İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı Gül Rengi

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.949
  • 47.578
  • 2.949
  • 47.578
# 18 Nis 2016 16:39:42
Öğretmen mezun olmak üzere olan öğrencilerine okulun son günü son bir ders daha vermek için tahtaya geçiyor. Tahtaya kocaman (1) bir rakamı çiziyor.

- Bu bir rakamı sizin kişiliğinizdir. Uzun emekleriniz, çalışmalarınız sonunda bugün mezun olmayı başardınız.

Sonra (1) birin yanına bir (0) sıfır koyuyor:

- Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1) biri (10) on yapar.

Bir (0) sıfır daha koyuyor:

- Bu, sıfır da okul sonrasında yıllar içinde oluşacak tecrübedir. (10) on iken (100) yüz olursunuz. Hayatın akışında yetenek, disiplin, sevgi, saygı… Sıfırlar eklenip böyle uzayıp gider: Eklenen her yeni (0) sıfır kişiliğinizi (10) on kat zenginleştirir.

Öğretmen sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1) biri siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor ve öğretmen dersin son sözünü söylüyor:

- Kişiliğiniz yoksa veya kişiliğinizden ödün vermişseniz sahip olduğunuz tüm özelliklerin bir anlamı kalmaz.
   

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.894
  • 228.021
  • 28.894
  • 228.021
# 18 Nis 2016 16:47:37
  :-[ :-[ÖN /YARGI...

Dergaha misafir olarak gelmişti , bir kaç gün misafir olarak ağırlandı, hiçbir iş buyurulmadı.
Birgün ders sonunda hocası
*Mescidin tozunu süpürüver* demişti.
O sözden sonra onu dergâhta bir daha gören olmadı.
Arkadaşları **çok ayıp etti misafir gibi kalırken iyiydi, mescidin tozunu süpür denilince kaçtı gitti** diye konuşuyorlardı.
Birkaç gün sonra çarşıda gördüler.
"Yaptığın hiç iyi olmadı mescid süpürmekten kaçmayacaktın..".dediler.
Dervişin verdiği cevap düşündürücü idi
***BEN MESCİDİ SÜPÜRMEKDEN KAÇMADIM...
HOCAM MESCİDİN TOZUNU SÜPÜR BUYURUNCA...
ORADA KENDİMDEN BAŞKA TOZ GÖREMEDİM!!!
demiş.

RABBİM hepimize toprak kadar MÜTEVAZİ OLMAYI,.
ALLAH'ın nuru ile FERASET SAHİBİ OLABİLMEYİ ,
bir kişinin yaptığı işin hikmetini bilmeden SUİ-ZANDA BULUNMAMAYI nasip etsin...
 :-\ :-\ :-\

Çevrimdışı harslan05

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 3.404
  • 69.750
  • 3.404
  • 69.750
# 18 Nis 2016 17:58:20
...

Çevrimdışı albatros44

  • Bilge Üye
  • *****
  • 6.328
  • 47.832
  • Lise Branş Öğrt.
  • 6.328
  • 47.832
  • Lise Branş Öğrt.
# 19 Nis 2016 10:14:44
Ahfeş'in Keçisi

Ahfeş, Arap gramerinin en büyük âlimlerinden üç ayrı kişinin adıdır: Ebü'l-Hasan Said b- Mes'ade, Ebü'I-Hattâb Abdülhamid ve Ali b. Süleyman. Bunların her üçü de yaptıkları çalışmalarıyla Arapça'ya büyük hizmetlerde bulunmuşlar, ancak içlerinden birinin adı, bu çalışmalarından dolayı değil; çalışma sisteminden dolayı ibretle anıla gelmiştir.

Ahfeş kelimesi aslında tropikal iklimlerde görülen bir tür göz hastalığının adıdır. Güneşe ve ışığa aşırı duyarlılık sebebiyle ortaya çıkan bu hastalığa yakalananlar gözlerini kısarak bakmak zorunda kalırlar, bu da ciltlerinde bozulmalara sebep olurmuş. Ahfeşlerin gözleri küçük olup geceleyin gündüzden, bulutlu havada da gün ışığından daha iyi görürlermiş. Söz konusu dilci de bu illetten muztarip olduğundan Ahfeş lakabıyla tanınmış ve asırlar içerisinde artık adı yerine yalnızca lakabı kullanılmıştır.

Ahfeş, yaşadığı muhit itibariyle dil konusunda verdiği dersleri dinlemeye istekli kimse bulamaz, sayıları birkaçı geçmeyen öğrencileri de sık sık derslere devamsızlık ederlermiş. Böyle durumlarda Ahfeş hem öğretmenliğin hakkını vermek, hem devletten aldığı parayı hak etmek, hem de bilimsel araştırmalarını ilerletmek için öğrencisiz sınıfta dersini anlatmaya devam eder, kesinlikle vazifesini aksatmazmış. Ancak sınıfta bir muhatap olursa ders takririnin daha zevkli geçeceğini düşünüp keçisinin boynuna bir ip geçirerek bir öğrenci gibi kendisiyle beraber derslere getirmeye başlamış. Dersini anlatıyor, gerekii yerlerde "Anladın mıııı?" diyerek keçinin yularını çekiyormuş. Keçi, yuları her çekildikçe mecburen başını öne eğiyor, Ahfeş de bunu tasdik manâsına alıp bir sonraki bahse geçiyormuş. Ahfeş ile keçisi arasındaki bu hoca-öğrenci ilişkisi o kadar uzun sürmüş ki, sonunda keçi Ahfeş'in "Anladın mııı?" manâsına gelen hitabım duyar duymaz, ipinin çekilmesine gerek kalmadan şartlı refleks ile başını sallamaya başlamış.

Ahfeş, yıllarca derslerine böyle devam etmiş ve dilin inceliklerini öğrenecek İnsan bulamayınca keçisine öğretmeyi bir görev şuuru saymış.Ama ne yazık ki keçisi asla konuşamamış.

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 19 Nis 2016 10:26:54
KABUS

Çocukluğundan beri dar mekanlardan sıkılır ve bu tür yerlerden feryat edercesine uzaklaşırdım. İleri yaşlarda bunun bir hastalık olduğunu anlamış, fakat bu illetten bir türlü kurtulamamıştım.
Oysa ki o dar mekanlara, şimdi ister istemez girecektim.
Beni sarıp sarmalamışlar ve uzunca bir tabuda yerleştirmişlerdi. Çevremde dolaşanların seslerini gayet iyi duyuyor ve gözlerim kapalı olmasına rağmen, her nasılsa onları görebiliyordum.
-Genç yaşta öldü zavallı, diyorlardı. Halbuki yapacak ne kadar çok işi vardı.
Gerçekten de bir çok işim yarım kalmıştı. Mesela oğluma iyi bir işyeri açamamış, araba ile renkli televizyonunun taksitlerini henüz bitirememiştim. Büyük bir firma kurup dostlarımı orada toplamak da artık hayal olmuştu. Üstelik kış çok yaklaştığı halde odun kömür işini halledememiş ve çatının akan yerlerini aktaramamıştım.
Yarıda kalan işlerimi arka arkaya sıralarken, kulaklarımı çınlatan bir sesle irkildim. Sanki mikrofonla söylenen bu ses beynimin en ücra köşelerinde yankılanıyor ve :
-“Geçti artık geçti”, diyordu.
İçimden “keşke geçmemiş olsaydı” diyordum. Nereden başıma gelmişti o kaza bilmem ki? Halbuki ne kadar da iyi araba kullanırdım.
Olup bitenleri hatırlamaya çalışırken, dostlarımın çevremi sardığını ve içinde bulunduğum tabutun kapağını örtmeye çalıştıklarını fark ettim. Onları engellemek için avazım çıktığı kadar bağırmak ve çırpınmak istediğim halde ne kımıldayabiliyor, ne de bir ses çıkartabiliyordum. Biraz sonra koyu bir karanlıkta kalmış ve gözlerimi, tabutun tahtaları arasından sızan ışığa çevirmiştim. Dehşet içinde:
-Aman Allah’ım!.. dedim. Ne olacak şimdi halim?
Korkudan hiçbir şey düşünemiyordum. Bu arada omuzlara kaldırılmış ve sallana sallana götürülmeye başlanmıştım. Dışarıdaki seslerden yağmur yağdığı belli oluyor ve su damlacıklarının sesi, tabutumun gıcırtısına karışıyordu.
Cenaze namazı için camiye gidiyor olmalıydık.
Cami deyince aklıma gelmişti. Çok yakınımızda olmasına ve her gün beş defa davet edilmeme rağmen, bir türlü vakit bulup gidememiştim. Ama her zaman söylediğim gibi elli yaşına gelince namaza başlayacak ve herkesin şikayet ettiği kötü alışkanlıklarımı terk edecektim.
Evet evet, şu kaza olmasaydı, ileride ne iyi bir insan olacaktım.
Daha önceden duyduğum ve nereden geldiğini kestiremediğim ses :
-Geçti artık geçti, diye tekrarladı.”Bitti artık”
Biraz sonra namazım kılınmış ve tekrar omuzlara kaldırılmıştım. Mahallemizdeki kahvehanenin önünden geçerken, her gün iskambil oynadığımız arkadaşlarımın neşeli kahkahalarını işitiyor ve “herhalde ölüm haberimi duymamış olacaklar” diye düşünüyordum. Sesler iyice uzaklaştığında, eğik bir şekilde taşındığımı hissederek mezarlığa çıkan yokuşu tırmandığımızı anladım. Şiddetle yağan yağmurun tabuttaki çatlaklardan sızarak kefenimi yer yer ıslattığının da farkındaydım. Buna rağmen dışarıda konuşulanlara kulak verdim. Dostlarımın bir kısmı piyasadaki durgunluktan bahsediyor, bir kısmı da milli takımın son oyununu methediyordu. Tabutumu taşıyan diğer biri ise, yanındakinin kulağına fısıldayarak:
-Rahmetlinin tersliği, öldüğü günden belli, diyordu. Sırılsıklam olduk birader.
Duyduklarım herhalde yanlış olmalıydı. Yoksa bunlar, uykularımı onlar için feda ettiğim dostlarım değil miydi?
Yolculuğum bir müddet sonra bitmiş ve tabutum yere indirilmişti. Kapak tekrar açıldı ve cansız vücudumu yakalayan kollar, beni dibinde su toplanmış olan bir çukura doğru indirdi.
Boylu boyunca yattığım yerden etrafıma baktım.
Aman Allah’ım!.. Bu kadar değil miydi?
O ana kadar buraya gireceğimi neden düşünmemiştim?
Sessiz feryatlarımı kimseye duyuramıyor ve dostlarımın, üzerimi örtmek için yarıştığını hissediyordum.
Tekrar zifiri karanlıkta kalmış ve bütün acizliğimle dua etmeye başlamıştım.
-Yarabbi , diyordum. Bir fırsat daha yok mu, senin istediğin gibi bir kul olayım. Ve kabrimi, cennet bahçelerinden bir bahçeye çevireyim.
Aynı ses, her zamankinden daha şiddetli olarak:
-Geçti artık geçti, diye tekrarladı. “Her şey bitti artık.”
Mezarımı örten tahtaların üzerine atılan toprakları çıkardığı ses gök gürültüsünü andırıyor ve bütün benliğimi sarsıyordu.
Son bir gayretle yerimden fırlayarak gözlerimi açtım. Odamdaki rahat yatağımda yatıyor, fakat korkunç bir kâbus görüyordum. Bitişik dairede oturan doktor arkadaşım beni ayıltmaya çalışarak:
-Geçti artık geçti, diye bağırarak duruyordu. “Geçti bak, hiçbir şeyin kalmadı.”
Yattığım yerden yavaşça doğruldum. Terden sırılsıklam olmuş ve sanki yirmi kilo birden vermiştim. Dışarıda sağnak halinde yağmur yağıyor, şimşek ve gök gürültüsünden bütün ev sarsılıyordu.
Etrafımdakilerin şaşkın bakışları arasında kendimi toplamaya çalışırken:
-Yarabbi, sana zerrelerim adedince şükürler olsun, diyordum. İyi bir kul olmak için ya bir fırsat daha vermeseydin?

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 19 Nis 2016 10:28:34
Yeşil Elbise

Yolda karşılaştığımızda ezan okunuyordu.
-Gel seni camiye götüreyim, dedim. Bugün Cuma biliyorsun.
-Sen de benim camiye gitmediğimi biliyorsun, dedi
-Biliyorum ama, sebebini gerçekten merak ediyorum.
-Ne bileyim olmuyor işte, dedi. Hem pantolonumun ütüsü bozulup, dizleri çıkar diye endişe ediyorum. Gayri ihtiyari gülmeye başladım.

-Herhalde şaka yapıyorsun, dedim. Bunun için cami terk edilir mi?

-Ciddi söylüyorum, dedi. Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin. Gerçekten öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.

-Peki, dedim.Hayatında hiç camiye gitmedin mi?
-Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim, dedi. Hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum. Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti. Daha sonra el sıkışıp ayrıldık. Onunla konuşmamızdan 2 ay sonra, kendisinin camide olduğunu söylediler. Hemen gittim. Bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve üzerinde yine yeşiller vardı. Yavaşça yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:

-Hani, dedim. Camiye gelmeyecektin? Hiç sesini çıkarmadı. Çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu.

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 19 Nis 2016 17:37:50
Fani Dünyada Geçinip Gidiyoruz

İki üç arkadaş bir yaz günü dinlenmek ve hoşça bir vakit geçirmek için bir su kenarına giderler. Su kenarı boyunca gezinirlerken uzaktan derenin içinde bir adam görürler. Adamın durumu gerçekten dikkat çekicidir. Adam, suyun içinde pantolonunu dizlerine kadar sıvamış vaziyette, durmadan elinde bir şeyler örmekte, diğer yandan sallayıp durduğu başının üstündeki bir çıngırak devamlı olarak çalmaktadır. Biraz daha yaklaştıklarında adamın sırtında bir yayık olduğunu ve ağzıyla da bir şeyler mırıldandığını görürler. Adama selam verirler. Adam selamı alır.
Biri merak içinde sorar:
— Kolay gelsin. Kusura bakma ama sormadan edemeyeceğim, derenin içinde böyle durmadan bir o yana, bir bu yana ne yapıyorsun?
Adam:
— Hiç ne olsun der: Bizim köyün camisinin halıları kirlenmişti. Hoca birini arayıp duruyordu. Eh ben de boştum. İşte gördüğünüz gibi halıları; yıkıyorum. Artık Hoca bize birkaç kuruş verir, bu fani dünyada geçinip gideriz.
Bu sefer diğeri sorar:
— Ya bu başının üstünde devamlı sallanan çıngırak nedir?
A! O mu? Bizim komşunun bakla tarlası şu gördüğünüz derenin bitişiğindedir. Komşu giderken, şu bizim tarlaya da bakarsan iyi olur, demişti. Ben de zaten boşum. Çıngırak sallandıkça kargalar baklalara konmuyor. Eh artık komşu yarın hasat zamanında, bize bir iki teneke bakla verir herhalde. İşte ne yapalım, fani dünya geçinip gidiyoruz.
Bu sefer diğeri merakla sorar,
-Ya.. Şu elindeki nedir?
- O mu? Bizim komşunun oğlu askere gitmişti, ne zamandan beri bir mektupla kazak isteyip duruyordu. Komşu da bana rica etti. Ben de örgü örmesini biliyorum. Şurada boş duracağıma, hazır gelmişken onu da örüyorum. Eh artık buradan iki kuruş alsam fena mı olur? Ne yaparsın fâni dünyada geçinip gidiyoruz işte!
Biri yine dayanamayarak. Sırtındaki yayığı sormaya gerek yok, onu anladık, ama senin ağzın da boş durmuyordu, bir şeyler mırıldanıyordun, der.
Adam bu sefer :
— Ben Kur'an okumasını bilirim. Bir kaç defa hatim de ettim. Yasin-i Şerif ezberimdedir. Geçenlerde komşumuzun dedesi ölmüştü. Benden bir Yasin-i Şerif okuyup sevabını dedesine bağışlamamı istemişti. Ben de burada boş duruyorum. Hani boşken onu okuyayım demiştim. Her halde komşu artık bizi görür. Ne yapalım şu fani dünyada geçinip gidiyoruz, der...

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 19 Nis 2016 18:18:58
Bir İpin Hesabını Bile Veremedim
            Kasabanın birinde zengin bir tüccar yaşarmış. Öleceği vakit vasiyetinde: “Ben mezara konulduğum gün kim gelir benimle bir gece  mezarda kalırsa ona servetimin yarısını bırakacağım” demiş.
            Çoluğu çocuğu, akrabaları servetin yarısı bırakılmasına rağmen bunu yerine getiremiyeceklerini düşünüyorlarmış. Kısa bir müddet  sonra adam ölmüş.
            Adamın vasiyeti kasabada zaten meşhurmuş. Bunu duyanlardan biri de kasabanın en ücrâ köşesinde yaşayan hamalmış. Adamın  öldüğü haberini duyunca yakınlarına kendisinin bir gece mezarda kalabileceğini söylemiş. Bunun üzerine cenaze merasiminden sonra  hamalı da adamla birlikte kabre koymuşlar.
Hamal: “Zaten bir tane ipim bir tane de küfem var. Kaybedecek bir şeyim yok. İyi ettim de bu adamla buraya girdim. Çıktığımda  kasabanın hatırı sayılır insanlarından biri olacağım” diye düşünüyorken bir gürültü kopmuş ve dünyada daha önce hiç karşılaşmadığı yüzlere orada rastlamış.
             Gelen melekler aralarında konuşuyorlarmış: “Bu ölü olan zaten elimizde. Onu istediğimiz vakit hesaba çekebiliriz. İlk önce şu canlı olandan başlayalım”.
Adam tir tir titriyorken başlamış melekler peşpeşe sorular sormaya: “Söyle bakalım ey falan oğlu filan. Küfenin ipini nereden  buldun? Satın aldıysan ne kadara aldın? Kimden aldın?
              Aldığın kişiyi dolandırdın mı? Hakiki değerinde mi verdin ücretini?”
Adamın dili dolanıyor sorulan sorulara cevaplar bulmaya çalışıyor, ancak o cevap verdikçe ip ile ilgili bir başka soru ile karşılaşıyormuş.
               Gün ağarırken zengin adamın akrabaları gelmiş ve adamı mezardan çıkarmışlar. Sonra: Artık kasabanın sayılı zenginlerindensin. Anlat bakalım bir gece mezarda kalmak nasıl bir duygu? demişler.
Hamal:
“Aman, lanet olsun! İstemiyorum! Bütün mal mülk sizin olsun!
              Ben bir ipin hesabını sabaha kadar veremedim, o kadar malın hesabını kıyamete kadar veremem herhalde...’’

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 19 Nis 2016 18:21:58
Yavuz Sultan Selim' in İran Şahı’ na verdiği büyük ders
Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Beyazıdın oğlu Yavuz Sultan Selim 10 Ekim 1470 tarihinde Amasya’da doğmuştur. Kanuni Sultan Süleyman’ın babası olan Yavuz Sultan Selim kulağında küpe taktığı idda edilmekte olup, bunu İslami bir gönderme ile ilgili olarak taktığı söylenirmiş, Kölelerin taktığı küpeden takarak Allahın kölesi kulu olduğunu ifade etmek için küpe takarmış.
İşte Yavus Sultan Selim Han döneminde, İran Hükümdarı Şah İsmail(daha sonra 23Agustos 1514 de Çıldıran’da bozguna uğratıyor.) kıymetli mücevher ile dolu bir hediye sandığı gönderiyor. Hünkara...
Sandık açılır. Çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas kadife kumaşlar çıkar.
Fakat sandık açılır açılmaz, etrafa pek fena bir koku yayılır. Önce hiç kimse bir anlam veremez, nadide mücevherlerle dolu sandıktaki bu fena kokuya..Sonra mesele anlaşılır.
Sandığın dibine insan dışkısı doldurulmuştur. Yani Şah İsmail aklı sıra Cihan Padişahına hakaret ediyor.
Cihan padişahı Yavuz Sulatan Selim emir verir”Herkes düşünsün, bu edepsizliğe, Osmanlı’nın şanına yakışır bir şekilde mukabelede bulunmalıyız” der.
Ve çözümü yine kendisi bulur..
Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatır.Sandığın içine, o zamanın en nefis gül kokulu lokumlarından hzırlanmış bir kutu yerleştirilir. Kutunun altınada bir satırlık yazıdan ibaret bir not iliştirilir.
Hediye sandığı, itina ile süslendikten sonra Şah İsmail’e gönderilir.Sandık Şahın huzuruna çıkarılır.Sandık açılır açılmaz, etrafa mis gibi gül kokusu yayılır.Mücevher v.s gibi hediyeler takdim edildikten sonra, Osmanlı Elçisi Şahın tedirgin olmaması için, önce kendisi tatmak kaydıyla, büyük bir saygı ve nezaketle, Şah İsmail’e lokumdan ikram eder. Daha sonra görevliler, huzurda bulunanlara teker teker lokumu ikram etmeye başlarlar.
Şah bütün bu olup bitenden bir anlam veremez. Osmanlı Elçisi Şahın şaşkınlığını gidermek için lokum kutusunun altına iliştirilmiş mütevazi notu uzatır.
Pusulayı okuyan Şah’ın yüzünde, bu sefer, şaşkınlığın yerini büyük bir utanç ifadesi alır;
“İSMAİL,
HERKES YEDİĞİNDEN İKRAM EDER”

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 19 Nis 2016 18:23:50
* Siz Baytar mısınız ?
 Mehmed Akif'in katıldığı panelde her soruya şaşırılacak derecede hoş cevaplar vermesi üzerine gençlerinden biri, Mehmed Akif'i küçük düşürmek için:

-Affedersiniz, demiş. Siz baytar mısınız?

'Mehmed Akif', hiç istifini bozmadan şu cevabı verir:

-Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu?

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 19 Nis 2016 18:29:28
Ders Çıkartmamız Gereken Hikayeler
Tarihin çok ünlü filozoflarında LAO-TZU'nun çok sevdiği ve devamlı anlattığı bir hikâye varmış. Ünlü filozof bu hikâyeyi yine bir gün yakın çevresine şöyle anlatmış.

Vaktiyle bir köyde hem yaşlı hem de fakir bir adam varmış. Bu ihtiyarın dillere destan bir de atı varmış. Zamanın kralı bu atından dolayı ihtiyari kıskanmadan edemezmiş. Kral atı almak ihtiyar adama nerdeyse hazinesinin çoğunu vermek istemiş ancak ihtiyar bu teklifi kabul etmemiş.

-Bu sadece bir at değil, aynı zamanda benim en yakın dostum; insan hiç en yakın dostunu satar mı? Diye çevresindekilere serzenişte bulunurmuş.

Bir gün sabah kalkmışlar ki, ne görsünler at ortada yok.

Köylü toplanmış ihtiyarın başına ve vermiş veriştirmişler:

Seni akılsız ihtiyar. Şimdi gördün mü olanı, atın çalındı. Ne olur da krala satsan da sen ve tek oğlun ömrünüzün sonuna kadar beyler gibi yaşasanız! Demişler. İhtiyar adam gayet sakin bir şekilde köylülere:

-İşin sonu, akıbeti hakkında çok acele karar vermek doğru olmaz. Sizler sadece "At kayboldu" diyebilirsiniz. Bundan sonrası sizin yorumunuzdan ibarettir. Atın kaybolması hayır mı getirir, kötülük mü getirir, yoksa bir şans mı veya talihsizlik mi, bunu henüz bilmiyoruz, demiş.

İhtiyar adamın sözleri köylüleri hayli güldürmüş ve:

-Bu adam bunadı, ne değini bilmiyor, diye kendi kendilerine söylenerek oradan ayrılmışlar.

Aradan 5-10 gün geçmiş ki, at kendi kendine çıkıp gelmiş. Bakmışlar ki at çalınmamış. Nasıl olmuşsa bağlı olduğu ip çözülmüş ve at dağlara gitmiş. Gelirken de peşinden 12 vahşi atı takıp peşine getirmiş.

Köylüler durumu görünce ihtiyar adamdan özür dilemişler ve:

-Sen haklıydın. Atının kaybolması bir talihsizlik ve şanssızlıktı değil, büyük bir kazanç oldu senin için? Şimdi bir at sürüsüne sahipsin, dediler. Bunun üzerine ihtiyar köylülere:

-Yine çok acele hüküm veriyorsunuz. Sadece atımım geri döndüğünü söylersen daha iyi olur. Zira asıl gerçek bu. Bundan sonra ne olur henüz hiçbirimiz bilmiyoruz. Bu sadece başlangıcı. Bir kitabın ilk birkaç cümlesini okuyup kitap hakkında temel bir edinebilir miyiz? Demiş.

Köylüler yine dalga geçmişler ihtiyar adamla,

-Bu adam gerçekten bunamış, demişler.

Aradan bir hafta geçer geçmez, ihtiyar adamın oğlu o yabani atları terbiye etmeye, ehlileştirmeye çalışırken attan düşmüş ve ayağı kırılmış. Evin önemli işlerini yapan oğlu tedavi olmak için uzun süre çalışamaz duruma düşmüş. Köylüler durumu öğrenince:

-Bir kez daha haklı çıktın. Bu atlardan dolayı oğlun uzun süre bir iş yapamayacak. Sana bakacak ve işlerini görecek de kimsen yok. Şimdi eskisinden daha zor durumdasın. Allah yardımcın olsun! Demişler.

Köylülerin bu sözleri üzerine ihtiyar adam tebessüm etmiş ve

-Siz hakikaten acele hüküm verme hastalığına yakalanmışsınız. O kadar acele hükümler ve kararlar fayda getirmez. Oğlumun sadece ayağı kırılmıştır. Söyledikleriniz sadece sizin aceleye gelmiş hükümlerinizdir. Ama ne kadar doğru olduğu henüz belli değildir. Hayatın esas gerçekleri insanlara küçük parçacıklara halinde gelirler ve sonra ne olacağı insanlara bildirilmez. Diye karşılık vermiş.

Aradan geçen birkaç hafta sonra düşman orduları saldırınca kral ülkesini korumak için görevlilerine bütün köyleri dolaşıp eli silah tutan bütün gençleri askere almaları emrini vermiş. Görevliler ihtiyar adamın köyüne gelmişler ve ayağı kırık olan ihtiyar adamın oğlu dışında bütün gençleri alıp götürmüşler.

Bütün köyü dert kaplamış. Zira savaşın kazanılma ümidi yokmuş. Giden gençler ya savaşta ölecek ya da esir düşüp köle olarak satılacaklarmış. Köylüler yine ihtiyara gidip:

-Yine senin haklı olduğun anlaşıldı. Oğlunun ayağı kırık ama senin yanında. Bizim çocuklarımız akıbeti ise hiç belli değil, belki artık geriye hiçbir zaman dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması hayırlı imiş de biz anlayamamışız demişler.

-Siz yine acele hüküm vermeye devam edin durun, demiş ihtiyar adam. Esasen ne olacağını hiç kimse bilemez. Bildiğim şey sadece benim oğlumun yanımda sizinkilerin ise askerde olduğudur. Ama bunların hangisinin iyi hangisinin kötü olduğunu, bunun hayır mı, şer mi olduğunu yalnızca Allah bilir, demiş.

LAO- TZU hikâyeyi anlattıktan sonra yanındakilere şu nasihatlerde bulunmuş

-Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısıyla ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 19 Nis 2016 18:31:33
Her işte bir hayır var.
Padişahın çok sevdiği bir veziri varmış ve bu veziri hiç bir zaman yanından ayırmazmış. Nereye gitse, onu da yanında götürürmüş. Vezir her işin ve olayın sonunda "her işte bir hayır var" lafını ağzından düşürmezmiş.

Bir gün padişah ava gidecek olmuş ve hep beraber ava çıkmışlar. Padişah tüfeğini doldururken vezir yanlışlıkla tetiğe basar ve patlayan tüfek padişahın başparmağını koparır. Padişah can havli ile bağırmaya başlar ama vezir padişaha:

- Padişahım her işte bir hayır var, der. Padişah çok sinirlenir ve:

- Ne hayrı be adam parmağımı koparttın. Atın bunu zindana, der. Vezir yine:

- Her işte bir hayır var der.

Derken aradan belli bir süre geçer ve padişah yine ava çıkar ama bir süre sonra ormanda kaybolur ve yamyamlar padişah ve adamlarını yakalar. Hepsini ayrı ayrı kazanlara koyup pişirmeye karar verirler. Ama oda ne, padişahın bir parmağının olmadığını görürler. Onların adetlerinde ise bir insanı yemek için bütün uzuvlarının tam olması gerekmektedir. Bu yüzden padişahı salıverirler. Padişah hemen vezirin yanına gider ve:

- Kusura bakma senin sayende canım kurtuldu ama ben seni zindana attım, der. Bunun üzerine vezir:

- Önemli değil padişahım senin beni zindana attırmanda da bir hayır vardı, der. Padişah:

- Hayır bunun neresinde, diye sorduğunda vezir:

- Eğer siz beni zindana atmamış olsaydınız o av merasimine bende gelmiş olacaktım. Benim bütün uzuvlarım tam olduğu için şu an muhtemelen bende o kazanların içinde pişmiş ve yamyamlar tarafından afiyetle yenmiş olurdum der.

Verdiğimiz her kararda, yapılan her işimizde, kısacası her şeyde muhakkak vardır bir hayırlı olay, güzel bir hikmet.

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 19 Nis 2016 18:33:28
TRAFİK KURALLARINA UYALIM
Jack yavaşlamadan önce takometreye baktı. Hız limitinin 50 olduğu yerde 73 ile gidiyordu ve son dört ay içerisinde dördüncü defa polis tarafından durduruluyordu.

Bir insan nasıl bu kadar şanssız olabilir, dedi Jack içinden.

Jack arabasını sağa çekti. "İnşallah şu an yanımdan daha hızlı bir araba geçer " diye düşünüyordu. Polis elinde kalın bir not defteri ile arabadan indi.

Bob? Bu Polis kiliseden Bob değil mi? Jack iyice arabasının koltuğuna sindi. Bu durum bir cezadan daha kötüydü. Kiliseden tanıdığı bir polis, arkadaş olduğuna bakmaksızın birini durduruyordu. Hem de hızlı gidip, trafik kurallarını ihlal ettiği için.

"Merhaba Bob. Birbirimizi yeniden böyle görmemiz çok ilginç"

"Merhaba Jack" Bob gülümsemiyordu.

"Beni, karımı ve çocuklarımı görmek için eve giderken yakaladın"

"Evet, öyle" Bob umursamaz görünüyordu.

"Son günlerde eve hep çok geç geldim. Çocuklarım beni uzun süredir hiç görmedi. Ayrıca Diana bana bu akşam Patates ve biftek yiyeceğimizi söyledi. Ne demek istediğimi anlıyor musun?"

"Evet ne demek istediğini anlıyorum. Ayrıca trafik kurallarını ihlal ettiğini de biliyorum" diye cevapladı Bob.

"Eyvah! Bu taktik fazla işe yaramayacak gibi. Taktik değiştirmek gerekli" diye düşündü Jack.

"Beni kaç ile giderken yakaladın?"

"Yetmiş. Lütfen arabana girer misin?" dedi Bob.

"Ah Bob, bir dakika bekle lütfen. Seni gördüğüm anda takometreye baktım. Sadece 65 ile gidiyordum."

"Lütfen Jack, arabana gir" diye üsteledi Bob.

Jack canı sıkkın bir şekilde arabasına girdi, kapıyı çarparak kapattı. Bob not defterine bir şeyler yazıyordu.

"Bob niye benim ehliyetimi ve araba ruhsatımı istemiyor ki" diye düşündü Jack. Ne olursa olsun, bundan sonra kilisede bu adamın yanına oturmaktansa, birkaç Pazar Jack kiliseye gitmeyecekti.

Bob kapıyı tıklatıyordu. Jack arabasının penceresini 5 cm kadar açtı. Bob Jack'a bir kağıt verdi ve gitti.

?Ceza değil bu? diye kendi kendine söylendi Jack. Bi anda sevinmişti. Bu bir yazıydı ve kağıtta şunlar yazıyordu:

"Sevgili Jack, benim bir kızım vardı. Altı yaşındayken çok hızlı araba kullanan biri tarafından öldürüldü. Bu kazadan dolayı, adam cezalandırıldı.3 ay hapishane cezasıydı bu. Bu adam hapishaneden çıkınca kendi çocuklarına sarılıp, öpüp, onları tekrar koklayabildi. Ama ben... Ben kızımı tekrar koklayabilip, öpebilmek için, cennete gidinceye kadar beklemem gerekiyor. Bin defa adamı affetmeye çalıştım. Bin kerede başardığımı zannettim. Belki başarmışımdır, ama hala kızımı düşünüyorum. Lütfen benim için dua et ve dikkat et Jack, tek bir oğlum kaldı."

Jack 15 dakika kadar bir süre yerinden kıpırdayamadı. Daha sonra kendine gelip, yavaş yavaş evine gitti. Evine varınca, çocuklarına ve karısına sıkıca sarıldı...

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 19 Nis 2016 18:35:20
EMEĞİN DEĞERİ
Renklerin ustası olarak anılan büyük bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış.

Büyük usta öğrencisini uğurlarken, yaptığı resmi şehrin en kalabalık meydanına koymasını ve yanına da kırmızı bir kalem bırakmasını, halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmesini istemiş.

Öğrenci birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasına gitmiş.

Usta ressam üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Öğrenci resmi yeniden yapmış.

Usta yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını ve yanına da insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile bırakmasını önermiş. Öğrenci denileni yapmış.

Birkaç gün sonra bakmış ki resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş. Usta ressam şöyle demiş:

?İlkinde insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. İkincisinde onlardan yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma...

Çevrimdışı mbuyar

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 2.112
  • 45.229
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 19 Nis 2016 18:37:27
DUANIN GÜCÜ
Vaktiyle bir ateşperest, oğlunu evlendirmektedir.
Düğün günü çok koyun ve inek kesilir.
Et kokuları mahalleyi sarar.
Ancak evin bitişiğinde, Müslüman, dul bir kadın,
dört yetimiyle yaşamaktadır.
Hepsi de günlerdir açtırlar. Kadıncağız,
düğün evinin kapısını çalıp, ‘ateş’ ister.
Ancak maksadı başkadır.
“Belki yemek verirler” diye gitmiştir.
Adam, kadının niyetini anlasa da, bir şey vermez.
Kadıncağız, bir daha gidip ‘ateş’ ister. Yine eli boş döner.
Üçüncüde yine öyle. Ama ne olur bilinmez, bu defa acır kadına. Hallerini anlamak için dehlize iner ve dayar kulağını bitişik evin duvarına ve dinler.
Yetimcik, annesine yalvarıyor:
Anneciğim, ne olur bir daha git.
Belki bu sefer bir şey verirler.
Kadın ağlamaklıdır:
Üç defa gittim yavrum! Artık utanıyorum.
Adam bunu duyar. Kalbi sızlar. güzel bir ‘Sofra’ hazırlatıp, gönderir evlerine. Ve dehlize inip, dinler yine. Yetimlerin en küçüğü dua ediyor:
Ya Rabbi! O nasıl bize ikram ettiyse, sen de ona ikram et! Onu imanla şereflendir!
Ardından;
Âmiiiin! sesleri yükselir.
O anda, kalbi döner ateşperestin. Ve Şehâdet getirip imanla şereflenir.
 

Nitekim Sadaka, belâyı önler. Ama dua, kaderi değiştirir! buyurmuştur büyüklerimiz .

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK