında günahlar temizlendiği için, çokça istiğfar getirebiliriz
 “Şaban, günahları siler; Ramazan ise oruç tutanları temizler.” (Gunyet’üt Talibin)
 “Şaban ayı girince, nefsinizi temizleyin ve bu ay boyunca niyetlerinizi iyi ediniz.” (Kalplerin Keşfi)
 Şaban ayında günahların affı için çok dua etmeli. Dua ederken şefaat sahibi Efendimizi (asm) vesile bilinmelidir.
 Şaban ayında namaz, oruç, sadaka ve Kur’ân-ı Kerim tilaveti gibi ibadetlerle geçirerek, Ramazan ayı için kendimizi hazırlayabiliriz.
 

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 15 Haz 2013 09:09:42
Hayırlı günler dilerim.

15 Haziran 2013 Cumartesi –  6 Şaban 1434

Bizans'ın büyüğü Kayser'le görüşme hikayesi

Ömer İbnu'l-Hattab'ın halifeliği zamanındadır.
Hicretin 19'ncu senesinde, Ömer İbnu'l-Hattab- Abdullah İbnu Hu­zafe'nin de bulunduğu bir orduyu Bizanslılarla savaşmak üzere yola çıkardı.
Bizans'ın büyüğü Kayser'e müslüman askerlerindeki inanç samimiyeti ve sağlamlığına, Allah ve Rasûlü için canlarına değer vermediklerine dair haberler ulaşmıştı.
Adamlarına — bir müslüman esir yakaladıklarında — onu öldürmemelerini ve kendisine sağ olarak getirmelerini emretti.
Abdullah İbnu Huzafe, Bizanslıların eline esir düştü. Hükümdarlarına götürüp dediler ki : «İşte bu, Muhammed'in (s.a.v.) dinine ilk girenlerdendir. Onu esir alıp, sana getirdik».
Bizans hükümdarı, Abdullah İbnu Huzafe'ye uzun uzun baktıktan sonra dedi ki :
«— Sana bir şey teklif edeceğim». Abdullah :                       
«— Neymiş o?» dedi. Hükümdar:
«— Sana Hristiyan olmanı teklif ediyorum... Eğer Hristiyan olursan, seni serbest bırakırım. Sana ikramda bulunurum». Esir sert ve kesin bir ifadeyle :
«Heyhat... Benim için ölmek, teklif ettiğin şeyden bin defa daha iyidir» dedi. Kayser dedi ki :
«— Sen zeki bir kişiye benziyorsun.  Eğer teklif ettiğimi kabul edersen, seni mülk ve saltanatıma ortak ederim».  İplerle bağlı olan esir gülümseyip:
„— Vallahi, Muhammed'in (s.a.v.) dininden bir an bile dönmeme karşılık, senin ve Arapların sahip olduğu her şeyi versen yine dönmem», dedi. Kayser:   
«— o halde seni öldüreceğim... dedi. Abdullah:
«— Bunu yapabilirsiniz», diye cevap verdi. Hükümdar, onun çarmıha gerilmesini emretti. Okçularına Rumca:
«— Ellerinin yakınına atın», dedi. Kendisi de Hristiyan olmasını teklif ediyordu. Fakat Abdullah kabul etmiyordu. Bu defa da :
«—- Ayaklarının yakınına atın», dedi. Bu arada, Müslümanlıktan ayrılması için telkinde bulunuyordu. Abdullah da kabul etmemekte direniyordu.
Kayser, ona ok atılmamasını ve çarmıhtan indirilmesini istedi. Daha sonra, büyük bir kazan getirtti. İçine zeytinyağı doldurulup ocağa konuldu. İçindeki yağ kaynayınca, iki Müslüman esir getirtip, birisinin kazana atılmasını emretti. Birisini kazana attılar. Bir de baktılar ki, eti dağılmış, sırf kemikleri görünüyor...
Arkasından Abdullah İbnu Huzafe'ye dönüp, Hristiyan olmasını teklif etti. Abdullah, öncekilerden daha sert bir şekilde reddetti.
Baktı ki olmuyor, onun da kazana atılmasını emretti. Abdullah kazanın başına getirilince ağladı. Kayserin adamlarından biri hükümdara:
«— Ağladı...» dedi. Kayser, onun teklifini kabul etmediğine pişman olduğunu zannetti ve:                                                                       
«—Onu yanıma getirin», dedi. Karşısında durunca, yine Hristiyan olmasını teklif etti ve Abdullah yine kabul etmedi. Kayser:
«— Yazıklar olsun sana! O halde niçin ağladın?» dedi. Abdullah:
«—Kendi kendime: Şu anda, bu kazana atılıp gideceksin dedim ve istedim ki, vücudumdaki tüylerin sayısınca canım olsa da, böyle kazana atılsın.  İşte beni ağlatan budur», dedi.  Hükümdar:
Seni serbest bırakırım ama benim başımı öper misin?» dedi.
Abdullah:                                                                                       
«-— Bütün Müslüman esirleri de serbest bırakır mısın?» dedi.
Hükümdar:
«Bütün Müslüman esirleri de» dedi. Abdullah anlatmaktadır:
«— Kendi kendime şöyle dedim: Bu Allah'ın düşmanlarından biridir. Beni ve bütün Müslüman esirleri serbest bırakması için, onun başını öpeyim. Bundan bana hiçbir zarar gelmez».
Ona yaklaşıp başını öptü. Bizans hükümdarı, Müslüman esirle? Getirilip, ona verilmesini emretti. Böylece, esirler ona verildiler.
Abdullah İbnu Huzafe, Ömer İbnu'İ-Hattab'ın yanına gelip, başından geçenleri anlattı. Hz. Ömer çok memnun oldu. Kurtarılan esirleri görünce, şöyle dedi:
«— Her Müslümanın, 'Abdullah İbnu Huzafe'nin başını öpmek, vazifesidir. İşte önce ben öpüyorum...»                                           
Sonra kalkıp başını öptü.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 16 Haz 2013 16:31:17
Hayırlı günler dilerim.

16 Haziran 2013 Pazar  –  7 Şaban 1434

«ARABIN DULU» ÜMMÜ SELEME

Ümmü Seleme anlatmaktadır:
«Kocam Ebû Seleme, Medine'ye gitmeye karar verince benim için bir deve hazırladı. Sonra beni bindirip, çocuğumuz Seleme'yi kucağıma verdi. Hızla deveyi çekerek bizi götürmeye başladı. Mekke'den çıkmadan önce, kavmim Mahzun oğullarından bazıları bizi görüp yolumuzu kestiler. Ebû Seleme'ye :
Bunu zorla nereye götürüyorsun? O bizim kızımızdır. Onu bizden alıp, başka diyarlara götürmene neden müsaade edelim?» dediler ve saldırıp beni elinden aldılar. Kocamın sülâlesi Abdülesed oğulları, onların beni ve çocuğumu aldıklarını görünce küplere bindiler. Dediler ki:
«— Hayır, Vallahi, karısını elinden aldınız ama çocuğu size bırakmayız. O, bizim oğlumuzdur. Onu almak daha çok bizim hakkımızdır». Çocuğum Seleme'yi gözümün önünde, aralarında asılmaya başladılar. Derken onun kolunu çıkardılar ve en sonunda almaya muvaffak oldular.   
Birkaç dakika içinde, kalabalık dağılmıştı. Ben de tek başıma kalmıştım.                                                                                             
Kocam kurtulmuş ve Medine’ye gitmişti. Oğlumu, Abdülesed oğulları kapıp gitmişti.
Beni de Sülâlem Mahzun oğulları yanlarında alıkoymuşlardı.
Bir anda, ben, kocam ve çocuğumuz, hepimiz birbirimizden ayrılmıştık. .
O günden itibaren her sabah, Abtah'a gitmeye başladım. Trajedimin geçtiği yerde oturup, kocam ve çocuğumla orada geçen anılar tekrar yaşıyor ve akşama kadar ağlıyordum.
Bu şekilde, bir yıl veya bir yıla yakın kaldım. Nihayet, amcaoğullarımdan birisi yanıma geldi. Halime ve bana acıyıp, kavmimin adamlarına şöyle dedi:
«— Bu zavallıyı daha ne kadar serbest bırakmayacaksınız? Onu kocasından ve çocuğundan da ayırdınız». Kalpleri yumuşayıp, merhamete gelince, bana dediler ki:
«— İstersen, kocanın yanına git».
Fakat yavrumu, ciğer paremi Mekke'de Abdülesed oğullarının yanında bırakarak Medine’ye kocamın yanına nasıl giderim?
Mekke'deki küçük yavrumdan habersizken, hicret yurdu olan Medine’de, kalbimin ateşinin sönmesi ve gözyaşlarımın dinmesi nasıl mümkün olurdu!
Bazıları üzüntülerimi giderecek şeyleri düşünüp, halime acıdılar. Durumumu aralarında konuşup onların bana acımalarını istediler. Bunun üzerine oğlum Seleme'yi bana geri verdiler».
«Birlikte yolculuk yapacağım birisini buluncaya kadar oyalanmak istedim. Hesapta olmayan bir şeyin ortaya çıkmasından ve beni koca­ma gitmekten alıkoymasından korkuyordum. Bunun için acele ettim. Devemi hazırladım. Çocuğumu kucağıma aldım. Allah'tan başka hiç kimsem olmayarak, kocama gitmek üzere Medine'ye doğru yola koyuldum. Ten’ime vardığımda, Osman İbnu Talha ile karşılaştım. Osman dedi ki:
«— Nereye? Ey «Yolcu doyuranın kızı!»
«— Medine'ye kocamın yanına gitmek istiyorum», dedim, Osman:
«— Yanında hiç kimse yok mu?»  dedi.
«— Hayır, Allah'tan ve şu yavrumdan başka kimse yok», dedim.
Osman:
«— Vallahi, seni Medine'ye varıncaya kadar yalnız bırakmam». dedi. Devemin yularından tuttu. Beni, hızla Medine'ye doğru götürmeye başladı. O ana kadar, Araplar içinde bu kadar şerefli ve güzel ahlâklı birisiyle karşılaşmamıştım. Bir konak yerine vardığımızda, devemi çöktürüyor. Geri çekiliyor, ben devemden inince, onu alıp bir ağacın yanına götürüyor ve oraya bağlıyordu. Sonra benim yanımdan ayrılıp başka bir ağacın gölgesinde yatıyordu. Gitme zamanı gelince, kalkıp devemin yanına geliyor, onu hazırlayıp bana veriyor ve kendisi geriye çekilip: «Bin!» diyordu. Deveye binip yerleştiğimde, gelip yularından tutuyor ve çekerek götürüyordu.
Medine'ye kadar hep böyle yaptı. Amr İbnu Avf oğullarının köyünü gördüğünde dedi ki:
«— Kocan buradadır. Haydi, Allah'ın lütfuyla yanına git». Sonra, Mekke'ye dönmek üzere ayrıldı».
Uzun bir ayrılıktan sonra, birbirlerinden ayrı düşenler bir araya geldiler. Ümmü Seleme kocasına kavuştuğu için çok sevindi. Ebû Seleme de karısının ve çocuğunun gelişine çok sevindi.  Sonra olaylar, göz açıp kapar gibi hızla geçmeye başladı.
İşte Bedir Savaşı. Ebû Seleme de bu savaşa katılıyor ve diğer MüsIüman’IarIa birlikte, kesin ve açık bir zafer kazanmış olarak dönüyor.
İşte Uhud Savaşı! Ebû Seleme ona da katılıyor. Kahramanca dövüş çıkarıyor. Fakat savaştan büyük bir yara alarak dönüyor. Onu tedavi ederler ve yara iyileşmişe benzer. Aslında yara için için devam etmektedir. Bir müddet sonra, yara açılır ve Ebû Seleme'yi yatağa düşürür.
Ebû Seleme, yarasını tedavi etmekte olan karısına şöyle der:
«— Ümmü Seleme! Rasûlüllah'ın (s.a.v.) şöyle dediğini duydum:
«— Bir müslümanın başına bir felâket geldiğinde, o müslüman felâket anında, «İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciûn» âyetini okur ve :
«—Allah'ım bu felâket sebebiyle beni mükâfatlandır.
Allah'ım, felâketin elimden aldığından daha hayırlısını ver» diye duâ ederse Allah onun dileğini yerine getirir».

Ebû Seleme, günlerce hasta yatağında kaldı. Bir sabah, Rasûlüllah (s.a.v.) onu ziyaret etmek için yanına geldi. Ziyaretini bitirip, daha evin kapısından çıkmadan.  Ebû Seleme hayata veda etti.
Rasûlüllah (s.a.v.) mübarek elleriyle, sahâbisinîn gözlerini yumdu. Gözünü semâya dikip şöyle dedi :
«Allah'ım! Ebû Seleme'yi bağışla. Onu kendine yakın, gözde kullarından eyle.
Onun çoluk çocuğunu sen gözetle.
Bizi ve onu bağışla, ey âlemlerin Rabbi onu kabrinde rahat ve nur içinde kıl».
Ümmü Seleme ise,  kendisine,   Ebû  Seleme'nin   Rasûlüllah'tan (s.a.v.) rivayet ettiği hadîsi hatırlatıp :
«— Allah'ım Başıma gelen bu felâket sebebiyle beni mükâfatlandır...»
Fakat onun gönlü:
«— Allah'ım!  Bana bu felâketin, elimden aldığından daha hayırlısını ver»  demeye razı olmadı. Çünkü o, kendi kendisine sorup duruyordu:
«— Kim Ebû Seleme'den daha hayırlı olabilirdi». Fakat çok geçmedi, duayı tamamladı...

Müslümanlar, Ümmü Seleme'nin başına gelene, görülmemiş bir şekilde üzüldüler. Ona : «Arab'ın Dulu» ismini verdiler... Çünkü onun Medine'de, tüyü bitmemiş kuş yavruları gibi küçük çocuklarından başka, hiçbir yakını yoktu.
Muhacirler ve Ensar'ın hepsi. Ümmü Seleme'nin üzerlerindeki hakkını anladılar. İddeti bittiğinde, Ebubekir onunla evlenmek için geldi. Ümmü Seleme onun isteğini kabul etmedi...
Daha sonra, Hz. Ömer İbnu'l-Hattab geldi. Hz. Ebubekir gibi onu da reddettik
Rasûlüllah (s.a.v.) da geldi. Ümmü Seleme ona şöyle dedi :
«— Ey Allah'ın Rasûlü! (s.a.v.) Benim üç özelliğim var:
Ben çok kıskanç bir kadınım. Senin hoşuna gitmeyecek bir şey yaparım da, bu yüzden Allah'ın beni cezalandırmasından korkarım.
Ayrıca, ben yaşı hayli ileri bir kadınım.
Bir de çocuklarım var...»
Rasûlullah (s.a.v.) da şöyle cevap verdi:
«— İleri sürdüğün kıskançlığı, senden gidermesi için Allah'a dua edeceğim.
Söylediğin yaş mes'elesine gelince; benim de yaşım ilerledi. Senin çocukların ise, benim de çocuklarım demektir».
Böylece, Rasûlüllah (s.a.v.) Ümmü Seleme ile evlendi. Allah Ümmü Seleme'nin duasını kabul edip, ona Ebû Seleme'den daha hayırlısını vermişti.

O günden itibaren, Mahzumlu Hind, yalnız Seleme'nin annesi olarak kalmadı. Bütün mü'minlerin annesi oldu. Allah ondan razı olsun ve onu razı kılsın.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 17 Haz 2013 08:09:30
Hayırlı günler dilerim.

17 Haziran 2013 Pazar tesi –  8 Şaban 1434

EBU EYYUB EL-ENSARÎ

İbnu Abbas anlatmaktadır :
«— Hz. Ebû Bekir, öğle sıcağında mescide geldi». Ömer onu görüp dedi ki:
«— Ebû Bekir! Niye bu saatte çıkıp geldin?» Ebûbekir :
«— Çok acıktığım için, bu saatte çıktım geldim», dedi. Ömer ;
«— İnan, benim çıkmamın sebebi de bundan başka bir şey değil». dedi.
Onlar bu haldeyken, Rasûlüllah (s.a.v.) çıkageldi ve onlara sordu:
 «— Sizleri bu saatte çıkmaya zorlayan nedir?» Onlar:
«— Bizi bu saatte çıkmaya zorlayan, karınlarımızın açlığıdır», diye cevap verdiler.
Rasûlüllah (s.a.v.) da şöyle konuştu:
«-  Allah'a yemin ederim ki, beni çıkmaya zorlayan da bundan başkası değildir. Kalkın, gidelim».
Kalkıp gittiler. Ebû Eyyub'un evinin kapısına geldiler. Ebû Eyyub, her gün Rasûlüllah (s.a.v.) için yemek ayırırdı. Eğer gecikir de vaktinde gelmezse, ev halkına yedirirdi.
Onları Ümmü Eyyub karşıladı. Rasûlüllah (s.a.v.) ve yanındakilere : «Hoşgeldiniz» dedi. Rasûlüllah (s.a.v.) :
«—Ebû Eyyub nerede?» diye sordu. Ebû Eyyub —yakındaki hur­malıkta çalışıyordu— Rasûlüllah'ın (s.a.v.) sesini duyup koşarak geldi ve o da Râsûlüllah (s.a.v.) ve yanındakilere:
«— Hoşgeldinîz». deyip sözüne şöyle devam etti:
«— Ya Rasûlüllah! (s.a.v.) Bu, sizin gelme vaktiniz değil». Rasû­lüllah (s.a.v.) :
«— Doğru söyledin», dedi. Sonra, Ebû Eyyub hurma ağaçlarının yanına gidip; içinde kurusu, olgunu ve tazesi bulunan bir hurma salkımı kesti Rasûlüllah (s.a.v.) :
«— Bunu kesmeni istemedim. Bize, kuru hurma toplasaydın olurdu», dedi. Ebû Eyyub da şöyle dedi:
«— Ey Allah'ın Rasûlü! Ben hem kuru hem olgun, hem de tazesinden yemeni arzu ettim. Daha senin için bir de hayvan keseceğim». Rasûlüllah (s.a.v.) :
«— Eğer kesersen, sağlam kesme», dedi.
Ebû Eyyub bir oğlağı tutup kesti. Sonra karısına:
«—Sen hamur yoğurup, bize ekmek yap. Sen iyi ekmek yaparsın» dedi. Oğlağın yarısını alıp haşladı, yarısını da kızarttı: Yemek pişince, Rasûlüllah'la (s.a.v.) arkadaşlarının önlerine konuldu, Hz. Peygamber oğlaktan bir parça alıp ekmeğin arasına koydu ve şöyle dedi:
«— Ebû Eyyub! Çabuk bu parçayı Fatıma'ya götür. Birkaç günden beri o böyle yemek görmedi».
Yemeği yiyip doydukları zaman Peygamber (s.a.v.) :
«— Ekmek, et, kuru, taze ve olgun hurma!» dedi. Gözleri yaşardı ve tekrar dedi ki:
«— Allah'a yemin ederim ki, işte bunlar, Kıyamet gününde hesabını vereceğiniz nimetlerdir. Böyle nimetlere kavuşup onları yerken:
—   Bismillah (Allah'ın ismiyle) deyiniz. Doyduğunuzda da:
—  Bizi doyuran, bize nimetler veren ve iyilik eden Allah'a hamdolsun, deyiniz».
Sonra, Rasûlüllah (s.a.v.) kalkıp, Ebû Eyyub'a:
«— Yarın bize gel», dedi.
Birisi Rasûlüllah'a (s.a.v.) herhangi bir iyilik yapsa, hemen ona karşılık vermeyi çok severdi. Fakat Ebû Eyyub, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) bu sözünü duymamıştı. Ömer (r.a.) ona :
«— Peygamber (s.a.v.) yarın senin ona gelmeni istiyor, Ebû Eyyub». dedi. Ebû Eyyub da :
«Baş üstüne» dedi.
Ertesi gün, Ebû Eyyub Peygamber'e (s.a.v.) gitti. Rasûlüllah (s.a.v.) hizmetindeki küçük bir cariyeyi ona verip dedi ki:
«— Ona iyilik et, ya Ebû Eyyub! Çünkü yanımızda kaldığı sürece, biz ondan hep iyilik gördük».
Ebû Eyyub yanında cariyeyle birlikte evine döndü. Ümmü Eyyub onu görünce:
«— Bu kimin Ebû Eyyub?» dedi. Ebû Eyyub :
«—Bizim... Onu, Rasûlüllah (s.a.v.) bağışladı», diye cevap verdi. Ümmü Eyyub :
«— O ne iyi bağışlayıcıdır. Ne güzel bağıştır bu», dedi. Ebû Eyyub : «Bizim ona iyilik etmemizi tavsiye etti», dedi. Ümmü Eyyub ;
«— Rasulüllah'ın (s.a.v.) tavsiyesini yerine getirmek için, ona nasıl davranalım» dedi. Ebu Eyyub :
«— Rasulüllah'ın (s.a.v.) tavsiyesini yerine getirmek için onu azat etmekten daha iyisini göremiyorum» cevabını verdi. Ümmü Eyyub:
«— Doğru olanı buldun. En iyisi senin dediğin gibi». Sonra, cariyeyi azat etti.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 18 Haz 2013 08:09:32
Hayırlı günler dilerim.

18 Haziran 2013 Salı –  9 Şaban 1434

AMR İBNU'L-CEMÛH
 
Amr İbnu'l Cemûh Cahiliyye'de Yesrîb ileri gelenlerinden, Seleme oğullarının efendilerinden, Medine cömertlerinden ve karakter sahibi kişilerden biri...
Cahiliyye devrinde soylu kişilerin, evlerinde put bulundurma adeti vardı. Bunu, her sabah ve akşam o puttan uğur dilemek, törenlerde kurban kesmek ve felaket anlarında ona sığınmak için yaparlardı.

Amr'ın putunun adı «Menat» idi. Onu iyi bir ağaçtan yapmıştı. Ona saygıda hiç kusur etmezdi. Ona en güzel kokuları sürmeyi de ihmal etmezdi.
İman ışıkları, İslam'ın ilk davetçisi Mus'ab İbnu Umeyr'in aracılığıyla, tek tek Yesrib'in evlerini kaplamaya başladığında, Amr İbnu'l-Cemûh altmış yaşını geçmişti.

Mus'ab vasıtasıyla, Amr'ın oğulları Muavvez, Muaz, Haliad ve Muaz İbnu Cebel adındaki arkadaşları imana gelmişti.
Oğullarıyla birlikte anneleri Hind de iman etmişti. Amr ise, onların iman ettiklerinden habersizdi.

Amr'ın karısı Hind, Yesrib'te İslam'ın yayıldığını, soylu kişiler arasında sadece kocasının ve onunla birlikte birkaç kişinin müşrik olarak kaldığını gördü.
Halbuki o, kocasını sevip sayıyor ve onun kafir olarak ölüp Cehennem'e gitmesinden korkuyordu.

Bu arada, Amr da çocuklarının; atalarının dininden dönmelerinden az zamanda birçok kişiyi dininden çevirip Muhammed'in dinine sokmayı başaran şu davetçi Mus'ab İbnu Umeyr'e inanmalarından korkuyordu. Karısına dedi ki:
«—Hind! Çocukları, sakın bu adamla (Mus'ab İbnu Umeyr'le) görüştürme». Hind:
«—Olur ama bu adamın anlattığı şeyleri oğlun Muaz'dan duymak istemez misin?» dedi. Amr:
«— Vay be... Haberim yokken, Muaz da mı dininden çıktı?» dedi. Kadın, ihtiyardan korkup:
«—Hayır, ama bu davetçinin bazı toplantılarında bulunmuş ve söylediklerinden bazılarını bellemiş» dedi. Amr:
«— Onu benim yanıma çağır!» dedi. Çocuk karşısına geldiğinde:
«— Bu adamın söylediklerinden biraz anlat», dedi. Çocuk:
«— Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla, Hamd alemlerin Rabbi, merhametli olan merhamet eden ve Din Günü'nün sahibi olan Allah'a mahsustur. (Allah'ım!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir» dedi.
Amr:
«—  Bu söz ne kadar şahane, ne güzel! Bütün sözleri böyle mi?» dedi. Muaz:
«— Hepsi de birbirinden güzel, babacığım! Sen de ona biat eder misin? Halkın tamamı ona biat etti», dedi. İhtiyar biraz sustuktan sonra şöyle dedi:
«— "Menat'a" danışmadıkça bir şey yapmam. O ne derse öyle yapacağım». Genç de ona:
«— Babacığım! "Menat" konuşamaz ki. Onun dili ve aklı yoktur. O sadece bir ağaç», dedi. İhtiyar  hiddetle:
«—  Sana söyledim, ona danışmadan hiçbir şeyden vazgeçmem», dedi.
Kalkıp «Menat»ın yanına geldi. Onunla konuşmak istedikleri zaman arkasına ihtiyar bir kadın geçer,  sözde   putun aklına getirdiklerini onun adına cevaplandırırdı.
Uzun boyuyla putun huzurunda durup sağlam ayağına dayandı. Çünkü öbür ayağı tamamen topaldı. Ona güzel övgülerde bulundu ve dedi  ki:
«Ey Menat! Şüphesiz, Mekke'den gelen bu davetçinin senden başka hiç kimseye kötülük etmek istemediğini ve sadece bizi sana ibadetten alıkoymak için geldiğini öğrenmişsindir... Ben dinlediğim bazı güzel sözlerine rağmen seninle görüşmeden  ona biat etmek istemedim. Bana yol göster». «Menat» ona hiç cevap vermedi. Amr:
Galiba, sen kızgınsın... Ama seni kızdıracak bir şey yapmadım ki...
Zararı yok, öfken yatışıncaya kadar, seni birkaç gün rahat bırakacağım», dedi.
Amr İbnu'l-Cemûh'un çocuktan, babalarının, putu «Menat»ı ne kadar sevdiğini ve zamanla nasıl onun bir parçası haline geldiğini biliyorlardı. Put sevgisini onun içinden atabileceklerinin de farkındaydılar.
Böyle bir şeyi gerçekleştirirlerse, bu onun iman etmesi demekti.
Geceleyin, Amr İbnu'l Cemuh'un oğulları, arkadaşları Muaz İbnu Cebel'le birlikte putu yerinden aldılar. Selemeoğulları’nın hela çukurlarından birine götürüp attılar. Hiç kimseye görünmeden geri evlerine döndüler. Sabah olunca Amr, saygıda bulunmak için sessizce putuna gitti. Fakat onu bulamayıp dedi ki:
«— Yazıklar olsun size, bu gece tanrımızı kim çaldı?» Kimse cevap vermedi. Bağıra bağıra ve tehditler savurarak, evin içinde ve dışında putu aramaya başladı. En sonunda onu, çukurun içinde baş aşağı gelmiş olarak buldu. Onu temizleyip, güzel kokular sürdü ve eski yerine koydu. Ona şöyle dedi:
«— Eğer bunu yapanı bilseydim, onu perişan ederdim».
Ertesi gece, gençler yine «Menat»ı çalıp, aynen bir gün önceki gibi yaptılar. Sabah olunca, ihtiyar yine onu aradı ve pisliklere bulaşmış olarak buldu. Alıp, temizledi, güzel kokular sürdü ve yerine koydu.
Gençler her gün böyle yapıyorlardı. Amr'ın sabrı taşıp, yatmadan önce puta gitti ve kılıcını onun boynuna taktı. Dedi ki:
«— Ey Menat! Bunları sana kimin yaptığını bilmiyorum. Eğer sende hayır varsa, işte kılıç. Kötülüğü kendinden koru». Daha sonra yatağına girdi.
Gençler ihtiyarın derin uykuya daldığını anlayınca, puta koşup boynundan kılıcı aldılar. Evin dışına götürdüler ve iple ölü bir köpeğe bağladılar. İkisini Seleme oğullarının lağımlarının akıp toplandığı kuyuya attılar.
İhtiyar uyanıp putu bulamayınca, başladı aramaya. Yine kuyuda yüz üstü gelmiş ölü bir köpeğe bağlı ve boynundan kılıç alınmış bir vaziyette buldu. Bu defa, onu çukurdan çıkarmadı. Orada bıraktı ve şöyle dedi:
«— Vallahi, sen tanrı olsaydın, bir kuyunun ortasında köpeğe bağlı olmazdın».
Çok geçmedi, Allah'ın dinine girdi.
Amr, müşrik olarak geçirdiği her dakika için büyük pişmanlık duyarak imanın tadına vardı. Her şeyiyle yeni dine sarıldı. Canını, malını ve çocuğunu, Allah ve Rasulü'nün [s.a.v.) hizmetine verdi.
Bir müddet sonra, Uhud savaşı oldu. Amr, üç oğlunun Allah'ın düşmanlarıyla karşılaşmak için hazırlandıklarını gördü. Onlar aslanlar gibi gidip gelip duruyorlardı. Şehitlik mertebesine kavuşmak ve Allah'ın rızasını kazanmak arzusuyla yerinde duramıyorlardı. Bu durum onu da heyecana getirdi. Onlarla birlikte Rasulüllah'ın (s.a.v.) sancağı altında cihada gitmeye karar verdi.
Fakat gençler, babalarını verdiği karardan vazgeçirmek için anlaştılar...
O çok yaşlıydı, ayrıca tamamen topaldı. Aziz ve Celil olan Allah (c.c.) onu özürlü saymıştı.
Oğulları dedi ki:
«— Şüphesiz Allah seni özürlü  saymıştır. Niye  Allah'ın  senden istediğini kendine yüklüyorsun».
İhtiyar onların bu konuşmasına çok öfkelendi. Şikâyet etmek üzere Rasulüllah'a (s.a.v.) gitti ve şöyle dedi:
«— Ey Allah'ın Rasulü! Şu benim oğullarım, topal olduğumu bahane ederek, beni bu hayırlı işten alıkoymak istiyorlar. Vallahi, ben bu topallığımla cennete gitmek istiyorum».
Rasûlüllah (s.a.v,) oğullarına:
«— Ona engel olmayın. Herhalde Allah ona şehitlik verecek» dedi.
Çocuklar Rasulüllah'ın (s.a.v.) emrine boyun eğerek, ona engel olmaktan vazgeçtiler.
Ordunun hareket vakti yaklaşınca, Amr karısına bir daha hiç dönmeyecek kişi gibi veda etti... Kıbleye yönelip, ellerini semaya kaldırdı ve şöyle dua etti:
«— Allah'ım! Bana şehitlik ver. Beni, şehitliği kaybetmiş olarak ailemin yanına döndürme».
Üç oğlu ve Selemeoğullarından kalabalık bir toplulukla yola koyuldu.
Savaş kızışıp, herkes Rasulüllah'ın (s.a.v.) yanından ayrılınca, Amr'ın en önde gittiği ve sağlam ayağının üzerinde zıpladığı görüldü. Bu arada şöyle dediği de işitiliyordu:
«—Ben cenneti istiyorum, ben cenneti istiyorum...» Oğlu Hallad da arkasındaydı.
İhtiyar ve onun genç oğlu, Rasulüllah'ı (s.a.v.) korumak için dövüşüyorlardı. Sonunda, birkaç dakika arayla her ikisi de şehit oldular.
Savaş bitince, Rasulüllah (s.a.v.), gömmek için Uhud şehitlerinin yanına gitti. Ashabına dedi ki:
«— Ben onların şahidi olacağım». Sonra da şöyle buyurdu:
«— Allah yolunda yaralanan bir Müslüman, Kıyamet günü mutlaka kanı akarak gelir. Kanının rengi safran rengi gibidir. Kokusu da misk kokusu gibidir».
Rasulüllah (s.a.v.) ayrıca buyurmuştur ki:
«— Amr İbnu'l-Cemüh'u Abdullah İbnu Amr'la birlikte gömünüz. Onlar, dünyada birbirlerini seven iki samimi dost idiler».
Allah, Amr İbnu'l-Cemûh ve Uhud'da şehid düşen arkadaşlarından hoşnut olsun. Nur içinde yatsınlar.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 19 Haz 2013 10:43:52
Hayırlı günler dilerim.

19 Haziran 2013 Çarşamba  –  10 Şaban 1434

ABDULLAH IBNU CAHŞ
 
İlk  defa  Emirül-Mü'minin denilen  kimse
— Şu anda kendisinden söz ettiğimiz sahabi Rasulüllah'la (s.a.v.) tam bir akrabalığı olan ve İslâm'da önceliği olan sahabilerden birisidir.
O, Rasulüllah'm (s.a.v.) hala oğludur, çünkü annesi Ümeyme bintü Abdulmuttalib Peygamber'in (s.a.v.) halası idi.
O, Rasulüllah'ın (s.a.v.) kayınbiraderidir; çünkü, onun kızkardeşi Zeyneb bintü Cahş, Rasulüllah'ın (s.a.v.) hanımı ve mü'minlerin annelerinden birisiydi.
O, İslâm'da ilk sancak teslim edilen ve bundan sonra da ilk defa «Emirül-Mü'minin» (Mü'minlerin başkanı) denilen kişidir.
İşte bu şahıs, Abdullah İbnu Cahş el-Esedi'dir.
Abdullah İbnu Cahş, Hz, Peygamber (s.a.v.), Erkam'm evine girmeden önce Müslüman oldu. O, İslam'a ilk girenlerdendi.
Rasulüllah, (s.a.v.) Kureyş'in eziyetlerinden kurtulmaları için ashabının Medine'ye hicret etmelerine izin verince, Abdullah İbnu Cahş muhacirlerin ikincisi olmuştur. Çünkü Ebu Seleme birinci olarak onu geçmiştir.
Allah'a hicret ve onun yolunda ailesini ve yurdunu terketmek Abdullah İbnu Cahş için yeni bir durum değildi. Kendisi ve bazı yakınları bundan önce de Habeşistan'a hicret etmişlerdi.
Fakat bu defa onun hicreti, daha anlamlı idi. Onunla birlikte ailesi, yakınları, kız, erkek, yaşlı, genç ve çocuk öbür kardeşleri de hicret ettiler. Onun evi, İslam'ın evi, onun topluluğu iman topluluğu haline geldi. Onlar Mekke'den çıktıklarında, evleri üzgün ve solgun bir halde görünürdü. Sanki daha önce o evlerde hiç canlı yokmuş ve hiç ses çıkmamış gibi bomboş hale geldi.
Abdullah ve beraberindekilerin hicretinden bir müddet sonra, Kureyş ileri gelenleri, göç eden ve etmeyen Müslümanları öğrenmek için, Mekke mahallelerinde dolaşmaya başladılar. İçlerinde Ebu Cehil ve Utbe İbnu Rebia da vardı, Utbe, Cahş oğullarının, içinde rüzgârların ıslık çalıp kapılarını gıcırdattığı evlerine baktı ve şöyle dedi:
«— Cahş oğullarının evleri sahiplerine ağlayan ıssız yerler haline geldi». Ebu Cehil ona şöyle cevap verdi:
«— Onlar kim oluyor da evleri onların arkasından ağlayacak».
Ebu Cehil, Abdullah İbnu Cahş'ın evine el koydu. Çünkü onun evi, çok bakımlı ve güzel idi. Evi ve eşyaları, babasının malı gibi kullanmaya başladı.
Abdullah İbnu Cahş, Ebu Cehil'in evine el koyma olayını duyunca, Rasulüllah'a (s.a.v.) anlattı. Rasulüllah (s.a.v.) :
«— Abdullah! Allah'ın sana Mekke'deki evine karşılık, Cennet'te bir ev vermesi hoşuna gitmez mi?» buyurdu. Abdullah:
«— Elbette, Allah'ın Rasulü» diye cevap verdi. Rasulüllah (s.a.v) :
«— İşte, bu senin için vardır», dedi.
Abdullah'ın içi rahatlayıp neşesi yerine geldi.
Abdullah İbnu Cahş, birinci ve ikinci hicretindeki sıkıntı ara dayandıktan sonra, Medine'ye yerleşmek üzereyken, Kureyş'in eziyetlerini gördükten sonra, Ensar'ın himayesinde rahatın tadını çıkarmaya başlarken, Allah'ın takdiriyle, hayatında tanıdığı en ağır imtihana hedef oldu ve Müslüman olduğundan beri karşılaştığı en sert tecrübeye çattı.
Şimdi bu sert ve acı tecrübenin hikayesine kulak verelim 
Rasulüllah (s.a.v.), İslâm'da ilk askeri hareketi yapmak için ashabından 8 kişiyi seçti. Bunların içinde Abdullah İbnu Cahş ve Sa'd İbnu Ebi Vakkas da vardı. Rasulüllah (s.a.v.) dedi ki:
«— Açlığa ve susuzluğa en dayanıklı olanınızı size emir (başkan) yapıyorum. Abdullah İbnu Cahş'a sancağı verip onu emir yaptı. Böylece  Abdullah bir  mü'minler topluluğuna  emir tayin edilen ilk kişi oldu.
Rasulüllah (s.a.v.) Abdullah İbnu Cahş'ın gideceği yönü açıkladı. Ona bir mektup verdi. Yalnız mektuba iki gün sonra bakmasını emretti
Yola çıktıktan iki gün sonra, Abdullah mektuba baktı. Şöyle yazıyordu:
«Bu mektubuma baktığında, Taif'le Mekke arasındaki "Nahle"ye ulaşıncaya kadar yürü. Orada Kureyş'i gözetle ve bize onlar hakkında bilgi toplayıp getir...»
Abdullah mektubu okuyunca:
«— Rasulüllah (s.a.v.) ne derse yaparım», dedi. Arkadaşlarına da:
«— Rasulüllah (s.a.v.) bana, Kureyş'i gözetlemek için Nahie'ye gitmemi ve bilgi toplamamı, sizin hiçbirinizi benimle gitmeye zorlamamamı emretti. Kim şehit olmak istiyorsa, benimle gelsin. Kim istemiyorsa geri dönsün. Bu yüzden kınanmayacaktır». dedi. Arkadaşları:
«— Baş üstüne, Allah'ın Peygamberi'nin, senin gitmeni istediği yere biz de gideriz», dediler.
Yola koyuldular ve Nahle'ye vardılar. Kureyş'in hareketlerini gözetlemek için yollarda dolaşmaya başladılar.
Bu şekilde dolaşırken uzaktan bir Kureyş kafilesi gördüler. Kafilede dört kişi vardı. Bunlar; Amr İbnu'l-Hadrami, Hakem İbnü Keysan, Osman İbnu Abdillah ve kardeşi Muğire idi. Yanlarında, deri, kuru üzüm ve buna benzer, Kureyş'in alıp-sattığı ticaret malları vardı.
Bu sırada sahabiler, ne yapmaları gerektiğini, aralarında tartışmaya başladılar. O gün haram  son günüydü. Dediler ki:
«Eğer onları öldürürsek, haram ayda kan dökmüş oluruz. O zaman da, bu ayın haramlığını bozmuş ve bütün Arapları kızdırmış oluruz.
Onlara biraz süre tanısak, bugün geçer ama onlar da Mekke'ye ulaşmış ve bizden kurtulmuş olurlar».
Görüşme sonunda; onlara saldırıp, öldürmek ve ellerindeki malları da ganimet olarak almaya karar verdiler.
Birkaç dakika içinde, birini öldürdüler, ikisini esir ettiler, dördüncüsü de ellerinden kaçıp kurtuldu.
Abdullah İbnu Cahş ve arkadaşları, esirleri ve kervandaki malları Medine'ye götürdüler. Rasulüllah'ın (s.a.v.) yanına gelip durumu ona anlattılar. Rasulüllah (s.a.v.) yapılanları son derece çirkin gördü ve onlara:
«— Ben sizin öldürmemenizi söylemiştim. Kureyş'le ilgili bazı bilgiler toplamanızı ve onların hareketlerini gözetlemenizi emretmiştim» dedi.
Haklarında karar verinceye kadar  esirleri bekletti.
Kervan mallarını da almadı.
Abdullah İbnu Cahş ve arkadaşları çok pişman oldular.
Rasulüllah'ın (s.a.v.) emrine karşı gelmekle perişan olduklarını anladılar.
Müslüman kardeşlerinin, onları çok ayıplamaları ve onlara her rastladıklarında; Allah'ın Rasulü'nün emrine karşı geldiler», diyerek yanlarından uzaklaşmaları sıkıntılarını daha da artırdı.
Hele, Kureyş'in bu olaydan dolayı, Rasulüllah'a (s.a.v.) sövmek ve onu kabileler arasında teşhir etmek için bir bahane bulunduğunu öğrendiklerinde, sıkıntıları son derece arttı. Kureyş, Rasulüllah'ı (s.a.v.) şöyle diyerek teşhir ediyordu:
«Muhammed, haram ayı helâl kıldı. Haram ayda kan döküp ganimet aldı ve insanları esir etti...»
Artık Abdullah İbnu Cahş ve arkadaşlarındaki üzüntünün ve zor duruma düşürdükleri için Rasulüllah'tan (s.a.v.) utancın sınırını hiç sorma.
Üzüntü ve sıkıntılarının çok arttığı bir sırada, birisi onlara Allah'ın onların yaptıklarından hoşnut olduğunu ve bu konuda Peygamberine ayet indirdiğini müjdeledi.
Şimdi de onların sevinçlerinin sınırını hiç sorma.
Halk, onları kucaklıyor, tebrik ediyor ve inen ayeti okuyorlardı.
Bu konuda, Rasulüllah'a (s.a.v.) şu ayet inmişti :
«(Ey Muhammedi) Sana haram ayı, o aydaki, savaşı sorarlar. De ki : «0 ayda savaşmak büyük suçtur. Allah yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek; Mescid-i Haram'a engel olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük suçtur. Fitne çıkarmak ise öldürmekten daha büyük suçtur»
Bu ayet inince, Rasülüllah'ın (s.a.v.) içi rahatladı. Kervan mallarını ganimet olarak kabul etti. Esir alınan iki kişiyi, fidye karşılığında serbest bıraktı. Abdullah İbnu Cahş ve arkadaşlarının yaptığından hoşnut oldu. Çünkü onların bu savaşları, Müslümanların hayatında büyük bir olay idi. Onların aldığı ganimet, ilk ganimettir. Onların öldürdükleri şahıs, Müslümanların kanını akıttıkları bir müşriktir. Aldıkları esirler ise, Müslümanların eline düşen ilk esirlerdir. Onların sancakları, Rasulüllah'ın (s.a.v,) eliyle teslim ettiği ilk sancaktır. Emirleri Abdullah İbnu Cahş, ilk emirül mü'minin denilen kişidir.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 20 Haz 2013 10:12:46
Hayırlı günler dilerim.

20 Haziran 2013 Perşembe  –  11 Şaban 1434

Sa'd İbnu Ebi Vakkas anlatmaktadır:

«Uhud savaşında Abdullah İbnu Cahş'la karşılaştım. Bana dedi ki :
«— Allah'a dua etmiyor musun?»
«— Evet, edeyim», dedim.
Bir köşeye çekildik ben şöyle dua ettim:
«— Allah'ın! Ben düşmanla karşılaştığımda, benim karşıma güçlü kuvvetli birini çıkar. Onunla çarpışalım. Onu yenip ganimetini alayım».
Abdullah İbnu Cahş benim bu duama "âmin", dedi. Sonra kendisi dua etti:
«— Allah'ım! Beni güçlü, kuvvetli, iyi döğüşen bir adamla karşılaştır. Senin yolunda onunla döğüşeyim, o da benimle döğüşsün. Sonra beni yensin, burnumu ve kulağımı kessin. Yarın sana kavuştuğum da, Sen bana:
«— Burnun ve kulağın niçin kesildi?» dediğinde, ben:
«— Senin ve Peygamberin için», diyeyim. Sen de bana:
«—  Doğru söyledin...» diyesin.
Sa'd İbnu Ebi Vakkas anlatmaya devam etmektedir:
Abdullah İbnu Cahş'ın duası benim duamdan daha iyi çıktı. Akşama doğru onu şehit edilmiş ve organları kesilmiş bir halde gördüm Burnu ve kulağı iple bir ağaca asılmıştı».
Allah onun duasını kabul etmişti. Dayısı şehitlerin efendisi, Hamza İbnu Abdulmuttalib'e ikram ettiği şehitliği ona da ikram etti.
Peygamberin (s.a.v.) gözyaşları şehitlik kokan topraklarına dökerek Hamza’yla onu aynı yere defnetti.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 21 Haz 2013 09:59:37
Hayırlı günler dilerim.

21 Haziran 2013 cuma  –  12 Şaban 1434

EBU UBEYDE IBNU'L-CERRAH

«Her milletin güvenilen bir kişisi vardır. Bu milletin güvenilen kişisi Ebu Ubeyde'dir».
O, güzel ve sevimli bir yüze sahipti. Zayıf bedenli, uzun boylu ve ince yüzlüydü. Gözler onu görmekten hoşlanır, karşısındakine güven verir, insan ona karşı bir yakınlık hissederdi.
Aynı zamanda; kibar, alçak gönüllü ve utangaç idi. Ama ciddi konularda adeta bir arslandı. Hemen kükreyiverirdi.
Güzellik ve kibarlığının yanında sertliği de vardı.
İşte bu zat, Muhammed ümmetinin güvenilen kişisi Amir İbn Abdillah İbnu'i-Cerrah el-Fihri el-Kureşi'dir. Lakabı da Ebu Ubeyde'dir.
Abdullah İbn Ömer (r.a.) onu şöyle anlatmaktadır: Kureyş'ten üç kişi insanların en güzeli, en iyi ahlaklısı ve en utangacıdır. Onların ağızlarından doğrudan başka söz çıkmaz ve onlar kendilerine bir şey söylenince de karşılarındakini yalanlamazlar. Bu üç kişi, Ebu Bekr  es-Sıddık, Osman ibn Affan ve Ebu Ubeyde İbnu'l Cerrah'ttr.
Ebu Ubeyde İslam'a ilk girenlerdendi. Hz. Ebu Bekir İslam'a girdikten bir gün sonra Müslüman olmuştur. İslam'a girişi de Hz. Ebu Bekir'in aracılığı iledir. Hz. Ebu Bekir, onu, Abdurrahman İbn Avf'ı, Osman İbn Maz'un'u ve el-Erkam İbn el-Erkam'ı Hz. Peygamber'e götürmüş, onlar Hz. Peygamber'in huzurunda Kelime-i Şehadeti getirmişler ve böylece yüce İslam binasının ilk temel taşları olmuşlardır.
Ebu Ubeyde, başlangıcından sonuna kadar Mekke'de Müslümanların geçirdiği sıkıntılı hayatı yaşamıştır. İlk Müslümanla birlikte yeryüzünde hiçbir din sahibinin karşılaşmadığı şiddet, sıkıntı, acı ve üzüntülere göğüs germiştir. Allah Teâla’nın dünyada onlara gösterdiği bu acı tecrübede sebat göstermiş, Allah ve Resulüne her durumda bağlı kalacağını ispat etmiştir.
Fakat Ebu Ubeyde'nin Bedir'de çektiği sıkıntının şiddeti akılları şaşırtmış, hayallerin üstüne çıkmıştır.
Bedir savaşında Ebu Ubeyde ölümü hiçe sayarak saflar arasında dolaşmaya başlamıştı. Müşrikler ondan korkuyorlardı. O önüne gelen herkese saldırıyordu. Kureyş süvarileri de ondan çekiniyorlar, nerede olursa olsun, onunla karşılaşmamaya çalışıyorlardı. Ama müşriklerden birisi her yerde Ebu Ubeyde'nin karşısına çıkıyordu. Ebu Ubeyde ise, onu görünce yolunu değiştirip onunla karşılaşmak istemiyordu.  Adam ise, ona saldırmakta ısrar ediyordu. Fakat Ebu Ubeyde devamlı ondan kaçıyordu. Adam Ebu Ebeyde'nin geçeceği yolları kapatıp Allah düşmanlarıyla savaşmasına engel oluyordu. Ebu Ubeyde'nin sabrı taşınca, kılıçla başına öyle bir vurdu ki, adamın başı ikiye ayrıldı ve adam yere yıkıldı.
Değerli okuyucu! Bu yuvarlanıp düşen adamın kim olduğunu tahmin etmeye çalışma!
Sana, sert ve acı tecrübenin akılları şaşırtıp hayallerin üstüne çıktığını söylememiş miydim?
Yere yuvarlanan adamın Ebu Ubeyde'nin babası Abdullah İbnu'l Cerrah olduğunu öğrendiğinde belki senin başın da patlayacaktır.
Evet, Ebu Ubeyde babasını öldürmemişti, babasının şahsında şirki öldürmüştü. Allah Teâla, Ebu Ubeyde ve babası hakkında Kur'an'da şöyle buyurmaktadır:

«Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin, — babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile — Allah'a ve Peygamberine karşı gelenlere, sevgi beslediklerini görmezsin. İşte Allah, imanı bunların kalplerine yazmış, katından bir nur ile onları desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnut olmuştur. İşte bunlar Allah'tan yana olanlardır. İyi bilin ki, saadete erecek olanlar, Allah'tan yana olanlardır...» (Mücadele suresi, ayet: 22)

Ebu Ubeyde için bu garipsenecek bir şey değildi. Çünkü o, Allah'a imanının sağlamlığından, dine içtenlikle bağlanışından ve Muhammed ümmeti arasındaki güvenirliliğinden dolayı Allah katında kendisine büyük nefislerin coşkuyla baktığı bir seviyeye gelmişti.

Muhammed İbn Ca'fer anlatmıştır: Rasulüllah'ın (s.a.v.) huzuruna bir grup Hristiyan gelip şöyle dediler: «Ey Ebu'l-Kasım! Biz bazı mallarımızın taksiminde anlaşamadık. Bu konuda bize hakemlik edecek, senin beğendiğin bir sahabeyi bizimle birlikte gönder. Siz Müslümanlar bizce makbulsünüz».
Rasulüllah (s.a.v.) şöyle cevap verdi : «Öğleden sonra geliniz. Sizinle birlikte sağlam ve güvenilir birisini göndereyim». Ömer İbnu'l Hattab şöyle der: «Erkenden öğle namazına gittim, çünkü Rasulüllah'ın (s.a.v.) nitelediği bu kişi olmayı çok istiyordum...»
«Rasulüllah (s.a.v.) öğle namazını kıldırınca sağına ve soluna bakmaya başladı. Ben de görmesi için ona doğru uzanıp kendimi göstermeye çalışıyordum. O da devamlı göz gezdiriyordu, nihayet Ebu Ubeyde'yi görüp onu çağırdı ve şöyle dedi : «Onlarla birlikte git. Anlaşamadıkları konularda, aralarında hak ile hükmet» ve dedim ki : «İşte Ebu Ubeyde o nitelikleri alıp götürdü».
Ebu Ubeyde sadece güvenilir bir kişi değildi. O, güvenilir olmaya güçlülüğü de ilave etmişti. Bu güçlülük birçok yerde görülmüştü:
Rasulüllah bazı sahabelerini bir Kureyş kafilesini karşılamak üzere göndermiş, Ebu Ubeyde'yi de onlara başkan yapmıştı. Onlara azık olarak bir torba hurma vermişti. Çünkü verecek başka bir şey bulamamıştı. Ebu Ubeyde, arkadaşlarından her birine, günde bir hurma veriyordu. Onlar da bebeğin annesinin memesini emdiği gibi hurmayı emiyorlar, sonra da üzerine su içiyorlardı ve bu hurma o günün akşamına kadar onlara yetiyordu.
Uhud'da Müslümanlar yenik durumdayken müşriklerden biri şöyle haykırıyordu:
«Bana Muhammed'i gösterin... Bana Muhammed'i gösterin».
Ebu Ubeyde, müşriklerin mızraklarına karşı göğüslerini siper ederek Rasulüllah'ı korumak için onu kuşatan on kişiden biri olmuştu.
Savaş bitince, Rasulüllah'ın dişi kırılmış, alnı yarılmış ve yanağına zırhının iki halkası batmıştı. Hz. Ebu Bekir yanağından onları çıkarmak isteyerek Rasulüllah'ın yanına gitti. Ebu Ubeyde ona şöyle dedi: «Bu işi bana bırak», ve Ebu Bekr ona bıraktı. Ebu Ubeyde eğer eliyle sökerse, Rasulüllah'a (s.a.v.) ıztırap vereceğinden korktu ve halkanın birini iyice ısırıp çıkardı ama kendisinin de bir dişi sökülmüştü.
Sonra öbürünü ikinci dişiyle ısırıp çıkardı, bu defa da ikinci dişi sökülüp düştü.
Ebu Bekir şöyle dedi : «Ebu Ubeyde dişi kırılan insanların en hayırlısıdır».
Ebu Ubeyde Rasulüllah'la beraber oluşundan itibaren vefatına kadar bütün olaylarda onun yanında bulunmuştur.
Sakife  günü, Ömer İbnu'l Hattab Ebu Ubeyde'ye şöyle demiştir:
«Elini ver, sana bey'at edeyim». Rasulüllah'ın (s.a.v.) şöyle dediğini duydum : «Her milletin güvendiği birisi vardır. Bu milletin güvendiği kimse de sensin»,
Ebu Ubeyde ise şöyle cevap vermiştir: «Rasulüllah'ın (s.a.v.) namazda bize imam olmasını emrettiği ve ölünceye kadar da bize imam olan bir kimsenin asla önüne geçemem».
Bundan sonra Ebu Bekr  es-Sıddik'a  bey'at edilmiştir. Ebu Ubeyde ona hakkı tavsiye eden ve hayırlı işlerde ona yardımcı olanların en iyisi ve en cömerdi olmuştur.
Ebu Bekr, kendisinden sonra halifeliğe Hz. Ömer'in geçmesini tavsiye etmişti. Ebu Ubeyde yine ona hizmetten geri durmamış, hiç bir emrine karşı gelmemiştir. Sadece bir defa.
Ebu Ubeyde'nin Müslümanların halifesinin hangi emrine karşı geldiğini biliyor musun?
İşte bu karşı gelme olayı, Ebu Ubeyde'nin Müslüman ordularını Şam diyarında zaferden zafere koşturduğu ve bütün bu diyarı fethedip, doğudan Fırat, kuzeyden Anadolu'ya ulaştığı zamanlarda meydana gelmiştir.
O sıralarda, Şam diyarında o güne kadar insanların benzerini görmediği bir veba salgını ortaya çıkmıştı.
Hz. Ömer hemen Ebu Ubeyde'ye bir elçi gönderdi. Elçi ona bi mektup götürmüştü. O mektubun içinde şöyle yazıyordu : «Benim sana bir ihtiyacım var. O konuda mutlaka seni görmem gerekiyor. Mektubum sana gece gelirse, sabahı beklemeden yola çıkmanı, eğer gündüz gelirse, akşama kalmadan yola çıkmanı istiyorum».
Ebu Ubeyde, Hz. Ömer'in mektubunu alınca : «Müminlerin Emiri'nin bana olan ihtiyacını anladım. O, bir gün mutlaka ölecek olanı yaşatmak istiyor» dedi ve sonra ona şöyle yazdı:
«Ey Müminlerin Emiri! Senin bana olan ihtiyacını anladım. Ben Müslüman ordusunun başındayım. Onların başına gelecek olan şeyden kendimi kurtarmak istemiyorum. Allah'ın benim ve onlar hakkında hükmünü yerine getirinceye kadar onlardan ayrı kalmayı istemiyorum...
Mektubumu aldığında eski kararından vazgeç. Burada kalmama izin ver».
Hz. Ömer mektubu okuyunca ağladı. Gözlerinden yaşlar boşandı. Etrafındakiler çok ağladığı için, Ebu Ubeyde öldü mü yoksa ey Müminlerin Emiri! diye sordular. O da : «Hayır, ama onun ölümü yakındır» diye cevap verdi. Hz. Ömer'in tahmini yanlış çıkmadı. Kısa bir müddet sonra, Ebu Ubeyde de vebaya tutuldu. Ölüm döşeğindeyken, askerlerine şu öğütleri verdi :
«Size bazı tavsiyelerim var, eğer kabul ederseniz, daima mutlu olursunuz.
Namaz kılınız, Ramazan ayında oruç tutunuz, zekât ve sadaka veriniz, hac ve umre yapınız. Birbirinize iyiliği tavsiye ediniz. İdarecilerinize nasihati ihmal etmeyiniz. Onları aldatmayınız. Dünya da sizi aldatmasın. Bir insan, bin sene de yaşasa, gördüğünüz gibi, benim bu halime düşmekten kurtulmasına imkân yoktur. Allah'ın selam ve rahmeti üzerinize olsun».
Daha sonra Muaz İbn Cebel'e dönüp dedi ki: .«Muaz Namazı sen kıldır». Çok geçmedi, temiz ruhunu teslim etti. Muaz ayağa kalkıp şöyle konuştu:
«Ey insanlar! Vallahi, siz öyle bir kişiyi kaybettiniz ki, ondan daha doğru, kötülükten daha uzak, ölümü daha çok arzu eden ve halka daha çok öğüt verip iyilik eden birisini gördüğümü sanmıyorum. Ona rahmet dileyiniz, Allah da size merhamet etsin»

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 22 Haz 2013 08:47:32
Hayırlı günler dilerim.

22 Haziran 2013 Cumartesi  –  13 Şaban 1434

ABDULLAH İBN-İ MES'UD

«Kim,  Kur'an-ı Kerim'i indiği andaki tazeliğiyle okumaktan hoşlanıyorsa,  İbn Ummu Abd gibi okusun».
O, daha ergenlik çağına gelmemiş bir çocuktu, İnsanlardan uzak, Mekke vadilerinde dolaşır dururdu. Kureyş'in efendilerinden Ukbe İbn Muayt'ın koyunlarını otlatırdı. Halk onu Ümmü Abd'in oğlu diye çağırırdı.
Fakat asıl adı Abdullah, babasının adı da Mes'ud'du. Bu çocuk, yeni ortaya çıkan Peygamberle ilgili haberleri duymuş, fakat hem yaşının küçüklüğü, hem de Mekke halkından uzak oluşu sebebiyle o haberlerle ilgilenememişti.
Onun yaptığı tek iş, Ukbe'nin sürüsünü erkenden kıra götürmek ve akşam olunca da geri getirmekti.
Bir gün, Mekke'li çocuk Abdullah İbn Mes'ud, vakarlı ve orta yaşlı iki kişinin uzaktan kendisine doğru geldiklerini gördü. Onların yorgun ve bitkin bir halleri vardı. Çok susamışlar, dudakları ve boğazları kurumuştu.
Onun yanına geldiklerinde, selam verip şöyle dediler:
«Küçük! Bize şu koyunlardan susuzluğumuzu giderecek ve terimizi soğutacak kadar süt sağıver!» Çocuk:
«Yapamam, koyunlar benim değil. Onlar bana emanettir...» dedi.
Adamlar, onun bu sözünü yadırgamadılar ve yüzlerinde bir memnuniyet ifadesi belirdi.
Daha sonra birisi ona:
«Sen bana kısır bir koyun göster», dedi.
Çocuk yakınındaki küçük bir koyunu gösterdi.
Adam ilerleyip o koyunu yakaladı, Allah'ın adını söyleyerek eliyle koyunun memesini sıvazlamaya başladı. Çocuk hayretle seyrederken kendi kendine şöyle diyordu:
«Acaba kısır koyunlar ne zamandan beri süt veriyorlar?»
Fakat az sonra koyunun memesi şişip süt akmaya başladı. Öbür adam yerden oyuk bir taş aldı ve içini sütle doldurdu. Kendisi ve arkadaşı ondan içtiler. Gerisini Abdullah kendisi anlatır:
«Sonra bana da içirdiler. Ben nerdeyse gördüğüme inanamıyordum. Hepimiz süte doyduğumuzda, mübarek adam koyunun memesine "Dürül!" dedi. Meme hemen dürülüp eski halini aldı».
«Söylediğin bu sözü bana da öğret».
O da bana şöyle cevap verdi:
«Sen mutlaka öğrenecek ve alim olacaksın...»
İşte bu, Abdullah İbn-i Mes'ud'un İslam'daki hikâyesinin başlangıcıdır...
Çünkü o mübarek zat Rasulüllah'ın (s.a.v.) ta kendisiydi. Arkadaşı da Hz, Ebu Bekir'den başkası değildi.
İşte o gün, Rasulüllah'la (s.a.v.) Ebu Bekir Kureyş'in yaptığı eziyetin fazlalığı ve başlarına gelen belanın şiddetinden dolayı Mekke vadilerine çıkmışlardı. Çocuğun Rasulüllah'la (s.a.v.) arkadaşını sevip onların tesiri altında kaldığı gibi, onlar da çocuğu sevmişler, onun güvenilir ve ciddi oluşu hoşlarına gitmiş ve onda iyi şeyler olduğunu sezmişlerdi.
Bir süre sonra Abdullah İbn-i Mes'ud Müslüman oldu. Hizmet etmek için kendini Rasulüllah'a (s.a.v.) arzetti. Rasulüllah (s.a.v,) da onu hizmetinde alıkoydu.
O günden itibaren bu şanslı çocuk Abdullah İbn-i Mes'ud koyun gütmekten, yaratılmışların ve milletlerin efendisinin hizmetine geçmiş oldu.
Abdullah İbn-i Mes'ud, adeta bir gölge gibi Rasulüllah'tan (s.a.v.) hiç_ ayrılmaz oldu, Mekke ve Mekke dışında gittiği her yerde onun yanındaydı. Evinin içinde ve dışında da. Hatta Rasulüllah (s.a.v.) uyuduğu zaman onu uyandırır, yıkandığında ona örtü tutar, dışarı çıkmak istediğinde ayakkabılarını giydirir, içeri girmek istediğinde de ayaklarından çıkarırdı. Onun bastonunu ve misvakını taşır, odasına girmek istediğinde, önce o girerdi. Öyleki Rasulüllah (s.a.v.) ona, istediği zaman yanına girmesine ve sakınmaksızın sırlarını öğrenmesine izin vermişti. Hatta o, «Rasulüllah'ın (s.a.v.) sırdaşı» diye isimlendirilmişti.
Abdullah İbn-i Mes'ud, Rasulüllah'ın (s.a.v.) evinde eğitilmişti. Onunla doğru yolu bulmuş, onun ahlak ve nitelikleriyle ahlaklanmış ve onun bütün özelliklerini almıştır.
Ondan şöyle de söz edilmektedir:
O, huyu ve şekli Rasulüllah'a (s.a.v.) en yakın olandır.
İbn-i Mes'ud Rasulüllah'ın (s.a.v.) okulunda öğrenim görmüştür. O, sahabenin Kur'an-ı en iyi okuyanı, içindeki manaları en iyi anlayanı ve Allah'ın dinini en iyi bileniydi.
Buna, Arafat'ta dururken Ömer İbnu'l Hattab'a gelen bir kişinin hikâyesinden daha iyi delil yoktur.
O kişi şöyle dedi:
«Ey Müminlerin Emiri! Ben Kufe'den geldim. Orada Mushafları ezbere yazdıran birisi var».
Hz. Ömer, benzeri az görülen bir şekilde öfkelenip nerdeyse patlayacak hale geldi ve sordu:
«Yazıklar olsun sana! Kim o?» Adam:
«Abdullah İbn-i Mes'ud» diye cevap verdi. Hz. Ömer'in öfkesi geçip eski haline dönünce:
«Vallahi, böyle bir şeye ondan daha layık birinin kaldığını zannetmiyorum. Şimdi sana ondan bahsedeceğim» deyip konuşmaya başladı :     
«Rasulüllah (s.a.v.) bir gece Ebu Bekr'le müslümanJarın durumunu konuşuyordu. Ben de onların yanındaydım. Sonra hep birlikte dışarı çıktık. Bir de baktık ki tanımadığımız birisi mescitte namaz kılmaktadır, Rasulüllah (s.a.v.) onu dinlemeye başladı. Daha sonra bize dönüp şöyle dedi:
«Kim Kur'an-ı indiği andaki tazeliğiyle okumaktan hoşlanıyorsa» İbn-i Ummi Abd gibi okusun».
, Abdullah İbn-i Mes'ud dua etmek için oturunca, Rasulüllah (s.a.v.) da şöyle demeye başladı:
«İşte, istediğin sana verilecektir!» Hz. Ömer de şöyle ilave etti:
«İçimden dedim ki: Vallahi yarın erkenden Abdullah İbn-i Mes'ud'a gideceğim ve Rasulüllah'ın (s.a.v.) onun duası için verdiği garantiyi ona müjdeleyeceğim. Erkenden kalkıp gittim ve ona müjdeyi verdim ama anladım ki Ebu Bekr benden önce davranıp ona müjdeyi vermiş.
Allah'a yemin ederim ki, şimdiye kadar Ebu Bekr'le giriştiğim hayır yarışlarının hiçbirinde onu geçemedim. O beni daima geçmiştir».
Allah'ın Kitabı hakkındaki bilgisi Abdullah ibn-i Mes'ud'u şöyle konuşturmuştur:
«Kendisinden başka tanrı olmayan Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın Kitabı'ndan hiçbir ayet inmemiştir ki, ben onun nerede ve ne hakkında indiğini bilmeyeyim. Eğer birisi Allah'ın Kitabı’nı benden daha iyi bilir ve ona ulaşmak mümkünse mutlaka yanına giderdim».
Hz. Ömer yolculuklarından birinde bir kafileyle karşılaşır. Gece vakti ve karanlık olduğu için kafilenin adamlarını tanımamaktadır. Kafilede Abdullah İbn-i Mes'ud da vardır. Ömer birisinin onlara şöyle seslenmesini söyler:
«— Bu topluluk neredendir?» Abdullah:
«— Derin vadiden» diye cevap verir. Ömer:
«— Nereye gitmek istiyorsunuz?» der. Abdullah:
«— Beyt-i Atik'a» der. Ömer:
«— Onların arasında bir alim var», der. Yine birisinin onlara şöyle seslenmesini emreder:
«— Kur'an'ın en büyük ayeti hangisidir?» Abdullah Ona şöyle cevap verir:
«—Allah, ondan başka tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, her an yarattıklarını gözetip durandır». (Bakara 255) Ömer:
«—Onlara seslen... Kur'an'ın en çok hüküm taşıyan ayeti hangisidir?» der. Abdullah şöyle cevap verir:
«— Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği, akrabaya vermeyi emreder». (Nah! : 90) Ömer onlara:
«— Kur'an'ın en veciz ayeti hangisidir?» dedi. Abdullah da:
— Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür». (ZiIzal/7-8) Ömer şöyle der:
«— Onlara seslen: Kur’an’ın en korkutucu ayeti hangisidir?» Abdullah şöyle cevap verir:
«—Bu, sizin kuruntularınıza ve Kitap ehlinin kuruntularına göre değildir. Kim fenalık yaparsa cezasını görür, kendisine Allah'tan başka ne dost ve ne de yardımcı bulur». [Nisa: 123) Ömer : «Onlara şunu da sor dedi :
«— Kur'an'ın en çok ümit veren ayeti hangisidir?» Abdullah şöyle cevap verdi:
«— De ki: Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullar! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü o, bağışlayandır, merhametlidir», (Zümer: 53)
Ömer şöyle der : «Onlara sor?» :
«— Aranızda Abdullah İbn-i Mes'ud var mı?» Onlar da:
«— Evet» dediler.
Abdullah İbn-i Mes'ud sadece Kur'an okuyucusu, ilimle uğraşan ve çok ibadet eden birisi değildi. O — bunların yanında— güçlü, sağduyulu, gayretli ve ciddi meselelerde çok atılgan birisiydi.
Bütün bunlara, yeryüzünde Rasulüllah'tan  (s.a.v.)   sonra Kur’an’ı yüksek sesle okuyan ilk Müslüman oluşu ona yeter.
Bir gün Rasulüllah'ın ashabı Mekke’de toplanmıştı. Sayılan çok az idi. Aralarında şöyle konuştular:
«— Kureyşliler Kur'an'ın, şu ana kadar kendilerine yüksek sesle okunduğunu duymadılar. Kur'an'ı onlara duyuracak birisi yok mu?»
Abdullah İbn-i Mes'ud :
«— Onlara Kur'an'ı ben duyuracağım» dedi. Onlar:
«— Biz, Kureyş’lilerin sana eziyet etmelerinden korkuyoruz. Ancak akrabası çok olan birisini istiyoruz, eğer ona bir kötülük yapmak isterlerse, akrabaları onu korur ve onların kötülük yapmalarına mani olurlar». O da şöyle dedi:
«— Beni bırakınız, şüphesiz Allah beni korur ve savunur».
Abdullah ertesi gün mescide gidip, kuşluk vakti Makam-ı İbrahim'e geldi. Kureyşliler, Kâbe’nin etrafında oturmuşlardı. O, makamın yanında durup şunu okudu:
«Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla». Sesini yükselterek:
«Kur'an'ı o çok esirgeyici Allah öğretti. İnsanı o yarattı. Ona konuşmayı öğretti..» (Rahman : 1-4) Okumaya devam etti. Kureyş’liler farkına varıp : «İbn-i Ummi Abd ne dedi?» diye sordular:
«Allah kahretsin!» Muhammed'in getirdiği bazı şeyleri okuyor».
Ayağa kalktılar, okumakta olan Abdullah'ın yüzüne gözüne vurmaya başladılar. O da bir miktar okumuştu. Daha sonra kanlar içinde arkadaşlarının yanına gitti. Onlar:
«— İşte biz bundan korkuyorduk» dediler. O da şöyle dedi:
«—Vallahi, Allah'ın düşmanları hiçbir zaman yanımda şu andaki durumlarından daha zayıf olmamışlardır. Eğer isterseniz, yarın aynı şekilde onların yanına gideyim». Onlar şöyle cevap verdiler:
«— Hayır, bu kadarı yeter, sen onlara sevmediklerini duyurdun.
Abdullah ibn-i Mes'ud, Hz. Osman'ın halifeliğine kadar yaşamıştır. Ölüm döşeğindeyken, Hz. Osman ziyaretine geldi ve dedi ki:
«— Şikayetin nedir?»
«— Günahlarım»,
«—Canın ne istiyor?»
«— Rabbimin rahmetini».
«— Senelerden beri almaktan çekindiğin maaşının verilmesini emredeyim mi?»
«— Artık ona ihtiyacım yok».
«— Hiç olmazsa, senden sonra kızlarına kalır?»
«— Kızlarımın fakir düşmesinden mi korkuyorsun? Ben onlara her gece Vakıa suresini okumalarını tavsiye ettim. Rasulüllah'ın şöyle dediğini duymuştum: «Kim her gece Vakıa suresini okursa, o asla darlık görmez».

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK