Üç Aylar Ve Hayat Dersleri (2013)

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 23 Haz 2013 15:24:34
Hayırlı günler dilerim.

23 Haziran 2013 Pazar  –  14 Şaban 1434

SELMAN-I FARİSİ

 «Selman  bizden,  yani Ehl-i Beyttendir».
Selman şöyle anlatmıştı :
«Isfehan'in Ceyyan köyünden İranlı bir genç idim. Babam bu köyün ağası ve sözü en çok geçen kişisiydi.
Ben doğduğum günden itibaren, babamın dünyada en çok sevdiği kimseydim.
Gün geçtikçe, babamın bana olan sevgisi artıyordu, benim üzerime titriyor ve beni adeta bir kız gibi eve kapatıyordu.
Mecusiliğe o kadar kendimi vermiştim ki, taptığımız ateşin bakıcısı olmuştum. Gece, gündüz hiç sönmeyen ateşin yakılma işi bana verilmişti.
Babamın büyük bir çiftliği vardı. Devamlı onunla meşgul olur, gelirini toplardı.
Bir defasında, meşguliyeti sebebiyle köye gidemedi ve bana şöyle dedi.
«_ Oğlum! Görüyorsun çiftliği ihmal ettim. Bari sen git de oranın işiyle ilgilen». Çiftliğe gitmek amacıyla yola çıktım. Yolda bir kişiye rastladım. Orada ibadet eden Hristiyanların seslerini duydum bu dikkatimi çekti.
Babamın uzun süre beni başkalarıyla görüştürmemesi sebebiyle ne Hristiyanlar ne de diğer dinlere inananlar hakkında bilgim vardı.
Seslerini duyunca ne yaptıklarını seyretmek için oraya girdim. Onları iyice anlayıp dinleyince, dua ve ibadetleri hoşuma gitti ve dinlerine girmeyi arzu ettim. Kendi kendime şöyle dedim:
«— Bu din bizimkinden daha iyi». Oradan ayrıldığımda, güneş batmıştı. Tabii, babamın çiftliğine de gitmemiştim. Onlara:
«— Bu dinin asıl yurdu nerededir?» diye sordum. Onlar:
«— Suriye'dedir», diye cevap verdiler.
Akşam olunca eve döndüm. Babam ne yaptığımı sordu:
«— Babacığım! Ben kiliselerinde ibadet eden bazı insanlarla karşılaştım. Onların dinleri hoşuma gitti. Yanlarında güneş batıncaya kadar kaldım», dedim. Babam yaptığımdan korkup dedi ki:
«—Yavrum! Bu din iyi değildir. Senin ve atalarının dini ondan daha iyidir». Ben de:
«— Hayır, onların dini bizim dinimizden daha iyi» dedim. Babam söylediklerimden ve dinimden döneceğimden endişelenip beni eve hapsetti ve ayaklarımı bağladı.
Bir fırsatını bulunca Hristiyanlara şöyle bir haber gönderdim:
«— Size, Suriye'ye gitmek isteyen bir kafile geldiğinde bana haber veriniz».
Az bir süre sonra, onlara Suriye'ye gitmek üzere yola çıkmış bir kafile uğrayınca, bana haber verdiler, bir yolunu bulup ayağımın bağını çözdüm. Gizlice onlarla birlikte yola çıktım ve nihayet Suriye'ye geldik. Suriye'ye varınca, bilgi bakımından bu dinin mensuplarından en kuvvetlisi kimdir diye sordum:
Kilisenin idarecisi baş papazdır» dediler. Onun yanına gittim.
«—Ben Hristiyan olmayı arzu ediyorum, senin yanında kalmayı, sana hizmet etmeyi, senden bilgi edinmeyi ve burada ibadet etmeyi İstiyorum» dedim. O da:
«—Yanımda kal» dedi. Ben de onun yanında kaldım ve ona hizmet etmeye başladım. Bir müddet sonra, adamın kötü birisi olduğunu anladım. Adam, dindaşlarına sadaka vermelerini istiyor ve onları sevap kazanmaya teşvik ediyordu. Ama o, Allah rızası için verilen sadakaları kendisi için ayırıp saklıyordu. Fakir ve yoksullara hiçbir şey vermiyordu. Tam yedi küp altın biriktirmişti. Gördüklerim hiç hoşuma gitmemişti. Adam bir müddet sonra öldü. Hıristiyanlar onu defnetmek için toplandılar. Onlara dedim ki:
«— Dostunuz kötü bir kişiydi. Sizin sadaka vermenizi ister ve sizi sevap kazanmaya teşvik ederdi. Fakat ona sadakaları getirdiğinizde kendisi için ayırıp saklar, yoksullara hiçbir şey vermezdi».
«— Bunu nereden anladın» dediler. Ben de:
«— Verdiklerinizi sakladığı yeri size gösterebilirim» dedim. Onlar:
«—Haydi, orayı göster» dediler. Onların verdiklerini sakladığı yeri gösterdim. Oradan altın ve gümüş dolu yedi küp çıkardılar.
«— Biz de bu adamı gömmeyiz.» dediler ve onu çarmıha gerip taşladılar.
Kısa zaman sonra, onun yerine başka birini tayin ettiler. Ben de ona tabi oldum. Dünyada ondan daha dindar, ahirete ondan daha düşkün, gece gündüz ondan daha çok ibadet eden hiç kimse görmemiş ve onu çok sevmiştim. Uzun zaman onun yanında kaldım. Ölüm döşeğine düşünce, ona dedim ki:
«—Ey Falanca! Beni kime bırakacaksın? Ne yapmamı emrediyorsun?» Bana:
«— Oğlum! Benim gibi sadece Musul'da oturan birisini biliyorum. O dinini değiştirmemiş ve ahlakını bozmamıştır. Sen ona git» dedi.
O da ölünce, Musul'daki kişiye gittim. Ona başımdan geçenleri anlatıp şöyle dedim:
«— Falan şahıs ölürken bana, senin yanına gelmemi tavsiye etti ve senin hakk üzerinde olduğunu söyledi». O da
«— Peki, yanımda kal» dedi. Ben de onun yanında kaldım. Onun iyi bir kimse olduğunu anladım ama çok geçmedi. O da öldü. Ölüm yatağına düştüğünde:
«— Ey Falanca! İşte Allah'ın emri sana geldi. Sen benim durumumu biliyorsun. Beni kime bırakacaksın, ne yapmamı emrediyorsun» dedim. O da:
«— Oğlum! Bizim gibi Nusaybin'de oturan falan şahsı biliyorum. Onun yanına git» dedi. O da toprağa verilince, Nusaybin'deki şahsın yanına gittim. Başımdan geçenleri ve bundan önceki kişinin tavsiyesini ona anlattım. Bana
«— Peki, burada kal» dedi. Ben de onun yanma yerleştim. Onun da Suriye’li ve Musul'lu zatlar gibi iyi birisi olduğunu gördüm. Çok geçmedi, o da öldü. Ölmeden önce:
«— Beni tanıyorsun. Bana şimdi kime gitmemi tavsiye edersin?» dedim.  O da:
«— Oğlum! Bizim gibi, Ammuriye'deki falanca kimseyi biliyorum» dedi. Onun yanına gittim ve başımdan geçenleri ona da anlatım. O:
«— Peki, yanımda kal» dedi. Öncekiler gibi doğru yolda olan bu şahsın yanında kaldım. Çok geçmeden, ötekilerin başına gelen onun da başına geldi. Ölmek üzereyken dedim ki:
«— Benim durumumu biliyorsun. Bana kimi tavsiye edersin, ne yapmamı emredersin?» O da bana şunları söyledi:
«— Oğlum! Yeryüzünde bizim inandığımıza bağlı bir insanın kaldığını zannetmiyorum. Fakat Arabistan'da bir peygamberin çıkacağı zaman yaklaşmıştır. O İbrahim'in diniyle gönderilecek, sonra kendi yurdundan, iki siyah dağ arasında hurmaları bulunan bir yere hicret edecek. Onun gizli olmayan peygamberlik alametleri vardır. Hediye kabul eder, sadaka kabul etmez. İki omuzunun arasında da peygamberlik mührü vardır. Eğer bu ülkeye gidebilirsen git». Nihayet ecel onu da aldı. Ondan sonra, Kelb kabilesinden bazı arap tacirler Ammuriye'ye uğrayıncaya kadar orada kaldım. Onlara:
«— Eğer beni de Arbistan'a götürürseniz şu ineklerimi ve şu küçük davar sürümü size veririm» dedim. Onlar da:
«—Tamam, seni götürelim» dediler. Onlara ineklerimle davarlarımı verdim ve beni de yanlarına aldılar. Vadi'l-Kura denilen yere geldiğimizde, sözlerinden dönüp beni Yahudilerden birine sattılar. Böylece o Yahudi’nin hizmetine geçmiş oldum.
Bir müddet sonra, Kureyza oğullarından olan amcaoğlu onun ziyaretine geldi ve beni satın alıp Yesrib'e götürdü. Ammuriye'deki zatın söylediği hurma ağaçlarını gördüm. Anlattığı özellikleriyle Medine'yi tanıdım. Onun yanında kaldım.
O günlerde, Peygamber (s.a.v.) Mekke'de kavmini İslam'a davet ediyordu. Fakat ben köle olarak bir sürü işte çalıştırıldığımdan onun adını duymamıştım.
Kısa bir süre sonra, Rasûlüllah (s.a.v.) Yesrib'e hicret etti. Ben hurma ağacının tepesinde, efendimin emrettiği işleri yapıyor, efendim de ağacın altında oturuyorken ansızın yanına amcasının oğlu geldi ve ona dedi ki:
«— Allah Evs'le Hazrec'i kahretsin! Onlar şu anda, peygamber olduğunu iddia eden ve bugün Mekke'den gelen bir adam için Küba'da toplanıyorlar». Bu sözleri duyar duymaz adeta beni sıtma tutmuştu ve öyle sarsıldım ki, efendimin üstüne düşmekten korktum. Hemen hurma ağacından indim ve o adama şöyle dedim:
«— Ne diyorsun? Verdiğin haberi tekrar etsene... Beni sille tokat döğmeye başladı.
Efendim kızıp:
«— Bundan sana ne? Haydi, işine bak» dedi.
Akşam olunca, topladığım hurmalardan biraz aldım. Rasûlüllah'ın (s.a.v.) kaldığı yere götürdüm. Huzuruna girip şöyle dedim:
«— Ben senin dürüst bir kimse olduğunu duydum. Senin muhtaç ve göçmen arkadaşların var. Bendeki şu hurmalar sadakadır. Bu sadakaya en layık sizi gördüm». Sonra hurmaları ona yaklaştırdım. Ashabına:
«— Sizler yiyin». dedi, ama kendisi elini uzatıp bir lokma bile yemedi. İçimden dedim ki:
«—  Bu bir..!» Yanından ayrılıp yine hurma toplamaya başladım. Rasûlüllah (s.a.v.) Küba'dan Medine'ye gelince yanına gidip:
«— Ben senin sadaka yemediğini gördüm. Şu hediyedir. Sana ikram ediyorum». Rasûlüllah (s.a.v.) bu defa yedi ve ashabına da yemelerini emretti ve hep birlikte yediler. Kendi kendime:
«— Bu ikincisi...» dedim. Bakiu'l-Garkaddayken Rasûlüllah'a (s.a.v.) geldim. Oraya ashabından birini gömüyordu. Baktım ki oturuyor. Üzerinde İki kat elbise vardı. Selam verdim. Ammuriye'deki zatın söylediği peygamberlik mührünü belki görürüm diye sırtına bakarak etrafında dolaşmaya bağladım. Peygamber kendisinin sırtına baktığımı görünce ne istediğimi anladı. Sırtından elbisesini attı. Ben de sırtına bakıp mührü gördüm ve tanıdım. Hem öperek, hem de ağlayarak üzerine kapandım. Rasulüllah (s.a.v.) dedi ki :
 — Sen nerden biliyorsun?» Başımdan geçenleri anlattım. Hoşuna gitti ve ashabının da duymasını İstedi. Onlara da anlattım. Şaşırdılar ve memnun oldular».
Her yerde Hakk'ı aramaya başladığı günkü Selman-ı Farisi'ye se­lam olsun.
Hakk'ı tanıyıp, ona en sağlam imanla inandığı günkü Selman-ı Farisi'ye selam olsun.
Vefat ettiği günkü ve dirileceği günkü Selman-ı Farisi'ye selam olsun.

Çevrimdışı osman acar

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.156
  • 1.453
  • 1.156
  • 1.453
# 23 Haz 2013 15:49:36
Hz. Peygamber (s.a.s) Şaban ayında çok oruç tutardı. Hz. Aişe, Rasûlüllah (s.a.s)'ın bu aydaki orucu hakkında şöyle der: "Şaban ayındaki kadar çok oruçlu olduğu bir ay görmedim" (Tecrid-i Sarih, VI, 295

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 24 Haz 2013 11:25:56
Hayırlı günler dilerim.

24 Haziran 2013 Pazartesi  –  15 Şaban 1434

İKRİME İBN-İ EBİ CEHL

 «İkrime mü'min ve muhacir olarak geliyor, sakın babasına sövmeyiniz. Çünkü ölüye  sövmek ölüye  değil  de, diriye zarar verir».
«Hicret eden yolcu hoş geldin».
Ömrünün üçüncü onunun sonlarında, rahmet nesibinin doğru yola ve hakka davet ettiği günlerdeydi.
O, Kureyş'in en soylu, en zengin ve en şerefli kimselerindendi.
Eğer babası olmasaydı, akranları Sa'd İbn Ebi Vakkas, Mus'ab İbn Umeyr ve Mekke'li diğer komşu çocuklarının İslam'a girdikleri gibi, o da İslam'a girebilirdi,
Bu baba kim olabilirdi acaba?
O, Mekke'nin en büyük zalimi, şirkin ilk lideri ve belalı kişisiydi, Allah, müminlerin imanını o adamla sınamış ve onlar bunda sebat göstermişlerdi.
Yine Allah, inananların samimiyetini onunla denemiş, onlar da samimiyetlerini isbat etmişlerdi.
İşte o Ebu Cehl'dir, o kadar... Ve onun babasıdır.
O da, İkrime İbn-i Ebi Cehl el-Mahzumi'dir ki Kureyş'in sayılı kahramanlarından birisi ve en iyi dövüşen süvarilerindendir.
İkrime babasının liderlik otoritesiyle kendini Hz. Muhammed'e düşman olarak bulmuştu. O, Peygamber'e en şiddetli düşmanlığı ve onun ashabına en ağır eziyeti yapmış, İslam'a ve Müslümanlara babasını memnun edecek felaket ve belaları yağdırmıştı.
Babası Bedir'deki şirk savaşına komutanlık etmiş, Muhammed'i yenmedikçe Mekke'ye dönmemeye Lat ve Uzza adına yemin etmişti. Bedir'de konaklamışlar, develer boğazlanmış, şaraplar içilmiş, cariyelere çalgılar çalınmış ve orada üç gün kalmışlardı.
Ebu Cehl'in komutanı olduğu bu savaşta, oğlu İkrime, güvenip dayandığı pazusu ve onunla hücum ettiği kolu idi.
Fakat Lat ile Uzza, Ebu Cehl'in çağrısını işitmediklerinden ona cevap verememişler ve yaptığı savaşta ona yardım edememişlerdi, çünkü onlar acizdiler. Bedir'de, Ebu Cehl yere yuvarlanıp düştüğünde, oğlu İkrime bunu gözleriyle görmüştü. Müslümanların mızrakları onun kanını içerlerken, dudakları patlamış halde attığı son feryadı da kulaklarıyla duymuştu.
İkrime, Kureyş'in efendisinin cesedini Bedir'de bıraktıktan sonra Mekke'ye dönmüştü.
Aldıkları yenilgi sebebiyle Ebu Cehl'in cesedini Mekke'ye defnetmek için götürmekten aciz kalınca onu Müslümanlara bırakıp gitmişti. Yetmişe varan müşrik ölüsüyle birlikte o da kuyuya atılıp üzeri kumlarla örtülmüştü.
O günden itibaren İkrime'nin İslam'a karşı tutumu değişti.
Başlangıçta, babasının şerefi için İslam'a düşmandı. Şimdi ise, ondan öç almak istiyordu.
İşte bu sebeple, İkrime ile babaları Bedir'de öldürülenler, ölülerinin intikamını almak isteyen Kureyş'lilerin kalplerinde intikam alevlerini tutuşturuyorlardı. Nihayet Uhud savaşı oldu.
İkrime Uhud'a çıktı ve karısı Ümmü Hakim'i de Bedir'deki ölülerinin intikamını almak isteyen kadınlarla birlikte safların gerisinde durmak, bu arada Kureyş'lileri teşvik etmek ve içlerinden kaçmayı düşünen süvarilerin kalmalarını sağlamak için def çalmak üzere Uhud'a getirmişti.
Kureyş, süvarilerin sağ cenahına Halid İbnu'l-Velid'i, sol cenahına da İkrime'yi vermişti. O gün, bu iki müşrik süvari Muhammed ve ashabının başına tam bir bela olup müşriklerin büyük zaferini gerçekleştirmişlerdi.
Onun için Ebu Sufyan:
«— Bu, Bedir'in karşılığıdır» diyordu.
Hendek'te, müşrikler günlerce Medine'yi kuşattılar. İkrime'nin sabrı tükendi. Kuşatmanın uzamasına canı sıkıldı. Hendeğin dar bir yerini görüp atını oraya sürdü ve geçti. Daha sonra, Amr İbn Abdi Vudd el-Amiri'nin aralarında bulunduğu birkaç kişi daha onun peşinden hendeği geçti. Amr İbn Abdi Vudd canından olmuş, İkrime ise ancak kaçmakla kurtulmuştu.
Kureyş Mekke'nin fethi günü, Muhammed ve ashabını kabul etmekten başka çare olmadığını anlamış, onun Mekke'ye girmesine karar vermişti. Onların bu kararı almalarına sebep, Rasulüllah'ın (s.a.v.) komutanlarına; Mekke halkından ancak kendilerine karşı gelenlere savaşmalarını emrettiğini öğrenmeleriydi.
Fakat İkrime ile onun beraberindeki bir grup Kureyş'in kararına uymayıp, peygamber ordusuna kafa tuttular. Ama küçük bir çarpışmayla Halid İbnu'l-Velid onları bastırmış, bazıları da bu çarpışmalar esnasında öldürülmüştü. İmkân bulanlar çareyi kaçmakta bulmuştu. Kaçanların arasında İkrime'de vardı.
İşte o zaman İkrime pişman olmuştu ama...
Mekke Müslümanlara baş eğdikten sonra artık ona yer kalmamıştı.
Rasulüllah (s.a.v.), Kureyş'ten daha önce kendisine karşı gelenleri affetmişti.
Fakat isimlerini belirttiği bazı kimseleri bundan istisna etmiş ve Ka'be'nin örtüsü altında bulunsalar da öldürülmelerini emretmişti.
Bunların başında İkrime geliyordu.
Bu sebeple o, Mekke'den gizlice ayrılıp Yemen tarafına gitti. Çünkü artık o, ancak oralarda barınabilirdi.
O sıralarda, İkrime'nin karısı Ümmü Hakim ve Hind Bint Utbe, on kadınla birlikte bey'at etmek üzere Hz. Peygamberin evine gittiler. Rasulüllah'ın (s.a.v.) yanında hanımlarından ikisi, kızı Fatıma ve Abdulmuttalip oğulları sülalesinden bazı kadınlar vardı, Rasulüllah'ın (s.a.v.) yanına girdiler. Hind yüzünü kapayıp kim olduğunu belli etmeden şöyle dedi:
«— Ey Allah'ın Rasulü! Kendisi için seçtiği dini izhar eden Allah'a hamdolsun. Aramızdaki yakınlıktan dolayı bana iyi davranmanı istiyorum. Ben inanan ve tasdik eden bir kadınım». Sonra yüzünü açtı ve şöyle dedi:
«—Utbe'nin kızı Hind, ey Allah'ın Rasulü!» Rasulüllah da (s.a.v.) ona:
Hoş geldin» dedi. Hind konuşmasına şöyle devam etti
<— Ya Rasulallah! (s.a.v.) Yeryüzünde şimdiye kadar hiçbir evin senin evinden daha kötü olmasını istemezdim. Ama şu anda, yeryüzünde hiçbir evin bana, senin evinden daha değerli olmasını istemem».
Sonra İkrime’nin karısı Ümmü Hakim Müslüman oldu ve şöyle dedi:
«— Ya Rasulallah! (s.a.v.) İkrime öldürüleceğinden korktuğu için Yemen'e kaçtı. Ona eman ver, Allah'da sana eman versin». Rasulüllah’da şöyle dedi:
«— Ona eman verilmiştir»,
Ümmü Hakim o andan itibaren İkrime'yi aramaya çıktı. Yanında Rum bir kölesi vardı. Uzun müddet yol yürüdükten sonra köle onunla cinsel ilişki kurmak istedi. Ümmü Hakim ona umut verip oyalamaya başladı. Bir arab obasına geldiklerinde, Ümmü Hakim oradakilerden yardım istedi. Onlar da köleyi bağlayıp yanlarında alıkoydular. Tekrar yola koyuldu. Tihame sahillerinde İkrime'ye yetişti. İkrime, kendisini götürmesi için Müslüman bir kaptanla görüşüyordu. Kaptan ona şöyle dedi :
«— Canını kurtar». İkrime :
«— Nasıl kurtarayım?» Kaptan :
«— Allah'tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ederim, de».
İkrime:
«— Ben zaten bunun için kaçtım».
Onlar bu şekilde konuşurlarken Ümmü Hakim çıka geldi, İkrime'ye şöyle dedi:
«— Ey amcaoğlu! Ben, insanların en faziletlisinin, en doğru olanının ve en hayırlısının yanından geliyorum.
Abdullah'ın oğlu Muhammed'in yanından.
Ondan senin için eman istedim, o da sana eman verdi, ne olur canına kıyma!» İkrime:
 «— Sen onunla mı konuştun?»
Ümmü Hakim:
 Evet ben Rasulüllah'la (s.a.v.) konuştum ve o sana eman verdi».                                                                                                               
Ümmü Hakim, dönünceye kadar kocasını, emniyette olduğuna inandırdı. Ona Rum kölenin yaptıklarını da anlattı. İkrime yolda o köleye uğrayıp, daha Müslüman olmadan onu öldürdü.
Yolda konakladıkları bir yerde İkrime karısıyla yalnız kalmak istedi. Karısı bu isteğini kesinlikle kabul etmedi ve şöyle dedi:
«— Ben Müslümanım, sen ise müşriksin». İkrime'yi bir şaşkın hal aldı ve şöyle dedi :
«— Seni benden uzaklaştıran gerçekten önemli bir şey olsa gerek.
İkrime Mekke'ye yaklaştığı sırada Rasulüllah (s.a.v.) ashabına şöyle buyurdu:
«— İkrime İbn Ebi Cehl size Mü'min ve muhacir olarak geliyor. Babasına sövmeyiniz. Çünkü ölüye sövmek, ölüye değil de diriye zarar verir».                                                                             
Biraz sonra, İkrime'yle karısı Rasulüllah'ın (s.a.v) bulunduğu yere geldiler.
Hz. Peygamber, İkrime'yi görünce sevincinden üstüne ridasını almadan ona doğru koştu. Rasulüllah (s.a.v.) yerine oturunca İkrime önünde durup şöyle dedi:
«— Ey Muhammedi Ümmü Hakim senin bana eman verdiğini söyledi».
Peygamber:
«— Doğru, sen emniyettesin» dedi.
İkrime:
«— Ey Muhammed! beni neye davet ediyorsun». Peygamber:
«— Seni Allah'tan başka tanrı olmadığına, benim onun kulu ve Rasulü olduğuma şehadet etmeye, namaz kılmaya ve zekât vermeye davet ediyorum» deyip İslam'ın bütün esaslarını saydı.
İkrime:
«—Vallahi, sen ancak hakka davet ediyor. Sadece iyiyi ve güzeli emrediyorsun» deyip şunları da ilave etti:
«—  Sen peygamber olmadan önce de bizim en doğru sözlümüz ve en iyimizdin». Sonra eline yapışıp : «Allah'tan başka tanrı olmadığına, senin Allah'ın kulu ve Rasulü olduğuna şehadet ederim» dedi. Daha sonra, İkrime şöyle dedi:
«— Ya Rasulallah! (s.a.v.) Bana en hayırlı şeyi öğret de onu söyleyeyim».
Rasulüllah (s.a.v.):
«— Allah'tan başka tanrı olmadığına, Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim de».
İkrime:
«— Sonra ne söyliyeyim?»
Rasülüllah (s.a.v.) :
«— Allah ve buradakileri şahit tutarım ki; ben Müslümanım, mücahidim ve muhacirim de», İkrime bunu da söyledi.
Bu arada Rasulüllah (s.a.v,) ona şöyle dedi:
 «—  İste bugün, sadece sana verdiğim birş eyi benden isteyeceksin».                                                                                   
İkrime:
«— Sana yaptığım bütün düşmanlıklar, sana karşı attığım her adım, yüzüne veya arkandan söylediğim her söz için mağfiret dilemeni istiyorum».
Rasulüllah (s.a.v.) :
«— Allah'ım! Bana yaptığı her kötülüğün ve senin nurunu söndürmek için attığı her adımın günahını bağışla. Yüzüme karşı veya gıyabımda söylediği sözlerin de günahlarını bağışla».
İkrime:
«—Allah'a yemin olsun! İnsanları Allah yolundan çevirmek için sarfettiğim malın Allah yolunda iki mislini sarfedeceğim. Onları Allah yolundan çevirmek için yaptığım savaşların Allah yolunda iki mislini yapacağım».
O günden itibaren, harp meydanlarındaki davet birliğine yiğit bir süvari, abid, çok namaz kılan, mescidlerde Allah'ın Kitabını sürekli okuyan birisi daha katılmış oldu.
O, mushafı yüzüne sürüp şöyle diyordu:
«Rabbirnin Kitabı.. Rabbimin kelamı..» ve Allah korkusundan ağlıyordu.
İşte İkrime Allah'ın Rasulüne verdiği söze böyle sadık kalmıştı.
İkrime'nin İslam'a girişinden sonra, Müslümanların yaptığı ilk harbe o da katılmış ve öncü kuvvetler arasında yer almıştı.
Yermuk'de İkrime, sıcağı kavurucu bir günde kendini soğuk suya atan susuz bir kimse gibi harbe atıldı.
Bir ara Müslümanlar sıkışmıştı. İşte o zaman İkrime atından inip kılıcının kınını kırdı ve Bizans saflarına daldı. Halid İbnu'l Velid ona koşup şöyle dedi:
«— Böyle yapma İkrime! Senin ölümün Müslümanlar için büyük kayıp olur».
İkrime:
«— Beni bırak Halid! Senin Rasulüllah'la (s.a.v.) güzel bir geçmişin var. Halbuki ben ve babam Rasulüllah'a (s.a.v,) en çok eziyet edenlerdendik. Beni bırak da daha önce yaptıklarımı ödeyeyim. Rasulüllah'a (s.a.v.} karşı birçok yerde savaştım. Bugün Bizanslılara karşı savaşmaktan mı kaçayım? İşte bu asla olmaz».
Bunun üzerine İkrime, Müslümanların içinde şöyle haykırdı :
«— Kim ölünceye kadar savaşmak üzere sözleşecek?»
Dört yüz Müslüman arasında amcası el-Haris İbn Hişam ve Dirar İbnu'l-Ezver onunla sözleşti. Halid İbnu'l Velid'in çadırının önünde canla başla çarpışıp onu en güzel şekilde korudular.
Yermuk savaşı Müslümanların büyük zaferiyle sonuçlandığında, harp meydanında, aldığı yaralar sebebiyle güç ve takati kalmayan üç mücahid uzanıyordu. Bunlar; el-Haris İbn Hişam, Ayyaş İbn Ebi Rabia ve İkrime İbn Ebi Cehl idi. El-Haris içmek için su istedi. Su getirildiğinde, İkrime ona doğru baktı ve el-Haris:
«— Suyu İkrime'ye verin», dedi. Suyu İkrime'ye yaklaştırdıklarında, bu defa Ayyaş ona doğru baktı ve İkrime:
«— Suyu Ayyaş'a verin», dedi.
Ayyaş'ın yanına geldiklerinde, onun canını teslim ettiğini gördüler. Diğerlerine döndüklerinde, onların da Hak'ka kavuşmuş olduklarını gördüler.

Allah (c.c.) onların hepsinden razı olsun...
Allah onlara, Kevser havuzundan bir daha hiç susamayacakları şerbeti içirsin.
Allah onlara, ebediyyen huzur içinde kalacakları firdevs cennetinin yeşilliğini hediye etsin.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 25 Haz 2013 10:19:01
Hayırlı günler dilerim.

25 Haziran 2013 Salı  –  16 Şaban 1434

ZEYDU'L-HAYR

 «Şüphesiz sende Allah ve Rasulü'nün (s.a.v.) sevdiği iki özellik var. Bunlar ölçülü davranmak ve halim olmaktır».
Bazı kişiler var ki İslam'dan önce de sonrada iyi isim bırakmışlardır.
Şimdi büyük bir sahabenin iki portresini ele alıyoruz. Bu portrelerin birincisini Cahiliyye eli çizmiş, diğerini de İslam'ın parmakları ortaya çıkarmıştır.
Cahiliyye çağında bu sahabeye halk «Zeydu'l-Hayl» derdi. Müslüman olduktan sonra, Rasulüllah (s.a.v.) ona «Zeydu'l-Hayr» ismini vermiştir.
Birinci portreyi edebiyat kitapları şöyle anlatmaktadır :  .
Eş-Şeybani,  Amir oğullarından bir ihtiyarın ağzından şöyle tatmıştır:
«Kurak bir yıl geçirmiştik. O yıl ekinler kurumuş, hayvanlar ölmüştü. Bizden birisi ailesiyle birlikte Hire'ye  göç etmiş, ailesini oraya yerleştirdikten sonra onlara şöyle demişti:
«— Dönünceye kadar beni burada bekleyin».
O adam ailesi için para ve mal elde ederse dönmeye, yoksa dönmemeye yemin etmişti.
Bunun üzerine yanına yol azığını alıp gün boyunca yol yürüdü. Gece olunca, karşısında bir çadır ve çadırın yanında da bağlı bir tay gördü:
«— Bu ilk ganimet» deyip taya doğru yürüdü ve onun bağını çözdü. Taya biner binmez, arkasından bir ses duydu:
«— Bırak onu. Gönlünü ganimet olarak al». Adam onu hemen bırakıp oradan çekip gitti. Yedi gün yürüdükten sonra bir deve ağılına ulaştır. Ağılın yanında içinde deriden bir çadırın bulunduğu büyük bir çadır vardı ki bu servet ve nimete işaret ediyordu. Adam kendi kendine:
«— Burada mutlaka develer, bu çadırın içinde de mutlaka sahipleri olması lazım» dedi. Sonra çadırın içine baktı —ki güneşin batması yakındı— ortasında çok yaşlı birisini gördü. Onun haberi olmadan arkasına oturdu. Biraz sonra, güneş battı. Onun gibisi hiç görülmemiş iri bir atlı geldi. Yüksek bir ata binmişti. Sağında ve solunda iki hizmetçi yürüyordu. Yanlarında yüz kadar da deve vardı. Develerin önünde aygır bir deve vardı. Öndeki aygır deve çökünce, öbür develer de çöktüler.
Bu arada atlı hizmetçilerden birine:
«— Şunun sütünü sağ ve ihtiyara içir» diyerek bir deveye işaret etti. Hizmetçi elindeki kap doluncaya kadar ondan süt sağıp ihtiyarın önüne koydu ve yanından ayrıldı. İhtiyar bir veya iki yudum süt içip kalanını bıraktı.
«— Gizlice, sürünerek ihtiyarın yanına gittim. Süt kabını aldım ve içindeki sütün hepsini içtim. Hizmetçi dönüp kabı aldı ve şöyle dedi:
«— Efendim! İhtiyar hepsini içmiş». Atlı sevindi ve başka bir deveye işaret ederek:
«— Şunu da sağ ve süt kabını ihtiyarın önüne koy» dedi. Hizmetçi kendisine emredileni yaptı. İhtiyar ondan bir yudum içti ve bıraktı. Yine ben aldım ve yarısını içtim. Atlıyı şüphelendirmemek için hepsini bitirmedim.
Daha sonra atlı, öbür hizmetçiye bir koyun kesmesini emretti. Hizmetçi bir koyun kesti. Atlı kalkıp o koyunun etini ihtiyar için kızarttı ve kendi eliyle yedirdi. İhtiyar doyunca, kendisi ve hizmetçileri kalan eti yemeye başladılar.
Bir süre sonra hepsi yataklarına yatıp derin bir uykuya daldılar.
İşte bu esnada, aygır devenin yanma gittim, bağını çözüp ona bindim. Deve yerinden fırlayınca, diğerleri de onun peşine düştüler. Geceyi yolda geçirdim. Gün ağarınca etrafa göz gezdirdim. Beni takip eden hiçbir kimse göremedim. Gün yükselinceye kadar yola devam ettim.
Bir de arkama dönüp baktım ki, sanki bir kartal veya büyük bir kuş geliyor ve gittikçe bana yaklaşıyor. Onun kısrağa binmiş bir atlı olduğunu fark ettim. Bana yaklaştığında da, daha önce tanıdığım o kişinin develerini aramaya geldiğini anladım.
Hemen deveyi bağlayıp, sadaktan bir ok çıkardım ve yayıma koydum. Develeri de arkama aldım. Atlı uzakta durup bana şöyle dedi:
«— Deveyi serbest bırak».
«— Hayır, Hire'de aç kadınlar bıraktım. Onların yanma erzakla dönmeye, yoksa ölmeye yemin ettim».
«— Sen zaten öleceksin... Devenin bağını çöz».
 «— Hayır, kesinlikle çözmem» dedi.
— Vah sana, kendi kendini aldatıyorsun. Devenin yularını göster»
Yularda üç düğüm vardı. Daha sonra bana, oku hangi düğüme atmasını istediğimi sordu. Ortadakini işaret ettim. Oku o düğüme attı. Sanki oraya eliyle koymuştu. Daha sonra ikinci ve üçüncü düğümlere... Ben de derhal oku sadağına geri koydum. Teslimiyeti kabul ederek onu beklemeye başladım. Bana yaklaşıp kılıcımı ve yayımı aldı
«— Bin arkama» dedi. Ben de atının arkasına bindim. Adar şöyle dedi:
«— Sana nasıl davranacağımı tahmin ediyorsun?»
«— Çok kötü davranacağını tahmin ediyorum».
«—  Niçin?»
«— Sana yaptıklarımdan dolayı, çünkü benden üstün olduğun ha de, sana itaat etmedim».
«— Sen Mühelhil'le (yani babasıyla) beraber yiyip içmişken ve bu gece onunla birlikte oturmuşken sana kötülük yapacağımı mı sanıyorsun?» Mühelhil'in adını duyunca:
«— Sen Zeydu'l-HayI misin?» dedim. O da:
«— Evet» dedi.
«— Esirine iyi muamele et».
«— Sana hiçbir zarar gelmeyecektir», deyip beni kaldığı yere götürdü ve bana şöyle dedi:
«— Vallahi, eğer şu develer benim olsaydı, onları sana verirdim. Fakat onlar kız kardeşlerimden birine aittir. Burada birkaç gün kal, yakında ganimet elde edeceğimi umduğum bir baskın yapacağım.
Üç gün sonra, Numeyr Oğullarına baskın yaptı, yüz deveye yakın ganimet elde etti ve hepsini bana verdi. Yanındaki adamlardan birkaçını da beni korumak üzere yanıma verdi ve nihayet Hire'ye ulaştım».
İşte bu, Zeyd'ul-Hayl'in cahiliye devrindeki portresidir.
Gelelim İslam'daki portresine, bunu İslam Tarihi kitapları şöyle anlatmaktadır:
Peygamber'Ie ilgili haberler Zeydu'l-Hayl'e ulaşınca, onun davet ettiği şeyleri inceleyip araştırdı. Binitini hazırladı. Halktan büyük mevkiye sahip olan kimseleri Yesrib'e gitmeye ve Hz. Peygamber'le görüşmeye davet etti. Onunla birlikte Tayy kabilesinden kalabalık bir heyet yola çıktı. İçlerinde Zurr İbn Sedus, Malik İbn Cubeyr, Amir İbn Cuveyn ve başkaları vardı."Medine'ye vardıklarında, Mescid-i Nebevi'ye gidip binitlerini mescidin önüne çöktürdüler. Mescide girdikleri esnada Rasulüllah (s.a.v.) minberden Müslümanlara hitap etmekteydi. Rasulüllah'ın (s.a.v.) konuşması hoşlarına gitti ve Müslümanların ona gönülden bağlanmaları, onu can kulağıyla dinleyip söylediklerinden etkilenmeleri onları hayrette bıraktı. Rasulüllah (s.a.v.) da onları görünce,  Müslümanlara hitap ederek şöyle dedi:
«— Ben sizin için Uzza'dan ve taptığınız her şeyden daha hayırlıyım.  Ben sizin için Allah'tan başka kendisine taptığınız siyah deveden daha hayırlıyım».
Rasulüllah'ın (s.a.v.) konuşması Zeydu'I-Hayl ve beraberindekilerin gönüllerinde iki türlü tesir bıraktı. Bazıları hak olanı kabul edip ona yöneldi. Bazıları da haktan yüz çevirip ona burun kıvırdılar. Bazıları cenneti seçti, bazıları da cehennemi.
Zurr İbn-i Sedus ise, Rasulüllah'a, (s.a.v.) inanan gönüllerin çepeçevre kuşattığını ve sevgiyle bakan gözlerin onu sardığını görüverince, içindeki kıskançlık duygusu kabarıp içini bir korku bürüdü. Sonra etrafındakilere şöyle dedi:
«— Şüphesiz ben, Arapların cariyelerine sahip olacak adamı görüyorum ama onun benim cariyemi almasına müsaade etmeyeceğim.»
Daha sonra Suriye taraflarına gidip başını kazıttı ve Hristiyan oldu.
Zeyd'le öbürlerine gelince; onların durumu başkaydı. Rasulüllah (s.a.v.) hutbesini bitirir bitirmez, Zeydu'I-Hayl Müslümanların arasında ayağa kalktı. O çok yakışıklı, sağlam yapılı ve çok uzun boyluydu. Ata binince sanki eşeğe binmiş gibi ayakları yerde sürünürdü. Uzun boyuyla dikilip gür sesiyle şöyle dedi:
«— Ey Muhammedi Allah'tan başka tanrı olmadığına ve senin Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ederim». Rasulüllah (s.a.v.) yanma gelip:
«— Sen kimsin?» dedi.
Zeyd'ul-Hayl:
«— Ben, Mühelhil oğlu Zeydu'l-Hayl'im».
Rasulüllah (s.a.v.):
«— Hayır, sen Zeydu'l-Hayr'sın. Zeydu'I-Hayl değil. Seni memleketinden getirip kalbini İslam'a yumuşatan Allah'a hamdolsun».
İşte o bundan sonra Zeydu'I-Hayr diye tanındı.
Rasulüllah (s.a.v.) onu evine götürdü. Yanında Ömer İbnu'l-Hattab ve bazı sahabeler vardı. Eve geldiklerinde, Rasulüllah (s.a.v.) Zeyd'e bir yastık verdi. Rasulüllah'ın (s.a.v.) huzurunda yaslanmak Zeyd'e zor geldi ve onu geri verdi. Rasulüllah (s.a.v.) veriyor, o geri çeviriyordu. Bunu üç defa tekrarladılar.
Oturduklarında, Rasulüllah (s.a.v.) Zeydu'I-Hayr'a şöyle dedi:
«— Zeyd! Şimdiye kadar bana anlatılıp da sonra kendisini gördüğüm kimseler anlatılan niteliklerinin altındaydı. Ancak sen müstesnasın.
Zeyd! Şüphesiz sende Allah ve Rasulü'nün sevdiği iki haslet var». Zeyd sordu:
— Nedir onlar? Ya Rasulallah!» Rasulüllah (s.a.v.) şöyle cevap verdi:
«— Ölçülü davranmak ve halim olmak». Zeydu'l-Hayr:
«— Beni, Allah ve Rasulü'nün sevdiği gibi yapan Allah'a hamdolsun».
Tekrar Hz. Peygamber'e (s.a.v.) dönüp şöyle dedi:
 «— Ey Allah'ın Rasulü! Bana üç yüz süvari ver. Ben Bizans ülkesine o üç yüz süvariyle baskın yapıp orayı onların elinden alacağıma söz veriyorum» :
Rasulüllah, (s.a.v) onun bu gayretini beğenip şöyle dedi:
 «— Bravo, sen ne yamansın Zeyd! Sen ne adamsın?»
Zeyd'le beraber olanların hepsi Müslüman oldu.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 26 Haz 2013 10:47:58
Hayırlı günler dilerim.

26 Haziran 2013 Çarşamba  –  17 Şaban 1434

ADİYY İBN HATEM ET-TAİ

 «Onlar küfrettiklerinde sen iman ettin, onlar inkar ettiklerinde sen itiraf ettin, onlar sözünden döndüklerinde sen sözünü yerine getirdin, onlar geri dönüp gittiklerinde sen geldin».
Hicretin 9. yılında, daha önce İslam'dan, iman'dan ve Rasulüllah'tan (s.a.v.) yüz çeviren bir arab hükümdarı, İslam'a, iman'a ve Rasulüllah'a (s.a.v.) boyun eğmişti.
İşte bu zat, babasının cömertliği darb-ı mesel haline gelen Adiyy İbn Hatem et-Tai'dir.
Tayyi kabilesi babasından miras kalan başkanlığı Adiyy'e devredip elde ettikleri ganimetlerin dörtte birini ona tahsis etmişler ve böylece idareyi ona vermişlerdi.
Rasulüllah (s.a.v.) doğru ve hak olan yola davete başlayınca, arablar kabile kabile ona koşmuşlardı. Adiyy, Peygamber'in (s.a.v.) davetinde kendininkini yok etmek üzere olan bir liderlik ve yine kendininkini giderecek bir başkanlık havası sezdiğinden ona düşman kesilmiş,   tanımadığı halde ona kin gütmeye başlamıştı. Allah gönlünü doğru ve hak çağrıya açıncaya kadar, yaklaşık 20 yıl İslam'a düşman olmuştu.
Adiyy anlatıyor:
«Adını duyunca Rasulüllah'tan (s.a.v.) tiksinen benden başka hiçbir arab yoktu.
Ben itibarlı bir kimseydim ve Hristiyan’dım. Halkımın bana tahsis ettiği dörtte bir ganimetlerle geçinip gidiyordum. Rasulüllah'ın (s.a.v.) davası büyüyüp güçlenince, ordu ve seriyyeleri arab topraklarının her köşesinde dolaşmaya başladılar. Bunun üzerine develerimi otlatan uşağıma:
«— Develerimden semiz ve uysal birkaç tanesini benim için hazırla ve bana yakın bir yerde tut. Eğer Muhammed'in (s.a.v.) ordu veya seriyyelerinden birinin bu ülkeye ayak bastığını duyarsan hemen bana bildir», dedim.
Bir sabah, uşağım bana gelip şöyle dedi:
«— Efendim!  Muhammed'in atlıları senin toprağına ayak bastıklarında yapmak istediğini şimdi yapabilir misin?»
«— Niçin?»
«— Ülkenin içlerinde dolaşan bazı sancaklar gördüm ve bun Muhammed’in askerleri olduğunu öğrendim».
«— Daha önce, sana hazırlamanı emrettiğim develeri hazırlayıp bana yakın bir yere getir».
Bunun üzerine hemen kalkıp, aile ve çocuklarımın çok sevdiğim bu yerden göç etmelerini istedim. Hıristiyan dindaşlarımın yanma gitmek ve onlarla birlikte oturmak üzere Suriye'ye doğru süratle yol almaya başladım. Durum acele etmeyi gerektirdiğinden ailemin bütün fertlerini toplayamamıştım. Tehlikeli bölgeleri geçtikten sonra, aile fertlerini tek tek sordum. Meğer Necid'deki Tayyi' kabilesinden orada kalanların yanında kız kardeşlerimden birini bırakmışım. Artık oraya tekrar dönmem mümkün değildi, Yanımdakilerle birlikte Suriye'ye varıp dindaşlarımın arasına yerleştim.
Kız kardeşime gelince; aklıma gelen ve korktuğum onun başına gelmişti.
Ben Suriye'deyken Muhammed'in süvarilerinin yurdumuza saldırıp aldıkları esirler arasında kız kardeşimi de Yesrib'e götürdüklerini duydum. Kardeşim orada, öbür esirlerle birlikte mescidin bitişiğindeki esir tutulan yere konulmuş, Peygamber (s.a.v.) oraya gelmiş ve kardeşim onun yanına gidip şöyle demiş:
«— Ey Allah'ın Rasulü! Babam öldü, velim de yok bana bir iyilikte bulun ki, Allah da sana iyilikte bulunsun».
«— Senin velin kim?»
«— Adiyy bin Hatem».
«—Allah ve Rasulü'nden kaçan mı?» deyip yanından ayrılmış.
Ertesi gün, kardeşim Rasulüllah'tan (s.a.v.) ümidini kesmiş bir haldeyken yine yanına gelmiş ve kardeşim ona hiçbir şey söylememiş, arkasından birisi ona Rasulüllah'la (s.a.v.) konuşmasını işaret etmiş. Kardeşim yine şöyle demiş:
«—Ya Rasulallah! Babam öldü, velim de ortadan kayboldu. Bana bir iyilikte bulun ki Allah da sana iyilikte bulunsun».
«— Tamam, isteğini yerine getireceğim».
«— Ben Suriye'deki ailemin yanına gitmek istiyorum».
«— Fakat seni Suriye'ye götürmek için kendi kabilene mensup itimat ettiğin birisini buluncaya kadar yola çıkmakta acele etme. Öyle birisini bulduğunda bana haber ver»
Rasulüllah (s.a.v.) yanından ayrılınca, onunla konuşmasını işaret eden şahsın kim olduğunu sormuş ve onun Ali İbn Ebi Talip olduğunu öğrenmiş.
Bir müddet, içlerinde kendisine itimat ettiği birisi bulunan kafile gelinceye kadar kalmış ve Rasulüllah'a (s.a.v.) gidip:
«— Ya Rasulallah! Kavmimden, aralarında itimat ettiğim ve beni götürebilecek birisi bulunan bir kafile geldi».
Rasulüllah (s.a.v.) onu giydirip kuşatmış, bir deve ve yetecek kadar yol azığı vermiş. Nihayet kardeşim o kafileyle birlikte yola çıkmış. Biz de arka arkaya kardeşimle ilgili haberler almaya ve onu beklemeye başladık. Benim yaptıklarımın yanında, bize anlatılanlara göre kardeşimin Muhammed'in (s.a.v.) yanındaki durumuna ve onun kardeşime yaptığı bütün iyiliklere neredeyse inanmayacaktık.
Bir gün, bütün aile bir arada oturmaktayken deveyle bize doğru gelen bir kadın gördüm.
«— İşte bu kız kardeşim» dedim. Bir de baktık ki gerçekten o. Yanımıza gelince hemen şöyle söyledi:
Akrabasını arayıp sormayan zalim! Sen aileni ve çocuklarını alıp götürdün de kız kardeşini ve namusunu koruman gereken kimseleri bıraktın gittin». Ben de şöyle dedim:
«— Kardeşim! İyi şeylerden bahset». Onu razı etmek için birçok şey söyledim ve en sonunda razı oldu. Başından geçenleri anlattı. Anlattıklarının aynen duyduklarım gibi olduğunu öğrenince, ona şöyle dedim : —Çünkü zeki ve akıllı bir kadındı
«— Bu adamın yani Muhammed'in (s.a.v.) durumu hakkında ne dersin?»
«— Ben, senin hemen ona gitmeni tavsiye ederim. Eğer o bir peygamberse, önce giden için fazilet vardır. Eğer bir hükümdarsa, onun yanında asla hor ve küçük görülmezsin
».
«Hazırlığımı tamamlayıp yola çıktım. Benimle ilgili çıkmış bir sade veya böyle bir belge olmadığı halde,  Medine’ye Rasulüllah’ın (s.a.v.) yanına gittim. Benim hakkımda şöyle dediğini duymuştum:
«— Şüphesiz ben, Allah'ın Adiyy'in elini benim elimin içine koyacağını umuyorum».
Mescitte olduğu bir sırada Rasulüllah'ın (s.a.v.) huzuruna girip selam verdim. Rasulüllah (s.a.v.) şöyle dedi:
«—  Sen kimsin?»
«— Adiyy İbn Hatem'im» dedim. Yerinden kalkıp yanıma geldi. Elimi tutup evine doğru götürmeye başladı. Eve giderken karşısına zayıf, yaşlı ve küçük bir çocuğu olan bir kadın çıktı. Kadın onu durdurup bir ihtiyacı olduğunu söyledi. Ben orada beklerken her ikisinin de ihtiyacını yerine getirdi.
Kendi kendime:
«— Bu bir hükümdar olamaz» dedim. Sonra elimi tutup evine götürdü. İçi hurma lifi dolu deri bir minderi eline aldı ve bana verdi.
«— Bunun üzerine otur» dedi. Utanıp : «— Hayır, ona sen oturacaksın» dedim. O:
«— Hayır, sen!» dedi. İstediğine uyarak minderin üzerine oturdum. Kendisi de kuru yere oturdu. Çünkü evde, o minderden başka bir şey yoktu. Yine kendi kendime:
«—Vallahi, bu bir hükümdar hareketi değil» dedim. Daha sonra, bana dönüp şöyle dedi:                                   
«— Söyle bakalım Adiyy İbn Hatem! Sen Hıristiyanlıkla Sabiilik arasında bir din olan rükusi değil miydin?»
«— Evet, rükusi idim».
«—Sen halkın içinde ganimetlerin dörtte biriyle geçinmiyor muydun? Hâlbuki sen; dinine göre sana helal olmayan şeyleri onlardan almıyor muydun?»
«— Evet», dedim ve onun Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu anladım. Bana şunu da söyledi
«— Ya Adiyy! Belki, şu anda Müslümanların ihtiyaç içinde oluşları ve fakirlikleri seni bu dine girmekten alıkoyuyor. Vallahi, yakında onların arasında para ve mal o kadar çoğalacak ki alacak kimse bulunmayacak».
«— Ya Adiyy! Belki seni bu dine girmekten şu anda Müslümanların azlığı ve düşmanlarının çokluğu alıkoyuyor. Vallahi, pek yakında bir kadının devesine binerek Kadisiyye'den çıktığını ve Allah'tan başka hiç kimseden korkmadan bu Beyt'i ziyaret ettiğini duyacaksın».
«— Belki de, seni bu dine girmekten Müslüman olmayanlarda mülk ve saltanat olduğunu görmen alıkoyuyor. Allah'a yemin ederim ki, Babil'deki beyaz köşklerin fethedilmiş ve Hürmüz'ün oğlu Kisra'nın hazinelerinin taşınmış olduğunu duyman pek yakındır.
«—Hürmüz'ün oğlu Kisra'nın hazineleri mi?- dedim, «— Evet, Hürmüz'ün oğlu Kisra'nın hazineleri». İşte o anda, Hakka şehadet getirdim ve Müslüman oldum. Adiyy İbn Hatem uzun müddet yaşamış ve şöyle demiştir:
«~— Bunların ikisi gerçekleşti, üçüncüsü kaldı. Vallahi, mutlaka o da gerçekleşecek.
Ben bir kadının devesiyle Kadisiyye'den çıkıp hiçbir şeyden korkmadan bu Beyt'e geldiğini gördüm.
Ben, Kisra'nın hazinelerine saldırıp onları ele geçiren ilk süvarilerin arasındaydım.
Allah'a yemin ederim ki, üçüncüsü de mutlaka olacak».
Allah, Peygamber'inin (s.a.v.) sözünü gerçekleştirmiştir. Üçüncüsü Halife Ömer İbn Abdilaziz zamanında oldu. O zaman Müslümanların malları öyle çoğaldı ki, Halife'nin görevlendirdiği kimse, zekât alacak: yoksul Müslümanları aramaya başladı ama hiç kimse bulamadı.
Rasulüllah (s.a.v.) doğru söylemiştir.
Adiyy İbn Hatem'in yemini de doğru çıkmıştır.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 27 Haz 2013 08:32:27
Hayırlı günler dilerim.

27 Haziran 2013 Perşembe  –  18 Şaban 1434

EBU ZERR EL-ĞIFARİ

«Yer, Ebu Zerr'den daha doğru hiçbir kimseyi taşımamış, gök onun gibi hiçbir kimseyi gölgelememiştir».
Mekke'yi dış dünyaya bağlayan «Veddan» vadisinde «Gıfar» kabilesi oturuyordu.
Gıfar kabilesi Şam'a gidip gelerek Kureyş'in ticaret işleriyle uğraşan kafilelerin kendilerine verdiği basit şeylerle geçimini sağlıyordu.
Bazı zamanlarda da bu kafilelerin yolunu keserek geçimini sağlıyordu. Çünkü onlar, kendilerini memnun edecek şeyleri vermiyorlardı.
Künyesi Ebu Zerr olan «Cündüb İbn Cünade» Gıfar kabilesinden birisiydi. Fakat onun, yürekliliği, olgunluğu ve uzak görüşlüİüğüyle onlardan farklı bir durumu vardı.
Hatta kavminin Allah'a inanmayıp putlara tapması onun canını çok sıkıyordu.
Araplarda gördüğü din bozukluğu ve inanılan şeylerin hiç değerinde olması onun hoşuna gitmiyordu.
Bu sebeple o, insanların akıl ve gönüllerini dolduracak, onları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak yeni bir peygamberin gelmesini  bekliyordu.
Bir müddet sonra köyündeyken Mekke'de ortaya çıkan yeni peygamberle ilgili haberler Ebu Zerr'e de ulaştı. Kardeşi Enis’e:
«— Sen Mekke'ye git, peygamber olduğunu ve kendisine gökten vahiy geldiğini söyleyen o adamla ilgili haberleri araştır ve konuşmalarından bir miktar dinle ve bu konuda bana bilgi getir», dedi.
Enis Mekke'ye gitti. Rasulüllah'la (s.a.v.) görüşüp onun konuşmasını dinledi ve köye döndü.
Ebu Zerr üzgün bir şekilde onu karşılayıp yeni peygamberle ilgili haberleri merakla sordu. O da:
«— Ben ahlakın en güzeline davet eden, şiirle ilgisi olmayan sözler söyleyen bir adam gördüm».
Ebu Zerr:
«— Ya insanlar onun hakkında ne diyorlar?»
Enis : «İnsanlar, o büyücü, kâhin ve şairdir, diyorlar».
Ebu Zerr:
«—Vallahi, sen benim susuzluğumu gideremedin, benim derdime derman olamadın. Sen benim çoluk çocuğuma bakabilir misin? Ben de gider onun durumunu incelerim».
Enis:
«—Tamam, ama Mekke halkından sakın!»
Ebu Zerr kendine yol azığı hazırlayıp yanına bir de küçük su tulumu aldı. Ertesi gün, peygamberle görüşmek ve onunla ilgili haberleri bizzat kendisi araştırmak üzere Mekke'ye doğru yola koyuldu.
Ebu Zerr, Mekke’lilerden korktuğunu belli etmeden heyecanlı bir şekilde Mekke'ye vardı.
Kureyş'in tanrılarına olan kızgınlıkları ve Muhammed'e (s.a.v.) tabi olmayı düşünen herkesi cezalandıracaklarına dair haberler de ona ulaşmıştı. Onun için hiçbir kimseye Muhammed'i (s.a.v.) sormayı uygun görmedi. Çünkü o, soracağı kimsenin Muhammed'in (s.a.v.) taraftarı mı yoksa düşmanı mı olduğunu bilmiyordu.
Gece olunca, mescide girip yattı. Ali İbn Ebi Talib oraya geldi ve onun yabancı olduğunu anlayıp:
«— Gel, bize gidelim», dedi. Ebu Zerr onunla gidip geceyi orada geçirdi. Sabahleyin, su tulumunu ve azık çantasını alıp mescide geri döndü. Ali'yle hiçbir şey konuşmamışlardı.
Ebu Zerr, ikinci gününü de Hz. Peygamber'e (s.a.v.) kendini tanıtmadan geçirdi. Akşam olunca, mescitteki yerine gitti. Hz. Ali yine onun yanına uğrayıp şöyle dedi:
«— Niçin mescitte yatıyorsun?» O gece de Ebu Zerr'i evine götürdü. Yine birbirleriyle hiç konuşmadılar.
Üçüncü gece, Ali ona:
«— Hala, bana Mekke'ye gelme sebebini anlatmayacak mısın?» dedi. -
Ebu Zerr:
«— Beni, aradığım şeye götüreceğine söz verirsen, sana Mekke'ye gelmemin sebebini anlatırım».
Ali'den söz alınca Ebu Zerr şöyle konuştu:
«— Ben Mekke'ye yeni peygamberle tanışmak ve anlattıklarından bir miktar dinlemek üzere uzak yerden geldim».
Hz. Ali'nin yüzünde bir memnuniyet ifadesi belirip şöyle cevap verdi:
«Vallahi o, gerçekten Allah'ın Rasulü'dür. O... O... Sabah olunca, nereye gidersem beni takip et, eğer senin için tehlikeli bir şey sezersem, sanki su döküyormuş gibi dururum. Şayet yoluma devam edersem, gireceğim yere kadar beni takip et».
Gece boyunca Ebu Zerr, Peygamber'i görmek ve ona vahyedilenden bir miktar dinlemek heyecanıyla yatağında duramadı. Sabahleyin Hz. Ali misafirini Rasulüllah'ın (s.a.v.) evine götürmek üzere arkasına düşürdü. Ebu Zerr sağına soluna hiç bakmıyordu. Nihayet Hz. Peygamber'in (s.a.v.) huzuruna girdiler.
Ebu Zerr:
«— Es-Selamu aleyke (Selam senin üzerine olsun) ey Allah'ın Rasulü
Rasulüllah (s.a.v.):
«— Ve aleyke selamullahi ve rahmetuhu ve berakatuhu (Allah'ın selamı rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun).» Böylece Rasulüllah'a (s.a.v.) İslami selamı ilk defa veren Ebu Zerr olmuştur. Bu şekilde selam verip alma bundan sonra yaygınlaşmıştır.

Rasulüllah (s.a.v.), İslam'a davet etmek ve kendisine Kur'an okumak üzere yerinden kalkıp Ebu Zerr'in yanına geldi. O da hemen kelime-i şehadeti getirdi. Böylece o, daha bulunduğu yerden ayrılmadan yeni dine girmiş oldu. İslam'a giren ya dördüncü ya da beşinci kişiydi.
Hikayesinin geri kalanını bize bizzat kendisinin anlatması için sözü Ebu Zerr'e bırakalım:
«Bundan sonra, Rasulüllah'la (s.a.v.) birlikte Mekke'de kaldım. O, bana İslam'ı öğretti ve Kur'an'dan biraz okutturdu. Bana şunu da söyledi:
«— İslam'a girdiğini Mekke'de hiçbir kimseye söyleme, çünkü onların seni öldürmelerinden korkuyorum». Ben de şöyle cevap verdim:
«— Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki ben mescide gelip Kureyş'in ortasında hak davetini haykırıncaya kadar Mekke'den ayrılmam» Rasulüllah (s.a.v) bu sözüme cevap vermedi.
Kureyşliler oturmuş, birbirleriyle konuşurken mescide geldim. Ortalarında durup sesimin çıktığı kadar şöyle haykırdım:
«— Ey Kureyş topluluğu! Ben, Allah'tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed'in (s.a.v.) Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ediyorum».
Onlar, söylediklerimi duyar duymaz hepsi ürperip yerlerinden fırladılar ve şöyle dediler:
«— Koşun şu dininden dönene!» Yanıma gelip beni öldüresiye dövmeye başladılar. Peygamberin (s.a.v.) amcası Abbas ibn Abdilmuttalib yetişip ellerinden kurtarmak için üzerime kapandı. Sonra onlara şöyle dedi:
«— Yazıklar olsun size! Ticaret kafilelerinizin yolları ellerinde olan Gıfar kabilesine mensup birisini mi öldüreceksiniz». Bunun üzerine beni serbest bıraktılar. Kendime gelince, Rasulüllah'ın (s.a.v.) yanına gittim.
Beni o halde görünce:
«— Sana, İslam'a girdiğini kimseye söyleme demedim mi?» dedi. Ben de:
«— Ya Rasulallah! Buna ihtiyacım vardı, yerine getirdim» dedim. Rasulüllah (s.a.v.) bana şunları da söyledi:
«— Şimdi sen kavmine git, gördüğünü ve duyduğunu onlara haber ver. Onları Allah'a davet et. Belki Allah, seninle onlara fayda ve onların yüzünden de sana ecir verir. Davetimi açığa vurduğumu duyduğunda bana gel».
Oradan ayrılıp memleketime geldim. Beni kardeşim Enis karşıladı;
 «— Ne yaptın?» diye sordu. Ben de:
«— İslam'a girdim ve onun söylediklerini tasdik ettim» dedim. Çok geçmedi, Allah onun kalbini de açtı:
«— Benim senin, dinine nefretim yok. Ben de İslam'a giriyorum ve onu tasdik ediyorum» dedi.
Daha sonra annemize gidip onu da İslam'a davet ettik. O da:
«—Benim sizin dininize karşı bir nefretim yok, ben de Müslüman oluyorum» dedi,
O günden itibaren bu mü'min aile bıkıp usanmadan Gıfar kabilesini Allah'a davet ettiler. Bunun üzerine Ğıfarlı birçok kişi Müslüman olup namaz kılmaya başladılar. Bir kısmı da:
«— Biz eski dinimizde kalacağız. Peygamber Medine'ye gidince Müslüman olacağız» dediler. Onlar da Rasulüllah (s.a.v.) Medine'ye gidince Müslüman oldular.
Rasulüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«— Allah Ğifar'a mağfiret etmiş, Eslem'i de selamette kılmıştır».
Ebu Zerr, Bedir, Uhud ve Hendek savaşları geçinceye kadar köyünde ikamet etti, sonra Medine'ye gelip Rasulüllah'la (s.a.v.) beraber olmak istedi. Ona hizmet için izin istedi. Rasulüllah (s.a.v.) da istediği izni ona verdi. Rasulüllah'Ia (s.a.v.) birlikte olmaktan ve ona hizmet etmekten çok memnun oldu.
Rasulüllah, (s.a.v.) onu başkalarına tercih eder ve ikramda bulunurdu. Her karşılaştığında onun elini sıkardı. Ona gülümser, karşılaştığı için memnuniyetini belirtirdi.
Rasulüllah (s.a.v.) vefat edince, Ebu Zerr Efendisinden ayrı düşüp sohbetlerinden mahrum kaldı ve artık Medine-i Münevvere'de oturmak ona zor geldi. Bunun üzerine Şam tarafına gitti. Hz. Ebu Bekir'le Ömer'in halifelikleri zamanında oralarda kaldı.
Hz. Osman'ın halifeliği sırasında Şam şehrine indi. Kendisinin daima çekinip garipsemesine rağmen, Müslümanların dünyaya meyledip rahat ve konfora daldıklarını gördü. Hz. Osman onu Medine'ye davet etti ve oraya geldi. Bir müddet sonra halkın dünyaya düşkünlüğüne canı sıkıldı. Halk da onun kırıcı söz ve tenkitlerinden hoşlanmadı. Bunun üzerine Hz. Osman onun Rabeze'ye gitmesini istedi. (Rabeze, Medine'nin küçük bir köyüdür) ve oraya gitti. Halktan ve ellerindeki dünya malından uzak bir halde, Rasulüllah (s.a.v.) ve iki arkadaşının (Hz. Ebu Bekr ve Ömer) yaptıkları gibi ahireti dünyaya tercih ederek orada ikamet etti.
Bir defasında yanına birisi gelmişti. O şahıs evin içinde göz gezdirmeye başladı. Evde hiç eşya göremeyince:
«— Hani eşyalarınız Ebu Zerr!» dedi. Ebu Zerr şöyle cevap verdi:
«— Bizim ötede (Ahirette) bir evimiz var, eşyalarımızın iyisini oraya gönderiyoruz». O kişi, onun ne demek istediğini anlayıp şöyle cevap verdi:
«— Fakat bu evde (dünyada) yaşadığın müddetçe de sana bazı şeyler lazım». Ebu Zerr ise:
«— Fakat ev sahibi bizi bu evde bırakmıyor», dedi.
Şam emiri ona 300 dinarla birlikte şu haberi göndermişti
«— İhtiyacını karşılamak için gönderdiğim paraları kullan». Ebu Zerr de ona, parayla birlikte şu haberi gönderdi
«— Şam emiri kendince, benden daha düşük Allahlık bir kul bulamamış mı?»
Rasulüllah'ın (s.a.v.) hakkında:
«— Yer Ebu Zerr'den daha doğru hiçbir kimseyi taşımamış, gök de ondan başkasını gölgelememiştir» dediği bu abid ve zahid kişi hicretin 32. senesinde vefat etmiştir.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 28 Haz 2013 10:50:53
Hayırlı günler dilerim.

28 Haziran 2013 Cuma  –  19 Şaban 1434

ABDULLAH İBN UMMİ MEKTUM

«Allah Teala'nın hakkında daima okunan ve dünya var oldukça da okunacak 16 ayet indirdiği ama (kör) bir kişi».
Bu kimdir ki, Peygamber (s.a.v.) yedi kat semanın üstünden en ağır ve en acı bir şekilde azarlanmıştır.
Kim bu şahıs ki, Cibril Emin onun hakkında, Allah'ın katından Peygamber'in (s.a.v.) kalbine vahiy indirmiştir.
İşte bu, Rasulüllah'ın (s.a.v.) müezzini Abdullah İbn Ummi Mek tum'dur.
Mekke'li ve Kureyş'ten olan Abdullah İbn Mektum, Rasulüllah'la (s.a.v.) akraba idi. O, Müminlerin annesi Hatice Bint Huveylid'in dayıoğlu idi.
Babası Kays İbn Zaid, annesi ise Atike Bint Abdillah'tir.
Abdullah İbn Ummi Mektum, Mekke'de nurun doğuşuna şahit olmuş, Allah göğsünü imana açmış ve İslam'a ilk girenlerden olmuştur.
İbn Ummi Mektum, bütün sebat, kararlılık ve fedakârlığıyla Mekke'deki Müslümanların çilesini yaşamıştır...
Arkadaşları gibi, o da Kureyş'in eziyetlerine göğüs germiş ve onların yaptıklarını o da tatmıştır. Ama o, hiç sarsılmamış, gevşememiş, imanında da zayıflama olmamıştır. Ancak bunlar, onun Allah'ın dinine ve Kitabına olan bağlılığını, Allah'ın kanunu hakkındaki bilgi ve anlayışını ve Rasulüllah'a (s.a.v.) olan sevgisini artırmıştır.
Rasulüllah'ın (s.a.v.) Kureyş'in ileri gelenleriyle sık sık görüştüğü ve onların İslam'a girmelerini çok istediği devrelerdeydi. O, bir gün Utbe İbn Rabia, kardeşi Şeybe İbn Rabia, lakabı Ebu Cehl olan Amr İbn Hişam, Umeyye İbn Halef ve Allah'ın kılıcı Halid'in babası Velid İbn Muğire ile buluşmuş» onlara İslam'ı telkin etmeye çalışıyordu. Böylece onları ya İslam'a girerler ya da ashabına eziyet etmekten vazgeçerler zannediyordu.
İşte tam bu sırada, onun yanında Abdullah İbn-i Ummi Mektum Allah'ın Kitabından bir ayeti okuyarak çıkageldi.
«— Ya Rasulallah! Allah'ın sana öğrettiğinden bana da öğret», dedi. Rasulüllah (s.a.v.) yüzünü çevirip suratını astı ve konuşmakta olduğu Kureyşlilere doğru döndü. İslam'a girmelerini ve İslam'a girerlerse Allah'ın dininin kuvvetleneceğini ve onun Rasulünün (s.a.v.) davetinin teyidi olacağını ümit ettiği için onlara yöneldi.
Rasulüllah'ın onlarla yaptığı konuşma sona erer ve evine dönmeye niyet eder etmez, Allah bir müddet onun görme duygusunu aldı ve sanki bir şeyin başına vurduğunu hissetti.
Daha sonra Allah şu ayetleri indirdi:
1. O (Peygamber) hoşlanmadı ve yüzünü çevirdi.
2. Kendisine o ama geldi diye...
3. Onun halini sana hangi şey bildirdi? Belki o, (senden sormakla cehalet kirinden) temizlenecekti.
4. Yahut öğüt alacaktı da, o öğüt kendisine fayda verecekti.
5. Amma (malı ile Allah'a) ihtiyaç göstermeyene gelince;
6. Sen, ona dönüp sözüne kulak veriyorsun.
7. Onun (İslam’ı kabul etmeyip) temizlenmemesinden sana ne? (Sen ancak tebliğe memursun)
8. Amma sana koşarak gelen,
9. Allah'tan korkmuş iken,
10.  Sen ondan yüz çeviriyorsun.
11. Hayır, (bir daha böyle yapma) çünkü o Kur'an bir öğüttür.

12. Artık dileyen ondan öğüt alır.
13. O Kur'an (Levh-i Mahfuz'da, Allah katında) çok şerefli sahifelerdir.
14. Ki (onların) kıymetleri yüksektir, tertemizdirler.
15. (Meleklerden ibaret) kâtiplerin elleri ile yazılmıştır.
16.  Ki onlar, (Allah katında) kerimdirler, itaatkârdırlar...»
Cebrail'in, Abdullah İbn Ummi Mektum hakkında Hz. Peygamberin (s.a.v.) kalbine indirdiği 16 ayet ki; indikleri andan bugüne kadar okuna gelmiş ve Kıyamet'e kadar da okunacaktır.
İşte o günden itibaren Rasulüllah (s.a.v), Abdullah'ın evine ziyarete gittiğinde onlara ikramda bulunur, o geldiğinde de ona yakın oturur, halini hatırını sorar ve ihtiyacını karşılar olmuştur.
Bunda şaşılacak bir şey yoktur, çünkü onun yüzünden Rasulüllah (s.a.v.) yedi kat semanın üstünden en şiddetli ve en sert bir şekilde azarlanmamış mıdır?
Kureyş, Rasulüllah'a (s.a.v.) ve beraberindeki müminlere eziyetini artırıp, onlar dayanamaz hale gelince, Allah Müslümanların hicret etmesine müsaade etmişti. Abdullah İbn Ummi Mektum yurdunu en çabuk terk eden ve dinini en erken kurtaran olmuştu...
Rasulüllah'ın (s.a.v.)  ashabı arasında Abdullah’la,   Musa Umeyr Medine'ye ilk gelenlerden olmuştu.
Abdullah İbn-i Ümmi Mektum Yesrib'e varınca, arkadaşı Mus'a İbn-i Umeyr'le birlikte sık sık halkın arasına girip onlara Kur'an'ı okumaya ve Allah'ın dinini öğretmeye başladılar.
Rasulüllah (s.a.v.) Medine'ye gelince, Abdullah İbn-i Ummi Mek-tum'la, Bilal İbn-i Rabah'i, her gün 5 kere Kelime-i Tevhid'i yüksek sesle okumak, insanları en hayırlı amele davet etmek ve onları felaha teşvik etmek üzere Müslümanların müezzinleri yaptı.
Bilal ezan okur, İbn-i Ummi Mektum ise kaamet getirirdi. Bazen de İbn Ummi Mektum ezan okur, Bilal kaamet getirirdi.
Ramazan'da Bilal'le İbn-i Ummi Mektum'un farklı bir durumları vardı: Medine’deki Müslümanlar, birisinin ezanıyla sahura kalkıyorlar, diğerinin ezanıyla da oruca başlıyorlardı.
Bir gece Bilal ezan okuyup halkı uyandırıyor, İbn-i Ummi Mektum ise fecri bekliyor ve bunda hiç şaşırmıyordu.
Hz. Peygamber'in (s.a.v.) İbn-i Ummi Mektum'a şöyle bir ikramı daha vardır: Birisi Mekke'nin fethinden olmak üzere, on defadan fazla Medine'den ayrıldıkları zaman yerine onu bırakmıştır.
Bedir gazvesinin sonlarında Allah, peygamberine mücahitlerin durumunu bildiren Kur'an ayetlerini indirdi. Bu ayetlerde Allah, cihada çıkması sebebiyle mücahitleri cihada katılmayanlara üstün tutuyordu. Bu durum İbn-i Ummi Mektum'a te'sir etmiş ve böyle bir faziletten mahrum edilmek ona zor gelmişti. Bunun üzerine:
«— Ya Rasulallah! Cihada gücüm yetseydi cihat ederdim», dedi. Daha sonra Allah'tan samimi bir kalple kendisi ve kendisi gibi özürleri sebebiyle cihada çıkamayanlar hakkında bir ayet indirilmesini istedi.   Boynu bükük bir halde dua etmeye başladı:
«— Ya Rabbi! Benim mazeretimi kabul et... Ya Rabbi! Beni mazeretimi kabul et».
Allah (c.c.) onun duasına icabet etmede acele etmedi... Rasulüllah'ın (s.a.v.) vahiy kâtibi Zeyd İbn-i Sabit şöyle anlatmıştır:
«— Rasulüllah'ın (s.a.v.) yanında idim, onu birden bire sekinet kapladı. Dizi, dizimin üzerine düştü. O anda, Rasulüllah'ın (s.a.v.) dizinden daha ağır hiçbir şey görmedim. Sonra açılıp kendine gelince şöyle dedi:
«— Yaz Zeyd!» Ben de yazdım:
«— İnananlardan yerlerinde oturanlarla Allah yolunda cihat edenler bir olmaz».
İbn-i Ummi Mektum kalkıp şöyle dedi:
«— Ya Rasulallah! (s.a.v.) Cihada gücü yetmeyenin durumu nasıldır?»
Sorusunu sorar sormaz, Rasulüllah'ı (s.a.v.) yine sekinet kaplayıp dizi dizimin üzerine düştü. Önceki ağırlığını yine hissettim. Rasulüllah (s.a.v.) açıldıktan sonra:
«— Zeyd! Yazdığını oku bakalım!» Okudum:
«— İnananlardan yerlerinde oturanlar bir olmaz...» Rasulüllah (s.a.v.) ilave etti:
«—Yaz : «Özür sahipleri hariç...»
İbn-i Ummi Mektum'un istediği istisna nazil olmuştu.
Allah Teâla Abdullah İbn-i Ummi Mektum ve emsalini Cihat’tan muaf tutmasına rağmen, onun coşkun gönlü oturanlarla kalmaya razı olmayıp Allah yolunda cihada karar verdi.
Büyük nefisler ancak büyük işlerle tatmin olabilirlerdi.
O günden itibaren hiçbir gazadan geri kalmayı istemeyip vazifesinin savaş alanlarında olduğuna karar verdi. O şöyle diyordu:
«— Beni saflar arasında durdurunuz ve sancağı veriniz, onu sizin için taşıyıp muhafaza edeyim... Nasıl olsa, ben kaçmaya gücü olmayan bir amayım».
Hicretin 14. yılında Ömer İbnu'l-Hattab, İranlıların saltanatlarına son veren bir savaşa girmek istedi.
Yetkili memurlarına şöyle yazdı;
«Silahı, atı, yiğitliği veya görüşü olan herkesi bana gönderiniz, acele ediniz».
Müslüman toplulukları Faruk'un çağrısına cevap vermeye ve her taraftan Medine'ye gelmeye başladılar. Bunların arasında görme duyusundan mahrum olan mücahit Abdullah İbn-i Mektum da vardı.
Faruk, büyük ordunun başına Sa'd İbn Ebi Vakkas'ı tayin etti. Ona bazı tavsiyelerde bulundu ve uğurladı.
Ordu Kadisiyye'ye vardığında, Abdullah İbn Ummi Mektum zırhını kuşandı ve diğer hazırlıklarını tamamlayıp meydana atıldı. Müslümanların sancağını taşımak, korumak veya onun önünde ölmek için kendini tehlikeye atmıştı.
Araplar fetihler tarihinin bir benzerine şahit olmadığı şekilde, zorlu ve sıkıntılı olarak üç gün savaştılar. Nihayet üçüncü gün kesin zaferin Müslümanlara ait olduğu belli oldu. En büyük devletlerden birisi yıkılmış, en eski tahtlardan birisi de yok olmuştu...
Putçuluk toprağında tevhit sancağı yükselmişti.
Bu kesin zaferin bedeli yüzlerce şehit olmuştu.
Bu şehitlerin arasında Abdullah İbn-i Ummi Mektum da vardı... O, kanlar içinde Müslümanların sancağını kucaklamış ve yere yıkılmış bir halde bulundu.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 29 Haz 2013 10:31:42
Hayırlı günler dilerim.

29 Haziran 2013 Cumartesi  –  20 Şaban 1434

MECZEE İBN-İ SEVR ES-SEDUSİ

«Meczee İbn-i Sevr düello yaparak yüz müşrik öldüren gözü pek bir yiğittir. Harp meydanlarında bu kadar kişiyi öldüren kimse ile kendini nasıl kıyaslayabilirsin?»
İşte, Allah'ın lütfettiği zafere sevinerek Kadisiyye'nin tozunu üzerlerinden silken Allah'ın şerefli ve kahraman askerleri.
Onlar şehit olan arkadaşları için yazılan sevaba gıpta etmektedirler.                                                                                           
Onlar Kadisiyye'ye denk başka bir harbi sabırsızlıkla beklemekte. Onlar Kisra'nın saltanatını kökünden devirmek için, Halife Ömer İbnu'l-Hattab'ın harbe devam edilmesine dair emrini beklemektedirler.
Ve onların sabırsızlıkla bekledikleri şey gecikmemiştir.
İşte Faruk'un elçisi Medine'den Küfe'ye gelmektedir. Halife'den; Küfe valisi Ebu Musa'l-Eş'ari'nin ordusuyla hareket etmesi, Basra'dan gelen Müslüman askerleriyle birleşmesi ve hep birlikte Ehvaz'a gidilmesi emrini getirmektedir. Bundan gaye; Hürmüzan'ın takip edilip ele geçirilmesi ve İran şehirlerinin incisi Tüster'in kurtarılmasıdır.
Halife'nin Ebu Musa'ya gönderdiği emrin içinde; Bekr oğullarının efendisi ve itaat edilen emiri, cesur süvari Meczee İbn Sevr es-Sedu-si'yi yanına alması da vardır.
Ebu Musa'l-Eşari, Halife'nin emrini Müslümanlara duyurup orduyu, harbe hazırladı. Sol cenaha Meczee'yi verdi ve o Basra'dan gelen Müslüman askerlerine katıldı. Allah yolunda savaşmak için hep birlikte yola çıktılar.
Müslümanlar, şehirleri kurtarıp kaleleri temizliyorlardı. Hürmüzan da önlerinde oradan oraya kaçıyordu. Nihayet Tüster şehrine ulaşıp orada saklandı. Hürmüzan'ın saklandığı Tüster, İran'ın en güzel, en hoş manzaralı ve en muhkem şehirlerindendi. Bunlardan başka o, tarihin derinliklerine inen eski bir medeniyete sahipti ve yüksek bir yerde kurulmuştu. Oradan Düceyi denilen büyük bir ırmak geçiyordu.
Şehrin üstünde, nehrin suyunu yerin altına kazdırdığı tünellerden yukarıya çıkarmak için Kral Sabur'un yaptırdığı şadırvan vardı.
Tüster şadırvanı ve tünelleri hayret edilecek yapılardandı. İri ve sağlam taşlarla yapılmış, sert demir sütunlarla takviye edilmiş ve kurşunla kaplatılmışlardı.
Tüster'i büyük bir sur da kuşatıyordu. Tarihçiler ondan şöyle bahsederler:
Bu sur, yeryüzünde yapılan surların ilki ve en büyüğüydü. Daha sonra Hürmüzan, surun etrafına, geçilmesi mümkün olmayan büyük bir hendek kazdırıp gerisine İran'ın seçme askerlerini yerleştirmişti.
Müslümanlar Tüster hendeğinin etrafında ordugâh kurmuşlar ve 15 aydır onu geçememişlerdi.
Bu uzun süre içinde İranlılarla 80 defa çarpışmışlardı. Çarpışmaların her biri iki tarafın süvarileri arasında düello ile başlıyor, sonra şiddetli bir savaşa dönüşüyordu.
Bu düellolara Meczee İbn Sevr de katılmış, akıllara durgunluk vermiş ve dost düşman herkesi hayrete düşürmüştü. Yüz düşman süvarisini düello yaparak öldürmeye muvaffak olmuştu. Adı düşman saflarında korku saçıyor, Müslümanlara ise gurur ve kuvvet veriyordu.
İşte o zaman daha önce Meczee'yi tanımayanlar, Halife'nin bu yiğidin orduda niçin yer almasını istediğini anlamış oldular.
Bu 80 çarpışmadan birisinin sonunda Müslümanlar düşmanlarına karşı kahramanca bir saldırıya geçtiler. İranlılar ise hendeğin üzerine kurdukları köprüleri kaldırıp şehre çekildiler ve sağlam kale kapılarını kapattılar. Müslümanlar uzun süre dayandıktan sonra çok kötü bir duruma düştüler.   İranlılar burçların tepelerinden onları ok yağmuruna tuttular. .
Surların üzerinde her birinin ucunda ateşle kızdırılmış çengeller olan demir zincirleri sarkıtmaya başladılar.
Müslüman askerlerinden birisi sura tırmanmak veya yaklaşmak istediğinde, onu çengele takıp yukarı çekiyorlardı. Böylece vücudu yanıp eti dökülüyor ve yok olup gidiyordu.
Müslümanların sıkıntı ve üzüntüsü artmıştı. Allah'tan samimi olarak sıkıntılarını gidermesini, onun ve kendi düşmanlarına karşı yardım etmesini istemeye başladılar.
Bir ara Ebu Musa'l-Eş'ari zapt etmekten ümidini kesmiş bir halde büyük Tüster surunu düşünürken önüne surun tepesinden atılan bir ok düştü. Bir de ne görsün, okun ucunda bir mektup. Mektupta şöyle yazılıydı:
«— Ey Müslümanlar! Ben size güveniyorum. Kendime, malıma, aileme ve benimle beraber bulunanlara karşı da, sizden emin olmak isterim ve size şehre ulaşacağınız bir menfezi gösterebilirim».
Ebu Musa, oku atan kimseye emniyette olduğuna dair bir mektup yazıp okla onu gönderdi. Adam Müslümanların sözlerine sadık olduklarını, ahde vefalılıklarını bildiği için Müslümanların verdiği teminata güvendi. Gece karanlığında gizlice onların yanına geldi ve işin hakikatini Ebu Musa'ya anlattı:
«— Biz halk arasında itibarı olan kimselerdik. Hürmüzan ağabeyimi öldürüp malını yağma etti ve ailesine zulmetti. Bana da kin besledi. Öyle ki kendime ve çocuklarıma karşı ondan emin değildim.
Sizin adaletinizi onun zulmüne, vefanızı onun hıyanetine tercih ettim ve Tüster'e gireceğiniz gizli menfezi size göstermeye karar verdim. Yanıma cesaretli, akıllı ve iyi yüzen kimselerden birisini bana ver ki, ben ona yolu göstereyim».
Ebu Musa'l-Eşari, Meczee İbn Sevr'i çağırttı ve meseleyi ona anlatıp şöyle dedi:
«—Bana kavminden akıllı, zeki ve yüzme bilen birisini bul». Meczee:
- Beni kabul etmez misin ey emir?» dedi.
Ebû Musa:
«— Mademki istiyorsun,   Allah’ın bereketiyle sen olabilirsin. Sonra ona yolu bellemesini, kapının yerini öğrenmesini, Hürmüzan'ın yerini tespit etmesini, şahsını  iyice tanımasını ve bunlardan  başka bir şey yapmamasını tembih etti.
Meczee İbn Sevr, gece karanlığında İranlı kılavuzuyla birlikte yola çıktı. Adam onu yerin altında nehirle şehri biri birine bağlayan bir tünele soktu. Tünel bazen genişliyordu, o zaman ayakta yürüyebiliyordu. Bazen de daralıyordu o zamanda yüzmeye mecbur kalıyordu. Böylece bazen eğiliyor bazen da ayakta durabiliyordu. Adam bu şekilde onu şehre varan menfeze götürdü ve ona kardeşinin katili Hürmüzan'ı ve gizlendiği yeri gösterdi.
Meczee Hürmüzan'ı görünce, göğsünde sakladığı bir okla onu öldürmek istedi. Ama çok geçmedi. Ebu Musa'nın başka bir şey yapmamasını isteyen tembihini hatırlayıp bu isteğini frenledi ve tan yeri ağarmadan geldiği yerden geri döndü.
Ebu Musa, yürekli, sağlam, dayanıklı, yüzmeyi çok iyi bilen 300 Müslüman askerini hazırlayıp başlarına da Meczee İbn Sevr'i verdi. Onları uğurlarken bazı tavsiyelerde bulundu. Şehri kuşatmak için Müslüman askerleri arasında tekbiri parola yaptı.
Meczee adamlarına, sudan geçebilmeleri için mümkün olduğu kadar, ağırlık yapacak olan elbiselerini hafifletmelerini emretti.
Yanlarına kılıçlarından başka bir şey almamalarını da tembih etti. Kılıçlarını da elbiselerin altında vücutlarına bağlamalarını tavsiye etti ve yatsıdan sonra yola çıktılar,
Meczee İbn Sevr ve onun cesur askerleri iki saatten bu yana, bu tehlikeli tünelin engelleriyle mücadele etmekteydiler. Bazen onlar bu yokuşları alt ediyor, bazen de engeller askerleri alt ediyordu.
Şehre ulaştıran menfeze vardıklarında Meczee, tünelin adamlarından 220 sini yuttuğunu ve kendisine 80 kişi kaldığını gördü.
Meczee ve arkadaşları şehre ayak basar basmaz kılıçlarını çıkarıp kalenin muhafızlarına saldırdılar. Sonra tekrar kılıçlarını elbiselerinin içlerine gizlediler. Daha sonra kapılara atılıp, tekbir getire getire açtılar. İçerdekilerin tekbirleriyle dışardakilerin tekbirleri birleşti.
Sabah vakti Müslümanlar şehre saldırdılar. Onlarla, Allah'ın düşmanları arasında şiddetli bir savaş oldu ki, harp tarihi; korku, dehşet ve ölenlerin çokluğu yönünden böylesine pek az şahit olmuştur.
Savaş ayakta devam ederken Meczee İbn Sevr harp meydanında Hürmüzan'ı görüp ona doğru yürüdü. Kılıcıyla üzerine atıldı. Az sonra savaşanlar dalgası onu içine aldı ve aralarında kaybolup gitti. Son bir defa daha göründü, tekrar üzerine atıldı.
Meczee ve Hürmüzan kılıçlarıyla birbirlerine saldırdılar. Son darbelerini indirdiler. Ancak Meczee'nin kılıcı isabet etmedi. Ama Hürmüzan'ınki ona isabet etti.
Yiğit, cesur ve kahraman Meczee, Allah'ın onun ellerinde gerçekleştirdiği şeyle gözü aydın olarak harp meydanına yıkıldı. Müslüman ordusu harbe devam etti, ta ki Allah onları muzaffer kılıncaya ve Hürmüzan onların eline esir düşünceye kadar. Müjdeciler fetih müjdesini Faruk'a haber vermek üzere Medine'ye gittiler.
Başında kıymetli taşlarla süslü tacı ve omuzunda altın ipliklerle nakışlı elbisesi olan Hürmüzan'ı Halifenin görmesi için önlerinde götürüyorlardı.
Bununla birlikte müjdeciler yiğit süvari Meczee İbn-i Sevr için ancak bir başsağlığı götürüyorlardı.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 30 Haz 2013 08:41:21
Hayırlı günler dilerim.

30 Haziran 2013 Pazar  –  21 Şaban 1434

USEYD İBNU'L HUZAYR

«Şu melekler seni dinliyorlardı Useyd...»
Mekke'li genç Mus'ab İbn-i Umeyr, İslam tarihinin tanıdığı ilk davet heyeti içinde Yesrib'e gelmişti.
0, Hazrec eşrafından Es'ad İbn-i Zurare'ye misafir olmuştu. Orada kalıp davet görevine de devam ediyordu.
Yesribliler genç davetçi Mus'ab İbn-i Umeyr'in sohbetlerine büyük ilgi göstermeye başlamışlardı.
Tatlı dili, açık sözlülüğü, yumuşak başlılığı ve güzel yüzündeki iman parıltısı onları kendisine bağlıyordu.
Bütün bunların, üstünde başka bir şey onları kendisine çekiyordu. İşte bu; coşturucu, yumuşak sesiyle ve tatlı büyüleyici vurgularıyla bazı ayetlerini onlara okuduğu Kur'an'dı. Böylece katı kalpleri yumuşatıyor, akmayan gözyaşlarını coşturuyordu. Onun sohbetlerinde bulunanlar mutlaka İslam'a girmiş ve iman bölüklerine katılmış olarak kalkarlardı.
Bir gün, Es'ad İbn-i Zurare, Abdu'l-Eşhel oğullarından bir gurupla görüşmek ve onlara İslam'ı anlatmak üzere davetçi misafiri Mus'ab Ibn-i Umeyr'le birlikte dışarı çıkmıştı. Abdu'l-Eşhel Oğulları'nın bahçelerinden birine girdiler ve hurma ağaçlarının gölgesi altındaki tatlı suyu bulunan bir kuyunun yanına oturdular.
Daha önce Müslüman olmuş bir grupla, onu dinlemek isteyen başka bir grup Mus'ab'ın başına toplanmıştı. O da hemen onu dinlemek isteyen ve konuşmasının güzelliğine kapılmış insanlara davet görevini yapmaya başlamıştı.
Birisi, Evs kabilesinin ileri gelenlerinden olan Useyd İbnu'l-Hu-zayr'la Sa'd İbn Muaz'a gelip Mekkeli davetçinin onların evlerine yakın bir yerde konakladığını ve ona bu cesareti verenin de Es'ad ibn Zurare olduğunu bildirdi.
Sa'd İbn-i Muaz, Useyd İbnu'l-Huzayr'a şöyle dedi:
«Bizim zayıf olanlarımızı İslam'a girmeye teşvik etmek ve tanrılarımıza sövmek için evlerimize kadar gelen bu Mekkeli delikanlıya git, yaptıklarından vazgeçir ve bugünden sonra bizim yurdumuza ayak basmamasını söyle».
Sonra şunu da ilave etti:
«— Eğer o, teyze oğlum Esad İbn Zarure'nin misafiri olmasaydı ve onun himayesinde hareket etmeseydi...»
Useyd mızrağını alıp bahçeye gitti. Es'ad İbn-i Zurare onun geldiğini görünce Mus’aba şöyle dedi:
«— Mus'ab! Bu gelen kavminin efendisi, en akıllı ve en olgun kişisi Useyd İbnu'l-Huzayr'dır.
Eğer o Müslüman olursa, birçok kişi İslam'a girer, Allah için ona iyi davran». 
Useyd İbnu'I Huzayr gelip topluluğun yanında dürdü ve Mus'a arkadaşına dönüp şöyle dedi:
«— Niçin bizim yurdumuza geldiniz ve niçin bizim zayıf kimselerimizle uğraşıyorsunuz?» Eğer sağ kalmak istiyorsanız derhal burayı terk ediniz».
Mus'ab, imanın nuru parlayan yüzüyle Useyd'e döndü, düzgün ve büyüleyici lehçesiyle şöyle konuştu:
«—Ey kavminin efendisi olan kişi! Sen bundan daha iyi bir şey yapmak ister misin?»
«— Nedir o?»
«— Yanımıza otur ve bizi dinle. Eğer söylediklerimizi beğenirsen, bizi kabul edersin. Şayet beğenmezsen bir daha dönmemek üzere buradan ayrılırız».
Peki, tamam, doğru söyledin» deyip mızrağını yere dikti ve oturdu.
Mus'ab ona, İslam'ı anlatmaya ve bazı Kur'an ayetlerini okumaya başladı. Useyd'in yüzünün asıklığı gidip neşesi yerine gelmişti. Şöyle konuştu:
«— Söylediğin bu şeyler ne kadar güzel, okudukların ise ne kadar yüce! Müslüman olmak istediğinizde siz ne yaparsınız?» Mus'ab şu cevabı verdi:
«— Boy abdesti alıp elbiselerini temizlersin. Allah'tan başka tanrı olmadığına, Muhammed'in (s.a.v.) Allah'ın elçisi olduğuna şehadet eder ve iki rekât namaz kılarsın».
Useyd kalkıp kuyunun başına gitti ve suyu ile temizlendi. Allah'tan başka tanrı olmadığına, Muhammed'in (s.a.v.) onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet getirdi ve iki rekât namaz kıldı.
İşte o gün İslam birliklerine beğenilen Arap süvarilerinden ve Evs'in sayılı efendilerinden birisi daha katılmış oldu.
Akıllılığı, asilzadeliği, kılıç ve kalem erbabından olması sebebiyle kavmi ona kâmil (olgun) lakabını vermişti. Çünkü o, binicilik ve atıcılığının yanında okuyup yazanların ender bulunduğu bir toplumda okuma yazma bilen birisiydi.
Onun İslam'a girmesi Sa'd İbn Muaz'ın da Müslüman olmasına, o ikisinin Müslüman olmaları Evs, kabilesine mensup birçok kişinin Müslüman olmalarına sebep oldu.
Bundan sonra Medine, Rasulüllah'ın (s.a.v.) hicret yeri ve yurdu, büyük İslam devletinin temeli oldu.
 Useyd İbnu'l-Huzayr - Mus'ab İbn Umeyr'in okuyuşunu duyduktan sonra - aşıkın maşukuna tutulduğu gibi- Kur'an'a tutulup, susuz kimsenin sıcağı kavurucu günde suyu tatlı pınara kendini attığı gibi Kur'an'a sarıldı.
Artık o, Allah yolunda savaşan bir mücahit yahut Allah'ın Kitabı'nı okuyan bir kul olarak gösteriliyordu.
Onun sesi yumuşak, açık ve tecvidi güzel idi...
Gece olup gözler uykuya dalınca ve gönüller saf bir hale gelip onun en çok sevdiği şey Kur'an okumaktı.
Ashabı kiram adeta onun Kur'an okuduğu vakitleri bekler, onu dinlemek için birbirleriyle yarış ederlerdi.
Ne mutlu Hz. Muhammed'e (s.a.v.) indirildiği şekliyle ondan taze olarak Kur'an dinleme imkânı bulana!
Yerdekiler gibi, göktekiler de onun Kur'an okuyuşunu beğenmiş-
Bir gece yarısı Useyd İbnu'I-Huzayr evinin avlusunda oturuyordu. Oğlu Yahya da yanında uyumaktaydı. Allah yolunda cihat etmek için hazırladığı kısrağı da biraz ilerde bağlı duruyordu.
Gece sakin, gökyüzü berrak idi. Yıldızların gözleri sessizlik içindeki dünyaya şefkat ve merhametle bakıyorlardı.
Useyd İbnu'l-Huzayr içinde, bu nemli vadilere Kur'an kokularını yayma isteği duydu. Yumuşak ve şefkat dolu sesiyle okumaya başladı. «— Elif, Lam, Mim. Bu öyle bir kitaptır ki kendisinde (Allah katında gönderilmiş olduğunda) hiç şüphe yoktur. O, takva sahipleri için doğru yolun ta kendisidir.
Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete ise onlar şüphesiz bir bilgi ve iman beslerler». (Bakara Suresi, ayet: 1-4)
Bu arada kısrağının sesini duyuyordu, kısrak nerdeyse bağını koparacak şekilde şaha kalkıyordu. Susunca, kısrak da sakinleşiyordu.
Tekrar okumaya başladı:
«İşte onlar Rablerinden (gelen) hidayetin tam üzerindedirler. Asıl muratlarına kavuşanlar da işte onlar». (Bakara Suresi ayet: 5) Şimdi ise kısrak, öncekinden de fazla şaha kalkmıştı.
Yine sustu.
Kısrak yine sakinleşti.
Bu birkaç defa böyle tekrarlandı. Okuduğu zaman kısrak ürküp şaha kalkıyor, okumayı kestiği zaman sakinleşip hareketsiz kalıyordu.
Useyd, onun oğlu Yahya'yı çiğnemesinden korkup uyandırmak için oğlunun başına gitti. O esnada gözü gökyüzüne ilişti. Şimdiye kadar gözünün daha şahanesini ve daha güzelini görmediği paraşüte benzeyen bir bulut gördü. Sanki ona lambalar takılmış, ufukları bir ışık ve parıltı doldurmuştu. Onlar, gözlerden kayboluncaya kadar yükseldiler.
Sabah olunca, Rasulüllah'a (s.a.v.) gidip gördüğünü anlattı. Rasulüllah (s.a.v.) şöyle dedi:
«— İşte onlar meleklerdi, seni dinliyorlardı ya Useyd...   Eğer Kur'an okumaya devam etseydin, insanlar da onları görürlerdi».
Useyd İbnu'l-Huzayr Allah'ın Kitabına düşkün olduğu gibi Allah'ın Rasulü'ne de düşkündü. O -kendi anlattığına göre- kendisi Kur'an okuduğu veya dinlediği zaman içi her şeyden arınır, imanı artardı. Yine Rasulüllah (s.a.v.) hutbe okuduğu veya konuştuğu zaman da gönlü tertemiz bir hal alırdı.
Çoğunlukla bedenini Rasulüllah'ın (s.a.v.) bedenine dokundurmak, öpmek için onun vücuduna yüzünü koymak isterdi.
Bir defasında böyle bir şeye imkân bulmuştu:
Bir gün, Useyd halka güzel söz ve nüktelerle konuşma yapıyordu. Rasulüllah (s.a.v.), konuşmasını beğendiğini ifade etmek üzere, eliyle onun böğrüne dokundu. Useyd:
«— Canımı yaktın ya Rasulallah (s.a.v.)!» dedi. Rasulüllah (s.a.v.) da şöyle cevap verdi:
«— Öyleyse benden hakkını al Useyd!»
«— Ama senin üstünde gömlek var. Hâlbuki sen dokunduğunda benim üzerimde gömlek yoktu» dedi.
Allah'ın Rasulü vücudundan gömleğini çıkardı. Useyd onu bağrına basıp koltuğuyla böğrü arasındaki yerleri öpmeye başladı. Bir taraftan da şöyle diyordu:
«— Ya Rasulüllah! Bu, seni tanıdığımdan beri en büyük arzumdu. Şimdi bu arzuma nail olmuş bulunuyorum».
Rasulüllah (s.a.v.) Useyd'in sevgisine sevgiyle karşılık verir, onun İslam'a girmede gecikmediğini ve Uhud'da öldürücü yedi darbe alıncaya kadar kendisini savunduğunu unutmazdı.
Onun kabilesi arasındaki değer ve mevkiini bilir, birisi hakkında; aracılık yaparsa onunkini kabul ederdi.
Useyd kendisi şöyle anlatmıştır:
«Rasulüllah'a (s.a.v.) gelip ona; içlerinde muhtaç ve yoksul kimselerin bulunduğu ve çoğunluğu da kadın olan bir aileden söz ettim». Bana:
«— Useyd! Sen bize, elimizdekini avucumuzdakini harcadıktan sonra geldin. Bize bir şey geldiğini duyarsan bu aileyi hatırlat» dedi.
Bir müddet sonra, Rasulüllah'a (s.a.v.) Hayber'den bir miktar mal geldi. O malı Müslümanlar arasında taksim ettiğinde Ensar'a daha çok verdi. Aynı şekilde bu aileye de fazlaca verdi. Rasulüllah'a (s.a.v.) şöyle dedim:
«— Allah onlar sebebiyle sana hayır ihsan etsin». O da şöyle dedi:
«—Ensarlar! Allah size en iyisini verdi. Siz —uzun süredir, bildiğim kadarıyla— iffetli ve sabırlı kimselersiniz. Benden sonra bencil davranışlarla karşılaşacaksınız. Bana kavuşuncaya kadar sabrediniz. Sizin buluşacağınız yer havuzdur.
Ömer Ibnu'l-Hattab halife olunca, bazı mal ve eşyayı Müslümanlar arasında taksim etmiş bana da bir elbise göndermişti. Fakat elbise bana dar gelmişti...»
Mescit ‘de oturduğum bir sırada, Ömer'in bana gönderdiği elbiselerden uzun ve geniş olanını giymiş Kureyşli bir genç yanımdan geçti. Yere sarkan elbisesini çekiyordu. Yanımdakine Rasulüllah’ın  (s.a.v.)
şu sözünü söyledim:
«— Benden sonra bazı bencil davranışlarla karşılaşacaksınız». Arkasından şöyle ilave ettim:
Rasulüllah (s.a.v.) doğru söylemiş.
Birisi Ömer'e gidip söylediğimi ona haber vermiş. Namaz kılarken Ömer hızla yanıma geldi ve şöyle dedi:
«— Namazı kıl Useyd!» Namazını bitirince yanıma gelip:
«— Sen ne dedin?» dedi. Ben de gördüğümü ve söylediğimi ona anlattım. Bunun üzerine şöyle konuştu:
«—Allah seni affetsin. O, benim falan kimseye gönderdiğim elbisedir, o kişi de Ensar'dandır. Akabe beyatında, Bedir ve Uhud savaşlarında bulunmuştur. İşte o elbiseyi ondan bu Kureyşli genç satın almış ve giymiştir. Rasulüllah'ın (s.a.v.) haber verdiği şeyin benim zamanımda mı olacağını zannediyorsun?!» Ben de şöyle cevap verdim :
«— Hayır, vallahi, Müminlerin Emiri! Hiç şüphesiz bunun, senin zamanında olmayacağını biliyordum».
Useyd İbnu'l-Huzayr, bundan sonra çok yaşamayıp Ömer İbnu'l-Hattab zamanında vefat etmiştir.
Dört bin dirhem kadar borcu olduğu anlaşıldı. Mirasçıları borçlarını ödemek için ona ait bir araziyi satmak istediler. Hz. Ömer bunu duyunca:
«— Useyd'in kardeşinin oğullarını halka muhtaç halde bırakamam...» dedi.
Daha sonra alacaklılarla konuştu. Onlar, her bir senesi bin dirhem karşılığında dört sene arazinin ürününü ondan satın almaya razı oldular.

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.429
  • 177.419
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 17.429
  • 177.419
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 30 Haz 2013 23:21:13
Oruç ayı olan Ramazan-ı Şerîf mübârek bir mükâfât ayıdır.
Farz ibadet olduğu için sevabı çoktur.

Ramazan, yeme-içme ayı değildir,
Ramazan, pide ayı değildir,
Ramazan, hurma ayı değildir,
Ramazan tatlı, kola, pasta ayı değildir,
Ramazan, sadece dostların çağrıldığı en az on çeşit yemeğin olduğu sofraların ayı değildir,

**********

Ramazan, nefsini terbiye ayıdır,
Ramazan tok insanın aç insanın halinden anladığı aydır,
Ramazan teravih ayıdır,
Ramazan, Kadir Gecesi'ni içinde barındıran aydır,
Ramazan, Peygamberimizin "Ramazan'a ulaştığı halde günahlarından arınmayanın burnu sürtülsün" buyurduğu aydır,
Ramazan, Peygamberimizin "ümmetimin ayı" buyurduğu aydır...
Ramazan on bir ayın günahının silinip süpürüldüğü aydır,
Ramazan fakirlerin davet edildiği sofraların kurulduğu aydır
Ramazan, mukabele ayıdır,
Ramazan, şeytanın bağlandığı aydır.

Kulluğumuzu yapalım Rabbimizi sevindirelim
Rahmet, mağfiret ve bereketine ulaşabilmek dileğiyle...

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 01 Tem 2013 11:59:24
Hayırlı günler dilerim.

1 Temmuz 2013 Pazartesi  –  22 Şaban 1434

ABDULLAH İBN ABBAS

 «Şüphesiz o, olgun yaşta bir gençtir, Onun çok soran bir dili ve çok anlayışlı bir yüreği vardır».
Bu büyük sahabe birçok şerefe sahiptir. Hiçbir şereften mahrum kalmamıştır.
O, Rasulüllah'la (s.a.v.) sohbet etme şerefine nail olmuştur. Eğer dünyaya biraz daha geç gelseydi, Rasulüllah'la (s.a.v.) sohbet şerefinden mahrum kalacaktı.
Akrabalık şerefini de elde etmişti. Çünkü o, Rasulüllah'ın (s.a.v.) amcaoğludur.
İlim şerefi ki o; Muhammed (s.a.v.) ümmetinin alimi ve o ümmetin coşkun ilim denizidir.
Takva şerefine de sahiptir, çünkü o, gündüzleri oruçlu, geceleri namazla geçiren, seherlerde istiğfar eden ve Allah korkusundan dolayı gözyaşları yanaklarında iz yapıncaya kadar ağlayan birisiydi.
İşte bu, Muhammed (s.a.v.) ümmetinin alim ve arif kişisi Abdullah İbn-i Abbas'tır. O, Allah'ın Kitabı'nı en iyi bilen, onun tevilini en iyi anlayan, onun derinliklerine inmeye, onun meram ve sırlarına ermeye pek güçlü birisiydi.
İbn Abbas, hicretten 3 sene önce doğmuştur. Rasulüllah (s.a.v) vefat ettiği zaman sadece 13 yaşındaydı,
Buna rağmen o, Peygamber'den (s.a.v.) Müslümanlar için, Buhari'yle Müslim'in Sahihlerinde tespit etikleri 1660 hadis bellemiştir.
Annesi onu dünyaya getirince, Rasulüllah'ı (s.a.v.) götürdü Hz. Peygamber (s.a.v.) onun ağzına tükürüğünü koydu ve böylece onun karnına ilk giren şey, Peygamber'in (s.a.v.) mübarek ve temiz tükürüğü oldu. Tabii, o tükürükle birlikte takva ve hikmet de girmiş oldu.
«Kime hikmet verilirse, ona birçok da hayır verilmiş olur».
Haşim oğullarına mensup çocuğun nazar boncukları üzerinden atılıp yedi yaşına girince, Rasulüllah'tan (s.a.v.) hiç ayrılmaz oldu. Rasulüllah (s.a.v.) abdest almak istediğinde, onun abdest suyunu hazırlar, namaza durduğunda arkasında namaz kılar, yolculuğa çıktığında bineğinin terkisinde olurdu. Öyle ki gittiği yere onunla birlikte giden, o nasıl dönüyorsa yörüngesinde öylece dönen gölgesi gibiydi.
O bütün bu durumlarda, Rasulüllah'ın (s.a.v.) iki yanında anlayışlı bir yürek, saf bir zihin ve modern asrın tanıdığı bütün kayıt cihazlarının geride kaldığı bir hafızaya sahipti.
Kendisi şöyle anlatmıştır:
«— Bir defasında, Rasulüllah (s.a.v.) abdest almak istemişti. Hemen suyunu hazırladım ve o yaptığımdan memnun olmuştu.
Namaz kılmak istediğinde bana, yan tarafına durmamı işaret etti, Ben de arkasına durdum.
Namaz bitince, bana eğilip şöyle dedi:
«— Abdullah! Niçin benim yanıma durmadın?» Ben de şöyle cevap verdim:
«— Benim gözümde sen, seninle yan yana olmaktan daha üstün ve daha değerlisin, Ey Allah'ın Rasulü!»
Ellerini gökyüzüne kaldırıp şöyle dedi
 «— Allah'ım ona hikmet ver».
Allah Peygamber'inin duasını kabul edip, Haşim oğullarına mensup bu çocuğa büyük hikmet sahiplerine üstünlük sağlayan hikmeti vermiştir.
Şüphe yok ki siz Abdullah İbn Abbas'ın hikmet tablolarından birini öğrenmeyi çok istersiniz değil mi?
Hz. Ali'nin taraftarları Hz. Muaviye İle olan anlaşmazlığı sebebiyle onu terk ettiklerinde Abdullah İbn Abbas söyle dedi :
«— Ey Müminlerin Emiri! Bana izin ver de gidip onlarla konuşayım».
«— Onların sana bir kötülük yapmalarından korkuyorum».
«— Hayır, inşallah bir şey olmaz».
Abdullah daha sonra onların yanına gitti. O güne kadar onlardan daha çok ibadet eden bir topluluk görmemişti. Onlar şöyle dediler:
«— Hoş geldin, ey İbn Abbas... Niçin geldin?»
«— Sizinle konuşmaya geldim». Bir kısmı : «— Onunla konuşmayın». Diğer bir kısmi da : «— Söyle, seni dinliyoruz», dediler. Abdullah:
«— Söyleyin bakalım. Rasulüllah'ın (s.a.v.) amca oğlu, damadı ve ona iman edenlerin ilki olan kişiye niçin kızıyorsunuz?!» dedi.
«— Üç şeyden dolayı ona kızıyoruz» dediler-,
«— Onlar nedir?»
«— Birincisi: Allah’ın dininde, kişileri hakem tayin etmesidir.
İkincisi: Aişe ve Muaviye'yle savaşıp ganimet ve esir almamam.
Üçüncüsü: Müslümanların ona bey ‘at edip emir yapmalarına rağmen kendinden Emiru’l-mü'minin lakabını kaldırmasıdır».
«—Eğer size Allah'ın Kitabından ayet ve Rasulüllah'ın (s.a.v.) hadisinden inkâr edemeyeceğiniz deliller getirsem, şu anda ileri sürdüğünüz görüşlerinizden vazgeçer misiniz? Ne dersiniz?»
«— Peki, tamam».
«— Gelelim; Allah'ın dininde kişileri hakem kıldı sözünüze. Allah Teâla şöyle buyurmaktadır» :
«Ey İman edenler! Siz (hac veya umre için) ihramlı bulunurken av öldürmeyiniz. İçinizden kim onu bilerek öldürürse (üzerine) öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır ki, Kâbe’ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere buna içinizden adalet sahibi iki adam hükmedecektir». (Maide Suresi: 95)
Söyleyin Allah aşkına, kişilerin; onların kanlarını, canlarını korumak ve aralarını bulmak için yaptıkları hakemlikler mi daha doğrudur? Yoksa değeri dört dirhem olan tavşan için yaptıkları hakemlikler mi?»
«— Tabii ki Müslümanların kanlarını korumak ve aralarını düzeltmek için yapacakları...»
«— Bu tamam mı?» «— Evet».
«— Gelelim; Ali harp yaptı ama Rasulüllah (s.a.v.) gibi esir almadı, sözünüze: Anneniz Aişe'yi esir alıp diğer esirler gibi onu kendinize helal kılmak ister miydiniz? Eğer evet derseniz, kâfir olursunuz. Şayet onun anneniz olmadığını söylerseniz yine kâfir olursunuz. Allah Teâla şöyle buyuruyor» :
«O Peygamber, Müminlere öz nefislerinden evladır. Zevceleri müminlerin anneleridirler». (Ahzab Suresi, ayet: 6) Şimdi kendiniz için dilediğinizi seçiniz».
«— Bu da tamam mı?» «— Evet»,
«— Ali kendinden Müminlerin Emiri lakabını kaldırdı iddianıza gelince; Rasulüllah (s.a.v.) da Hudeybiye'de müşriklerle yaptığı sulh anlaşmasına; «Bu, Allah'ın Rasulü Muhammed'in (s.a.v.) yaptığı anlaşmadır» yazmalarını istediğinde onlar şöyle demişlerdi: «Biz senin Allah'ın elçisi olduğuna inansaydık, seni Kâbe’yi ziyaretten alıkoymaz ve seninle harp etmezdik. Ancak «Abdullah'ın oğlu Muhammed» yazabilirsin. «Vallahi siz beni yalanlasanız da şüphesiz ben Allah'ın elçisiyim» diyerek isteklerini kabul etti. Bu da tamam mı?»
«—Evet» diye cevap verdiler.
Bu görüşme neticesinde, Abdullah İbn Abbas'm derin bilgi ve etkili konuşmasıyla 2000 kişi tekrar Ali'nin saflarına geçti. 4000 kişi de inat ederek ve haktan yüz çevirerek düşmanlıklarına devam ettiler.
Genç Abdullah İbn Abbas, ilim elde etmek için her yolu deneyip her türlü gayreti sarf etmiştir. Rasulüllah'ın (s.a.v.) hayatında, onun çağlayanından içiyordu. O Rabbine kavuşunca alim sahabenin hayatta kalanlarına koştu, onların ilimlerinden faydalanmaya başladı.
Abdullah kendisi şöyle anlatmıştır:
«— Rasulüllah'ın (s.a.v.) ashabından birinde hadis olduğunu duyarsam, o öğle uykusuna yattığı sırada evinin kapısına gelir, eşikte elbisemi başımın altına yastık yaparak beklerdim. Rüzgâr da üzerime savurabildiği kadar toz savururdu. Hâlbuki ondan izin istemiş olsaydım, bana izin verirdi.
Ama ben bunu, onun değerini yükseltmek için yapıyordum. Evinden çıktığında beni bu halde görünce şöyle derdi:
«— Ey Rasulüllah'ın (s.a.v.) amcaoğlu! Niçin geldin, haber verseydin ben sana gelirdim». Ben de şöyle cevap verirdim:
«— Benim sana gelmem daha münasiptir. İlmin ayağına gidilir. İlim ayağa gelmez». Bundan sonra öğrenmek istediğim hadisi sorardım.
İbn Abbas, ilim elde etmek için nefsini ayaklar altına aldığı gibi, alimlerin değerini yüceltirdi.
İşte, vahiy kâtibi olan, hüküm vermede, fıkıhta, kıraatte ve fera izde Medine halkının başı Zeyd İbn Sabit hayvanına binmek istiyor, Haşim oğullarına mensup genç Abdullah İbn Abbas onun huzurunda, kölenin efendisinin huzurunda durduğu gibi duruyor, üzengisini ve hayvanın yularını tutuyor.
Zeyd ona:
«— Vazgeç Rasulüllah'ın (s.a.v.)  amcaoğlu!» diyor. İbn Abba cevap veriyor:
Biz alimlerimize böyle davranmakla emrolunduk, Zeyd:
«— Elini göster bana», dedi. İbn Abbas elini çıkardı. Zeyd onun elinin üzerine eğilip öptü ve şöyle dedi:
«— Biz de, Peygamberimiz'in Ehl-i Beyt'ine böyle davranmakla emrolunduk».

Onun hakkında Tabiin büyüklerinden Mesruk İbnu'l-Ecda şöyle demiştir :
«—, İbn Abbas'ı gördüğümde; insanların en güzeli,
Konuştuğunda;  insanların en güzel konuşanı,
Sohbet ettiğinde;   insanların en alimi demiştim».
İbn Abbas'ın elde etmek istediği ilim tamam olunca, kendisi halka Mim öğreten bir öğretmen,
Evi de Müslümanların üniversitesi olmuştu.
Evet, kelimenin tam anlamıyla modern çağımızdaki bir üniversite olmuştu.
İbn Abbas'ia bizim şimdiki üniversitelerimiz arasındaki fark şudur: Bugünün üniversitelerinde yüze yakın, bazen de yüzlerce profesör bir araya gelir.
İbn Abbas üniversitesi ise, bir tek profesörün omuzları üzerinde durmaktadır. O da İbn Abbas'ın kendisidir.
Arkadaşlarından  birisi şöyle anlatmaktadır:
«— İbn Abbas'ın bir toplantısını gördüm. Eğer bütün Kureyş, onunla övünmüş olsaydı, övünç vesilesi olarak onlara yeterdi».
Halkın onun evine giden yollarda toplanmış olduğunu, hatta yolların onlara dar geldiğini gördüm. Yanına girip kapısında insanların toplandığını ona haber verdim. Şöyle dedi:
«— Bana abdest suyu hazırla». Abdest aldıktan sonra oturup şöyle dedi:
«— Dışarı çık ve onlara de ki: Kim Kur'an lehçeleriyle ilgili bir soru sormak istiyorsa içeri girsin». Dışarı çıktım ve onlara söyledim. İçeri girenler evi ve odaları doldurmuştu. Birisi ona bir konuda sorar sormaz; hemen, tam olarak ve daha fazlasıyla cevap veriyordu: Arkasından da :
«— Kardeşlerinize yol açın» dedi, onlar da çıktılar. Bana şöyle dedi:
«— Dışarı çık ve şöyle söyle: Kim Kur'an'ın tefsirini ve tevilini sormak istiyorsa içeri girsin». Çıkıp onlara söyledim.
Yine evi ve odaları doldurdular.   Kendisine sorulanlara hemen, tam olarak ve fazlasıyla cevap veriyordu. Arkasından da:
«— Kardeşlerinize yol açın» dedi. Onlar da dışarı çıktılar. Baha da şöyle dedi:
«— Dışarı çık ve şöyle söyle: Kim helal, haram ve fıkıhtan sormak istiyorsa içeri girsin». Dışarı çıktım ve onlara söyledim. Yine içeri girip evi ve odaları doldurdular. Kendisine sorulanlara hemen tam olarak cevap veriyordu. Sonra:
«— Kardeşlerinize yol açın» dedi. Onlar çıktılar. Bana tekrar şöyle dedi:
«—Dışarı çık. Kim feraiz ve benzeri şeyleri sormak istiyorsa içeri girsin». Çıkıp onlara söyledim. Yine evi doldurdular. Herhangi bir şey sorduklarında, sorularını hemen ve tam olarak cevaplandırıyordu. Sonra onlara:
«— Kardeşlerinize yol açın» dedi ve onlar da dışarı çıktılar. A kasından bana şöyle dedi:
«— Şimdi çık ve kim; dil, şiir ve Arapların kelam-ı gariplerine ait bir soru sormak isterse içeri girsin». İçeri girdiler ve evi doldurdular. Ona herhangi bir şey sorulduğunda hemen ve tam olarak cevap veriyordu.
Bu haberi nakleden kimse şöyle demiştir:
«— Kureyş in tümü bunlarla övünmüş olsaydı, onlara övünç vesilesi olarak yeterdi».
İbn Abbas, sanki kapısında bu kalabalığın meydana gelmemesi için ilmi günlere dağıtmayı düşünmüştü:
Haftada bir gün, sadece tefsir anlatmak için, Bir gün sadece fıkıh anlatmak için,
Bir gün sadece mağazi  anlatmak için,
Bir gün sadece şiir anlatmak için,
Bir gün sadece eyyam-i arab anlatmak için otururdu.
Onunla ilim meclisine oturup da ona boyun eğmeyen hiç bir alim yoktu.
Birisinin soru sorup da ondan cevap alamaması vaki değildi.
İbn Abbas yaşının küçüklüğüne rağmen ilim ve anlayışının fazlalığı sebebiyle Hulefa-i Raşidin'in danışmanı olmuştu.
Ömer İbnu'l-Hattab'ın bir işi çıktığında veya bir problemle karşılaştığında, sahabenin büyüklerini ve onlarla birlikte Abdullah İbn-i Abbas’ı çağırtırdı. Abdullah geldiği zaman ona büyük değer verir, kendine yakın bir yere oturtur ve şöyle derdi:
«— Halledilecek bir meselemiz var, onu halledecek olan sen ve senin gibilerdir».
Bir defasında, Abdullah'ı kendine tercih etmesi, genç olmasına rağmen onu yaşlılarla bir tutması sebebiyle tenkit edilmiş ve bunun üzerine şöyle demişti:
«— Şüphesiz o, olgun yaşta bir gençtir. Onun çok soran bir dili, çok anlayışlı bir yüreği vardır».
İbn Abbas, yüksek tabakaya ilim öğretirken, halkın kendi üzerinde hakkı olduğunu unutmamıştı. Onlara da vaaz ve irşat toplantıları düzenlerdi. Onun şu sözleri günahkârlara hitap eden vaazlarındandır:
«— Ey günahkâr! Günahının akıbetinden emin olma. Günahtan sonrakinin, günahın kendisinden daha büyük olduğunu bil.
Günah işlerken, sağındakiler ve solundakilerden utanmaman günahtan az değildir.
Allah'ın sana ne yapacağını bilmeden, günah işlerken gülmen, günahtan daha büyüktür.
Günah kazandığında sevinmen günahtan daha büyüktür.
Kazanamadığın günaha üzülmen günahtan daha büyüktür.
Allah'ın seni gördüğüne hiç aldırış etmeyip bütün varlığınla günah işlerken elbiseni kımıldatan rüzgârdan korkman günahtan daha büyüktür.
Ey günahkâr! Allah Teâla; Eyyub (a.s.) un vücuduna hastalık verip malını yok ettiği zamanki günahının ne olduğunu biliyor musun?
Onun günahı, sadece ve sadece bir zavallının kendisine yapılan zulmü gidermesi için yardım istemesi ve onun da yardım etmemesiydi».
İbn Abbas yapmadıklarını söyleyen, kendileri sakınmadıkları halde başkalarına yasaklayanlardan değildi. O çok oruç tutar ve çok namaz kılardı.
Abdullah İbn Muleyke ondan şöyle bahsetmektedir:
«— Mekke'den Medine'ye kadar Abdullah İbn Abbas'la birlikte yolculuk etmiştim. Konakladığımız bir yerde, herkes aşırı yorgunluktan dolayı derin bir uyku çekerken, o gecenin yarısında kalkıp namaz kılmıştı.
Bir gece de, onun şu ayeti okuduğunu görmüştüm.
«Ölüm baygınlığı, gerçek olarak gelmiştir. İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir». (Kaf Suresi, ayet: 19)
Bu ayeti sabah oluncaya kadar defalarca okuyup ağlamıştı.
Bütün bunlardan başka Abdullah İbn Abbas'ın şöyle bir özelliği vardı:                                                                         
O, güzel ve parlak yüzlü bir kimseydi. Allah (c.c.) korkusundan gece yanlarında kalkıp ağlardı. Öyle ki, yumuşak yanaklarına akan yaşlar kalın kaim izler yapardı.
İbn Abbas, ilmin son noktasına ulaşmıştı. İşte buna bir delil:
Halİfe Muaviye İbn Ebi Sufyan bir sene hacca gitmek üzere yola çıkmıştı.
Abdullah İbn Abbas da hacca gitmek üzere yola çıkmıştı. Abdullah ne bir komutan ne de bir başkan idi.
Muaviye'nin maiyetinde devlet adamları vardı.
Abdullah İbn Abbas'ın maiyetinde ise halifeninkinden üstün olan ilim öğrencileri vardı.
İbn Abbas 70 yıl yaşamıştır. Bu süre içinde dünya; ilim, anlayış, hikmet ve takva ile dolmuştur.
Öldüğünde namazını Muhammed İbnu'l-Hanefiyye hayatta kalan sahabeler ve büyük tabiiler kılmıştır.
Toprağa verdikleri sırada, birisinin şu ayeti okuduğunu duydular:
«— Ey emin ve mutmain ruh! Birbirinizden razı olarak Rabbine dön. Haydi, kullarımın içine gir. Cennetime gir». (Fecr Suresi, ayet: 30)

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 02 Tem 2013 08:15:20
Hayırlı günler dilerim.

2 Temmuz 2013 Salı  –  23 Şaban 1434

NU'MAN İBNİ MUKARRİN EL-MUZENİ

«İman ve nifakın evleri vardır. Mukarrin oğullarının evi iman evlerindendir.»
Muzeyne kabilesi evlerini Mekke'yle Medine arasında uzanan yolda Yesrib'e yakın olarak yapıyorlardı.
Rasulüllah (s.a.v.) Medine'ye hicret etmiş, onunla ilgili haberler gidip gelenler vasıtasıyla Muzeyne'ye ulaşmaya başlamıştı. Ondan sadece hayra dair haberler geliyordu.
Bir akşam, kavminin efendisi Numan İbn-i Mukarrin el Muzeni, dostlarıyla ve kabilesinin yaşlılarıyla birlikte her zamanki toplantı yerinde oturup onlara şöyle konuştu:
«— Ey kavmim! Vallahi biz Muhammed'den ancak iyi şeyler öğrendik. Onun davetinden; merhamet, iyilik ve adaletten başkasını duymadık. Başkaları ona koşarken, biz niçin yavaş davranıyoruz?»
Daha sonra sözüne şöyle devam etti:
«— Ben, yarın erkenden ona gitmeye karar verdim. İçinizden kim benimle beraber olmak istiyorsa, hazırlansın».
Numan'ın sözleri kavmine çok tesir etmişti. Sabahleyin, on kardeşini ve 400 Muzeyne'li süvariyi Rasulüllah'la (s.a.v.) görüşmek ve Allah'ın dinine girmek üzere, kendisiyle birlikte Yesrib'e gitmek için hazır vaziyette buldu.
Ancak Numan, bu kalabalık toplulukla, Müslümanlara bir şeyler götürmeden Peygamber'in yanına gitmeye utandı.
Ama geçirdikleri kıtlık yüzünden ellerinde avuçlarında fazla bir şey kalmamıştı.
Numan kendisinin ve kardeşlerinin evlerini dolaştı, kıtlıktan arta kalan birkaç koyunu toplayıp Rasulüllah'ın (s.a.v.) huzuruna getirdi. Hepsi İslam'a girdiklerini açıkladılar.
Numan İbn-i Mukarrin'le beraberindekilerin Müslüman oluşuna sevinmekten dolayı, Yesrib bir uçtan bir uca çalkalandı. Çünkü daha önce hiçbir arabın evinden, baba bir onbir kardeşin ve onlarla birlikte 400 süvarinin Müslüman olduğu vaki değildi.
Rasulüllah (s.a.v.) da Numan'ın Müslüman oluşuna çok sevindi. Allah Teâla onun getirdiği koyunları kabul edip onun hakkında şöyle buyurdu:
«Bedevilerden öyle kimse vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe imanı, infak edeceğini Allah yanında yakınlıklara ve o Peygamberin dualarına (vesile) edinir. Haberiniz olsun ki, bu onlar için gerçek bir yakınlıktır. Allah, onları rahmetine koyacaktır. Şüphesiz ki Allah, çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir». (Tevbe suresi, ayet: 99)
Numan İbn-i Mukarrin, Raaulüllah'ın (s.a.v.) sancağı altına girmiş ve hiç aksatmaksızın onun bütün savaşlarında bulunmuştu.
Hz. Ebu Bekir halife olunca, Numan, kavmi Beni Muzeyne'yle birlikte irtidat olaylarının bastırılmasında kesin bir tavır takınmış ve bu çok etkili olmuştu.
Hz. Ömer'in halifeliği zamanından Numan İbn-i Mukarrin'e ait, tarihin dilinden düşürmeyip övgüyle bahsettiği daima, taptaze kalan bir hatıra vardır.
Kadisiyye'den az önce, Müslüman ordularının komutanı Sa'd İbn-i Ebi Vakkas, İslam'a davet için Numan İbn-i Mukarrin başkanlığındaki bir heyeti Kisra Yezdücerd'e göndermişti.
Heyet, Kisra'nın Medain'deki sarayına vardığında, huzuruna girmek için izin istediler ve o da girmelerine izin verdi. Bir tercüman çağırtıp ona şöyle dedi:
«—Onlara sor: Sizi buraya gelip bizimle savaşmaya teşvik eden sebep nedir? Belki siz, sırf bizimle savaşmayı arzu edip bize karşı cesaret gösterdiniz. Çünkü biz hep sizinle uğraştık ama sizi yenemedik».
Numan yanındakilere dönüp şöyle dedi
—İsterseniz ona sizin namınıza ben cevap vereyim. Eğer içinizde onunla konuşmak isteyen varsa, onun konuşmasına izin veririm»,
«— Yok, sen konuş» dediler. Oradakiler Kisra'ya dönüp:
«— Bu adam bizim dilimizle konuşur, söylediğini dinle» dediler.
Numan, Allah'a hamd ve senada bulunup Peygamberine salat ve selam getirdikten sonra şöyle konuştu:
«—Şüphesiz Allah bize acıdı ve bize iyiyi gösterip onu emreden, kötüyü tanıtıp bizi ondan yasaklayan bir peygamber gönderdi. Bize eğer davet ettiği şeyi kabul edersek Allah'ın dünya ve ahiret iyiliklerini vereceğini vadetti.
Kısa bir zamanda Allah darlığımızı genişliğe, zilletimizi izzete, aramızdaki düşmanlığı da kardeşlik ve merhamete çevirdi.
Bize, insanları hayırlı şeylere davet etmemizi ve önce yakınlarımızdan başlamamızı emretti.
Biz sizi dinimize girmeye davet ediyoruz. Bizim dinimiz; güzelin tümünü güzel gören ve ona teşvik eden, çirkinin tümünü çirkin gören ve ondan sakındıran bir dindir. Bu din, inananları küfrün karanlık ve zulmünden, imanın aydınlık ve adaletine götürür.
Eğer İslam’ı kabul ederseniz; aranızda Allah'ın Kitabını koyar, onun hükümleriyle hükmetmek üzere, bazı zevatı bırakır, sonra çıkar gider ve sizi kendi halinize bırakırız.
. Şayet Allah'ın dinine girmeyi kabul etmezseniz, sizden cizye alırız ve sizi himaye ederiz. Cizye vermeyi de kabul etmezseniz sizinle savaşırız».
Yezdücerd bunları duyunca küplere bindi ve şöyle cevap verdi:
«—: Dünyada sizden daha bedbaht, sayıca sizden daha az, daha dağınık ve hali daha perişan bir millet bilmiyorum.
Biz, sizin durumunuzu bölge valilerine havale ediyorduk, onlar bize itaatinizi sağlıyorlardı...»
Hiddeti biraz geçip sözüne şöyle devam etti:
«— Eğer bir ihtiyaçtan dolayı bize geliyorsanız, memleketiniz bolluğa kavuşuncaya kadar size erzak verelim, sizin ve kavminizin ileri gelenlerini giydirelim ve bizim tarafımızdan, size yumuşak davranacak bir hükümdar tayin edelim».
Heyettekilerden birisi, yeniden onun hiddet ve öfkesini artıracak şekilde bu teklifi reddetti. O da tekrar şöyle konuştu:
«— Eğer elçiye zeval yoktur kaidesi olmasaydı, sizi öldürürdüm. Kalkın, benim size verecek hiçbir şeyim yok. Komutanınıza şöyle haber verin : «Ona, hepinizi Kadisiyye hendeğine gömecek olan Rüstem’i gönderiyorum».
Daha sonra Kisra, kendisine bir yük toprak getirilmesini emretti ve getirdiler. Adamlarına:
«— Toprağı bunların en şereflisine yükleyin, onu halkın göreceği şekilde bizim taht merkezimizin kapılarından çıkıncaya kadar önünüzde sürün..»
Heyettekilere sordular:
«— Sizin en şerefliniz kimdir?" Asım İbn-i Umer koşup:
«— Benim» dedi.
Medain'den çıkıncaya kadar toprağı onun sırtına yüklediler. Daha sonra Asım, toprağı kendi devesine yükleyip Sa'd İbn Ebi Vakkas'a götürdü. Sa'd, Allah'ın İran'ın fethini Müslümanlara nasip edeceğini ve onların toprağına Müslümanların sahip olacağını müjdeledi.
Nihayet Kadisiyye harbi oldu. Hendek binlerce ölünün cesediyle doldu ama bunlar Müslüman askerlerininki değildi, Kisra'nın askerlerinin cesetleri idi.
İranlılar Kadisiyye yenilgisini bir türlü hazmedemediler. En iyilerinden toplayabildikleri kadar asker topladılar sayıları 150 bine ulaştı. Hz. Ömer bu büyük topluluğun haberini alınca, böyle büyük bir tehlikeyi bizzat kendisi halletmeye karar verdi.
Fakat Müslümanların ileri gelenleri onu bu kararından vazgeçirdiler. Bu büyük meselede kendisine güvenilen bir komutanı göndermesini tavsiye ettiler.
Ömer, şöyle dedi:
«— Bana bu cepheye gönderebileceğim birisini tavsiye edin».
«—Askerlerini sen daha iyi bilirsin, Müminlerin Emiri!» dediler.
«— Müslüman ordusunun başına iki ordu karşılaştığında mızrakların dişlerinden daha ilerde olan birisini getirmek istiyorum. O da Numan İbn-i Mukarrin el-Muzeni'dir» dedi.
«— Buna, o layıktır» diye cevap verdiler.
Hz. Ömer ona şu mektubu yazdı:
«Allah'ın kulu Ömer İbnu'l-Hattab'dan Numan İbn-i Mukarrin'e:
Kalabalık bir İran ordusunun sizinle savaşmak için Nihavend şehrinde toplandığını haber aldım. Bu mektubumu aldığında, Allah'ın emri, yardımı ve desteğiyle maiyetindeki Müslümanlarla birlikte yola çık. Onları sarp yerlerden yürütme, çünkü eziyet etmiş olursun... Bir Müslüman bana yüz bin dinardan daha iyidir. Selam senin üzerine olsun».
Numan, düşmanla karşılaşmak için ordusunu getirdi. Yolu keşfetmeleri için, önce süvari keşif kuvvetlerini öne sürdü. Süvariler Nihavend'e yaklaşınca, atları yürümediler ileri sürdüler ama atlar bir türlü yürümüyordu. Atlarından inip durumu anlamak istediler. Atların ayaklarında, çivi başına benzeyen demir kıymıkları gördüler. Yerleri araştırdılar, bir de ne görsünler! İranlılar, Nihavend'e gidecek atlı ve yayaları engellemek için yollara demir dikenler dökmüşler.
Süvariler durumu Numan'a haber verip bu konuda onun görüşünü sordular. Numan onlara, bulundukları yerden ayrılmamalarını ve düşmanın görmesi için geceleyin ateş yakmalarını emretti. Böylece korkmuş ve yenik düşmüş numarası yapacaklar, düşman da onlara yetişmek için harekete geçerek yollara döktükleri demir dikenleri temizleyecekti.
İranlılara oynadıkları bu oyun tutmuştu. Düşman, Müslüman ordusunun öncü birliğinin yenik bir halde geri döndüğünü görünce, hemen işçilerini gönderip yollardaki dikenleri temizletti. Müslümanlar da tekrar hücuma geçip bu yolları ele geçirdiler.
Numan İbn-i Mukarrin askerlerini Nihavend'in yüksek tepelerinde toplayıp düşmana ani bir baskın yapmaya karar verdi. Askerlerine şöyle konuştu:
«— Ben üç defa tekbir getireceğim, birinci tekbirde herkes hazırlansın, ikincide: Herkes silaha sarılsın. Üçüncüde: Allah’ın düşmanlarına saldıracağım. Siz de benimle birlikte saldırın».
Numan İbn-i Mukarrin üç tekbiri de getirdi. Kükremiş bir aslan gibi düşman saflarına daldı. Onun arkasından da Müslüman askerleri sel gibi coştular. Taraflar arasında, tarihin benzerine az rastladığı çok şiddetli bir savaş oldu. İran ordusu dağılıp gitti. Ölüleri dağı taşı doldurdu. Her yerden düşman kanı aktı. Numan İbn-i Mukarrin'in atı bu kanlardan kayıp yere yıkıldı. Numan da öldü. Kardeşi sancağı elinden alıp üzerini bir örtüyle kapattı. Öldüğünü de Müslümanlardan gizli tuttu.
Müslümanların «Fetihler fethi» diye isimlendirdiği büyük zafer tamam olup galip gelen askerler kahraman komutanları Numan İbn-i Mukarrin'i sorunca, kardeşi üzerindeki örtüyü kaldırıp şöyle dedi:
«— İşte komutanınız, Allah, verdiği fetihle, onun gözünü aydın etmiş ve onu şehitlik mertebesine kavuşturmuştur».

Çevrimdışı ılgın01

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.100
  • 6.273
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 2.100
  • 6.273
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 02 Tem 2013 16:55:32
Şaban, Receb ile Ramazan arasında bir aydır. Fakat insanlar on(un fazîletin)den gafildir. Halbuki onda kulların amelleri, Rabbü'l-Alemîn'e yükselir. Ben de oruçlu olduğum halde amelimin Allah'a yükselmesini severim." buyurulmuş tur.
 
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-'ın rivayet etmiş olduğu bir hadiste Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
 "Receb ayının diğer aylar üzerine fazîleti, Kur'ân-ı Kerimin diğer kitaplar'üzerine üstünlüğü gibidir. Şaban'ın diğer aylar üzerine üstünlüğü, benim diğer peygamberler üzerine fazlım gibidir. Ramazan'ın diğer aylar üzerine fazîleti, Allah Teâlâ'nın, yarattığı varlıklar üzerine fazlı gibidir." buyurmuşlardır.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 03 Tem 2013 18:28:58
Hayırlı günler dilerim.

3 Temmuz 2013 Çarşamba  –  24 Şaban 1434

SUHEYB ER-RUMİ

«Alış-veriş karlı oldu, Ebu Yahya, Alış-veriş karlı oldu...»
Suheyb er-Rumi...
Biz Müslümanlardan bazıları Suheyb er-Rumi'yi tanımaz, onun bazı yönlerini ve hayatının bir bölümünü iyi bilmez!
Fakat çoğumuzun bilmediği, Suheyb'in Rumi (Bizanslı) olmadığıdır. Onun; babası Beni Numeyr, anası Beni Temim kabilesine mensup halis bir arap olduğudur.
Suheyb'in Rum'a (Bizans'a) nispetine dair tarihin devamlı hafızasında tutup sayfalarının söyleyip durduğu bir hikaye vardır.
Bisetten yirmi yıl kadar önce, İran hükümdarı Kisra tarafından tayin edilen Sinan İbn-i Malik en-Numeyri Ubulle’yi idare ediyordu.
Onun, Suheyb isimli 5 yaşlarında çok sevdiği bir çocuğu vardı.
Suheyb, parlak yüzlü, kızıl saçlı, gözlerinden zekâ fışkıran, hareketli ve üstün kabiliyetli bir çocuktu.
Ayrıca o, neşeli ve iyi kalpli idi. Babasına neşe verir, saltanatının sıkıntı ve kederlerini alır götürürdü.
Suheyb'in anası; küçük oğlu, bazı akraba ve hizmetçileriyle birlikte dinlenmek için Irak'ta bulunan Seniyy köyüne gitmişti. Rum (Bizans) ordusundaki bazı küçük birlikler köye baskın yapıp bekçileri öldürmüşler, malları yağmalamışlar ve köylüleri esir almışlardı.
Esir aldıkları kimseler arasında Suheyb de vardı.
Suheyb, Rum ülkesindeki köle pazarlarında satışa çıkarılmış ve elden ele dolaşmaya başlamıştı. Bir efendinin hizmetinden diğerine geçiyordu. Onun bu hali, Rum ülkesinin saraylarını dolduran binlerce köleden farklı değildi.
Bu durum Suheyb'e, Rum toplumunun derinliklerine inmek ve iç durumuna vakıf olmak imkânını vermişti. O, Rum saraylarında yuvalanan pislik ve ahlaksızlıkları gözleriyle görmüş, orada işlenen zulüm ve günahları kulaklarıyla duymuş ve bu toplumdan tiksinmişti.
Kendi kendine şöyle diyordu:
«— Böyle bir topluluğu ancak tufan temizler».
Suheyb Rum ülkesinde büyüyüp ve ora halkının arasında, yetişmesine, Arapçayı unutmak üzere olmasına rağmen, halinden çöl çocuğu bir Arap olduğu kaybolmamıştı.
Kölelikten kurtulup soydaşlarına kavuştuğu güne kadar hiç ümitsizliğe kapılmamıştı.
Bir Hristiyan kahini efendisine:                                         
«— Arap yarımadasındaki Mekke'den Meryem oğlu İsa'nın Peygamberliğini tasdik edecek ve insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak bir peygamberin çıkacağı zaman yaklaşmıştır» dediğini duyunca Suheyb'in Arap ülkesine dönme arzusu çok artmıştı.
Suheyb bir fırsatını bulup kölelikten kaçmış ve şehirlerin anası, Arapların sığınağı ve beklenen peygamberin gönderildiği yer olan Mekke'ye yönelmişti.
Mekke'ye gelip yerleştiğinde, Arapçayı iyi konuşamadığından ve saçlarının kızıl renkte olmasından dolayı halk ona Rumi (Bizanslı) Suheyb ismini vermişti.
Suheyb, Mekke'nin ileri gelenlerinden Abdullah İbni Cüdan ile anlaşıp beraber ticaret yapmaya başladılar. Yaptıkları bu ticaret sebebiyle, bol para kazandılar.
Ancak Suheyb'in ticaret yapıp bol para kazanması ona Hristiyan kâhinin sözünü unutturmadı.
Ne zaman hatırına gelse, hemen kendi kendine soruyordu:
«— Bu ne zaman olacak?»
Çok geçmedi ona cevap geldi:
Bir gün Suheyb, bir yolculuktan Mekke'ye dönmüştü. Ona:
Abdullah oğlu Muhammed'in peygamber olarak gönderilip, onun insanları tek olan Allah'a imana davet etmeye, adaletli olmaya, iyilik yapmaya teşvik etmeye, insanları kötülüklerden alıkoymaya başladığı anlatıldı, O da;
«— Bu, Emin lakabı verilen kimse değil mi?» dedi.
«— Evet» dediler.
«— Kaldığı yer neresi?»
«— Safa'da Erkam'ın oğlu Erkam'ın evi... Yalnız Kureyş'lilerden birinin seni görmemesine dikkat et. Eğer görürlerse, sana yapacaklarını yaparlar... Sen kimsesiz birisisin. Seni koruyacak ne hısımın, sana yardım edecek ne de akraban var».
Suheyb dikkatlice, Erkam'ın evine gitti. Oraya vardığında kapıda Ammar İbn Yasir'i gördü. Önceden onu tanıyordu. Bir an tereddüt etti. Sonra ona yaklaşıp:
«— Ne istiyorsun Ammar?» dedi. Ammar da:
«—Ya sen ne istiyorsun?» diye cevap verdi. Suheyb:
«— Bu zatın yanına girip söylediklerini bizzat kendisinden duymak istiyorum» dedi.
«— Ben de bunu istiyorum». - Öyleyse Allah'ın bereketi üzere birlikte girelim».
Suheyb İbn Sinan er-Rumi ile Ammar İbn Yasir Rasulüllah'ın (s.a.v.) huzuruna girip söylediklerini dinlediler. Göğüslerinde imanın nuru parladı ve ona ellerini uzatmak için yarışa girdiler. «Allah’tan başka Tanrı yoktur, Muhammed onun kulu ve elçisidir» diye şehadet getirdiler. Günün tamamını içerde, onun hidayet pınarından İçerek ve onunla sohbet ederek geçirdiler. Gece olup ortalık sakinleşince, karanlıkta her-biri; kalbine bütün dünyayı aydınlatmaya yetecek kadar ışığı koyarak onun yanından ayrıldı.
Bilal, Ammar, Sumeyye, Habbab ve birçok müminle birlikte Suheyb de Kureyş'in eziyetlerinden payına düşeni almıştı. Dağa inse, onu param parça edecek olan Kureyş'in işkencelerine göğüs germişti. Bütün bunları sakin ve sabırlı bir gönülle kabul etmişti, çünkü o Cennet'in yolunun sıkıntılarla kuşatılmış olduğunu biliyordu.
Rasulüllah (s.a.v.) ashabına Medine'ye hicret izni verdiğinde Suheyb, Rasulüllah (s.a.v.) ve Ebu Bekir'le birlikte gitmeye karar verdi ama Kureyş onun hicret kararını anlayıp onu amacından alıkoymuştu. Ellerinden kurtulmaması ve ticaretten kazandığı altın ve gümüşleri yanında götürmemesi için ona gözcüler dikmişti.
Suheyb, Rasulüllah'la (s.a.v.) arkadaşının hicretinden sonra onlara kavuşmak için fırsat bekliyordu. Fakat istediği olmamıştı. Çünkü gözcülerin gözleri hiç kapanmıyor, devamlı uyanık duruyordu. Onun için hile yapmaktan başka çare bulamamıştı.
Soğuk bir gecede Suheyb, sanki ihtiyacını gideriyormuş gibi birkaç defa helaya çıktı. Heladan çıkıyor arkasından tekrar gidiyordu.
Gözcüler birbirlerine:
«— İçiniz rahat olsun. Lat ve Uzza onu karnındakilerle uğraştırıyor» dediler. Daha sonra yataklarına çekilip gözlerini uykuya teslim ettiler.
Suheyb böylece aralarından sıyrılıp Medine'nin yolunu tuttu. Suheyb yola çıktıktan biraz sonra, gözcüler işin farkına varıp ürpertiyle uykularından fırladılar. Yarış atlarına binip doludizgin yola koyuldular ve ona yetiştiler.
Suheyb onların yaklaştığını anlayınca, yüksek bir yerde durdu. Sadağından okları çıkarıp yayına koydu ve şöyle dedi:
«— Kureyşliler! Vallahi siz benim çok iyi ok attığımı ve isabet ettirdiğimi bilirsiniz.
Ben yanımdaki okların her biriyle birinizi öldürmedikçe bana ulaşamazsınız.
Daha sonra da sizinle elimde kalan tek şeyim kılıcımla dövüşürüm».
Birisi ona şöyle dedi:
«—Vallahi, seni hem canınla hem de malınla bizden üstün bir halde bırakamayız...
Sen Mekke'ye zayıf ve yoksul olarak geldin, zenginleştin ve şimdiki haline ulaştın». O da şöyle cevap verdi:
«Malımı size bırakırsam, beni serbest bırakmaya ne dersiniz?» Onlar:
«—Tamam» dediler.

Böylece onlara Mekke'deki evinde parasını koyduğu yeri tarif etti. Onlar Mekke'ye gidip oradan parayı aldılar ve sonra onu serbest bıraktılar.
Suheyb dinini kurtararak Medine'ye doğru hızla yürümeye başladı. Öyle ki toplamak için ömür çiçeğini tükettiği malına hiç üzülmeden. Her yorgunluk ve bitkinlik hissedişinde, Rasulüllah'a (s.a.v.) olan özlemi artıyor, ona tekrar canlılık geliyor ve yürümeye devam ediyordu.
Küba’ya vardığında, Rasulüllah (s.a.v.) onun geldiğini gördü ve sevinçle onu karşılayıp şöyle dedi:
«— Alış-veriş karlı oldu, Ebu Yahya, alış-veriş karlı oldu». Bu sözü üç defa tekrarladı.
Suheyb'in yüzünde bir sevinç görüldü ve şöyle dedi   
«— Vallahi, benden önce sana hiç kimse gelmedi ya Rasulallah! Bunu sana ancak Cebrail haber vermiştir».
Gerçekten alış-veriş karlı olmuştu... Bunu gökten gelen vahiy de doğrulamıştı.
Buna Cebrail de şahit olmuştu... Suheyb hakkında şu ayet nazil olmuştu:
«İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, Allah'ın rızasını isteyerek nefsini Allah'a ibadet yolunda sarf eder. Allah ise kullarına çok merhamet edicidir». (Bakara Suresi, ayet: 207)
Ne mutlu Suheyb İbn-i Sinan er-Rumi'ye... Onun sonu ne güzel olmuştur.

Çevrimdışı omerf

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.624
  • 9.841
  • 2.624
  • 9.841
# 03 Tem 2013 18:51:15
arkadaşlar, böyle dini bilgileri ,Din Büyüklerinin hayatını paylaştığınız için teşekkürler.Hayırlı günler dilerim.

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK