İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 17 Haz 2018 09:06:14
CANIM BABACIĞIM... ( İBRETLİK BİR HİKAYE )

Evliliğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu.
Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve
"Ya ben giderim, yada baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti.
Eşini kaybetmeyi göze alamazdı. Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hala onu ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can
"Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.
Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik can sürekli babasına
"Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu.
Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu.
Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı en sonda babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.
Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü.
Öyle üzgündü ki, dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti, içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu.
Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu. Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti. Arabaya bindiler.
Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu.
Can "Baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim" diye sorunca dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı.
Barakaya ulaştığında "Beni affet baba" diyerek babasının boynuna sarıldı.
Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu "Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet" diye hatasını belli ediyordu..
Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu...
"Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum..."

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 28 Haz 2018 09:04:23
Biz bir gülerdik küçükken, kalbimiz kahkahalar atardı. Biz küçükken öğretmenimiz en yakın arkadaşımızla sıralarımızı ayırmasın diye, teneffüse kadar konuşmazdık. Not yazardık birbirlerimize. Biz diyorum küçükken bizdik böyle bayağı bir kalabalıktık. Yani biz diyebileceğim kadar çok. Biz küçükken bir büyüktük ki böyle kollarımızı açsak sığmazdı eni boyu. Sonra mı? Büyüdük. Kollarımızı açtığımızda bir kişiyi bile sığdıramayacak hale geldik. Küçülene kadar büyüdük, çok büyüdük yani. Biz olamadık bir daha. Sen, ben olduk. Büyüklük lüks değildi, zenginlik değildi. Koşa koşa büyüdük. Büyürken ne de çok küçüldük..

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 28 Haz 2018 09:05:59
KOMŞU KADIN....

Bir kadın komşusu hakkında dedikodu yapıp duruyordu.
Birkaç gün içinde bütün köy dedikoduyu duydu.
Dedikodunun kurbanı derinden yaralandı ve incindi.
Dedikoducu kadın daha sonra yaptığından pişman oldu ve çok üzüldü.
Hatasını nasıl tamir edeceğini sormak için bilgeye gitti.
"Pazara git" dedi bilge."bir tavuk al ve onu kestir.Eve dönerken tüylerini yol ve yol boyunca yere at."
Nasihatin garipliğine şaşırsada denileni yaptı kadın.
Ertesi gün bilge bu defa şu tavsiyede bulundu;
"şimdi git ve tüm attığın bütün tüyleri topla ve bana getir"

Kadın aynı yolu izledi ama umutsuzluk içinde gördüki,rüzgar bütün tüyleri uçurup götürmüş.
Saatler süren arayışın sonunda elinde sadece bir kaç tüyle dönebildi.
"Görüyorsun"dedi yaşlı bilge "Onları yere atmak mümkün ama geri toplamak imkansız.Dedikodu da öyle.
Dedikodu yapmak ne kadar kolaysa,dedikoduyla işlediğin hatayı telafi etmen o kadar zordur."

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 02 Tem 2018 15:59:23
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 04 Tem 2018 19:53:32
CEVİZ KURDUNUN HİKAYESİ

Ceviz kurdu, gireceği kadar bir delik açarak cevizin içine girer.
Cevizin içi insan beynine benzer, başlar onu yemeye.

Buraya kadarı normal.
Yedikçe şişmanlar.
Karnı büyür.

Yeterince yükünü tutup doyunca gitmek ister, ama girdiği delikten çıkamaz.

Daha da kötü olanı;
İçi yenilince ceviz de kurumuş ve sertleşmiştir,
deliği genişletmek artık imkansızdır.

Kurtçuk oturup bakar,
delikten geçip çıkmak için tek çaresi vardır: Zayıflamayı beklemek.

Aç kaldıkça zayıflar,
eski cılız haline döner.
Ve bir gün çıkar.

Ama çıktığında mevsim bitmiş,
ortada aç ve cılız bir kurtçuk ile
bir içsiz ceviz kalmıştır.

Kimi insanlarda ki para ve
mal - mülk hırsı da,
ceviz kurduna benzer.

O hırsı yenip,
artık yeter, dediğinde.
Baharlar ve yazlar bitmiş olur.

Geriye sadece,
ömrünün sonbaharı ve
belki de;
çeşitli hastalıklar, ilaçlar ve diyetler ile geçirmek zorunda kalacağı, koskoca bir kara kış kalmış olur, geride.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 04 Tem 2018 22:45:31
Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Bir akşam bir adam Peygamber Efendimizin (a.s.m.) huzuruna gelerek, "Yâ Resulallah! Ben açım! " dedi.

... Resulullah Efendimiz (a.s.m.) mübarek odalarına haber gönderdi. Fakat yiyecek bir şey bulamadı. Ardından Sahabelere, "Bu fakiri Allah rızası için bu akşam barındıracak kimse yok mu? " buyurdu.

Ebu Talha (r.a.) kalktı ve " Yâ Resulallah, ben! " dedi. Ve derhal fakiri alıp evine götürdü.

Ebu Talha nın (r.a.) hanımı çocuklarına bir şeyler pişirmekle meşguldü. Hanımına, " Misafirimiz var. Yedirecek bir şeyin var mı? " diye sordu. Hanımı, " Tenceremizde çocuklar için kaynayan biraz çorbamız var. O da ancak çocuklara yetecek kadardır " dedi. Ebu Talha (r.a.) , " Ben misafirin yanında oturuyorum. Sen çocukları avut ve uyut. Çocuklar uyudukları zaman, yemeği getir ve önümüze koy. Bir bahaneyle çırayı söndür ki, kendisiyle beraber yemediğimizi bilmesin. Bizim de yediğimizi sansın ve utanmadan doyasıya yesin" dedi.

Hanımı da öyle yaptı. Çocukları uyuttu. Çorbayı getirdi. Ardından bir bahaneyle çırayı söndürdü. Ebu Talha (r.a.) misafirini sofraya buyur etti. Kendisi de yer gibi yaptı. Fakat karanlıkta yemediği anlaşılmadı. Böylece misafiri yemekten doyasıya yedi.

Sabahleyin Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Ebu Talha ya (r.a.) , " Cenab-ı Hak bu akşam misafirinizi doyurma şeklinizden hoşlandı" buyurdu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu ayeti nazil buyurdu: " Kendileri ihtiyaç içinde olsalar da, başkalarını kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ihtiraslarından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir. "
(Haşr Suresi:

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 05 Tem 2018 13:33:35
DÜNYADA ZULMÜ DURDURMAK İSTİYORSAK

Zalimliği ile meşhur Moğol hükümdarı Hülagu 1258 senesinde Bağdat'ı yakıp yıkar... 400.000'den fazla Müslümanı kılıçtan geçirir. Camiler, medreseler yerle bir edilir. Milyonlarca dînî ve ilmî eser Dicle Nehrine atılır. Nehir günlerce kan ve mürekkep akar... Hülagu, şehrin dışına kurduğu karargâhtan haber gönderip o beldenin en büyük âlimi ile görüşmek istediğini bildirir. Ancak kimse görüşmek istemez. Çünkü, işin içinde kelleyi kaptırmak da vardır...
Bu haber zamanın genç âlimlerinden Kadıhan'a ulaştığında, "Ben gidip görüşürüm" der. Herkes "Bir kurban bulundu" diye rahatlar.
Kadıhan daha tıfıl bir gençtir. Doğru dürüst sakalı bile yoktur. Ufak tefek bir cüsseye sahiptir. Görüşmeye giderken kendisine; bir deve, bir keçi bir de horoz verilmesini ister. Bunlar hemen tedarik edilir...
Kadıhan bu hayvanlarla Hülagu'nun çadırına vardığında, onları dışarıda bırakıp içeri girer. Kendisini takdim ederler. "İstediğiniz Müslüman âlim bu" derler.
Hülagu, genci şöyle tepeden tırnağa bir süzer! Beklediği bir tip olmadığı için çok şaşırır ve "Başka birini bulamadılar mı?" diye sorar. Kadıhan hazretleri, böyle bir tepkiyle karşılaşacağını bildiği için, Hülagu'nun sorusunu şöyle cevaplandırır:
-Sen görüşmek için, iri yarı boylu poslu birini istiyorsan, devemi getirdim... Yok, yaşlı sakallı biri ile görüşmek istiyorsan, bir keçi getirdim... Yok, sesi gür biri ile görüşmek istiyorsan, horoz getirdim. Üçü de çadırın önünde, onlarla görüşebilirsin!
Hülagu, karşısındakinin sıradan biri olmadığını anlar:
-Sen şöyle otur bakalım, deyip yer gösterir. Hemen arkasından ilk sorusunu sorar:
-Söyle bakalım! Beni buraya getiren sebep nedir?
Kadıhan bu soruya şöyle cevap verir:
-Seni buraya bizim amellerimiz getirdi. Nimetlerin kıymetini bilemedik. Esas gayemizi unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük, zevke sefaya daldık. Cenab-ı Hak da verdiği bu nimeti almak üzere seni gönderdi.
İkinci sorusunu sorar:
-Peki beni buradan kim gönderebilir?
-O da bize bağlı, benliğimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, nimetin kıymetini bilir, zevk sefadan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek işte o zaman sen burada duramazsın!

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 10 Tem 2018 15:47:39
Bir adam polisi aramış :
“Karım alışverişe gitti. Dönmedi. 8 saat oldu.
 Ne olur onu bulun !” demiş.
Görevli polis sormuş :
“Karınızı tarif eder misiniz ?”
Adam anlamamış “Nasıl yani ?”
Polis : “Boyu ne kadar ?”
Adam : “Ne bileyim, bazen yüksek topuk giyer beni geçer,
 evde yalın ayak benden kısa.”
Polis : “Göz rengi ?”
Adam : “Bilemem, bazen yeşil bazen mavi lens takar,
 aslında galiba ela…”
Polis: “Saçı ne renk ?
”Adam : “En zor soru. Her hafta başka bir renk desem ?”
Polis : “Üzerine ne giymiştir ?”
Adam : “Hiç dikkat etmedim valla…”
Polis : “Peki arabayla mı gitmişti alışverişe ?”
Adam : “Evet !!! Siyah Audi R8, süperşarj 3.5 litre V6 silindirli motor, 290 beygir. İçi geyik derisi taba renginde, LED farları var, sağ kapıda görünür görünmez hafif bir çizik var.”
Polis : “Tamam efendim, arabanızı bulacağız.!!

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 16 Tem 2018 21:56:21
Genç kız, el aynasında makyajını denetim etti; “-Gayet iyi.” dedi. Güzelliğinden emindi. Çevresindeki adamların pervane olmasından aslına bakarsanız biliyordu güzel bulunduğunu. Yaşamın tadını çıkaran, rahat yaşayan biriydi. Cep telefonu çaldığında, akşam dostlarıyla hangi eğlence yerine gideceğine karar vermeye çalışıyordu. Telefondaki numaraya baktı, arayan annesiydi.

– Alo… kızım, nasılsın?

– İyiyim anne. Ne oldu?

– Sana bir sürprizim var.

– Sürpriz mi?

– Evet. Fazlaca eski bir dostum, dostum şehrimize gelmiş…

– Eee kimmiş?

– Kim olduğu sürpriz. Fakat onu, senin almanı isterim.

– Ben mi?

– Evet, senin iş yerine yakın olan parkı biliyormuş. Parka gitmesini ve seninle buluşmasını söyledim. Senin de parka gidip onu almanı isterim.

– Anne, ben bu şekilde şeyleri sevmem, kendin halletsen!?

– Kızım 1-2 saatlik bir işim var. Ek olarak seni bebekliğinden tanıyan bir dostum. Seni görünce kesinlikle oldukça sevinecektir.

– Amaaan. Peki peki… Iyi mi tanıyacağım?

-Evden çıkarken üstüne giydiklerini tanım ettim. O parkta bazı oturaklar piknik masası şeklinde. Parkın beyaz perde tarafı girişindeki ilk piknik masasına otur. O ulaşınca seni bulacak.

– Tamam anne, tamam…

– Kızım senden her gün mü bir şey isterim. Üniversiteyi bitireli, hele de işe gireli bir satmaca yatırmaya bile göndermedim.

– Derhal darılma, tamam dedim ya…

– O iyi mi tamam demekse… Her neyse, hadi o vakit, izin al da çık, beklemeye alma. Ben de işlerimi bitirip derhal geleceğim.

Genç kız, izin alıp çıktı. Kısa bir yürüyüşten sonrasında parka vardı. Bu parkta daha ilkin asla oturmadığını fark etti. Dostlarıyla hep paralı, lüks eğlence yerlerine giderlerdi.

Annesinin tarif etmiş olduğu, girişteki ilk masayı buldu, boş olan kısmına oturdu. Masanın öteki tarafında bir köylü hanımla, ufak kız oturuyordu. Onlarla aynı yerde bulunmaktan utandığını hissetti.

“-Annemin arkadaşı çabucak gelse de, şunlardan kurtulsam” diye düşündü.

Köylü hanım çekinerek seslendi;

– Afv edersin kızım, bir şey sorabilir miyim?

“Kızım” diye seslenmesi iyice sinirlerini bozdu.

– Ne var, adres mi soracan!

Sert çıkış karşısında hanım sesini alçalttı;

– Hayır kızım, başka bir şey soracaktım.

– Sizin şeklinde cahiller ya adres sorar, ya para ister.

Köylü kadının kızaran yüzüne aldırmadı bile. O sırada şık ve lüks giyimli, orta yaşlı bir kadının uzaktan yaklaştığını görmüş oldu. “-Nihayet.” diye düşündü. Ayağa kalkıp hanımı karşılamaya çalışırken, hanım yanlarından geçip gitti. Somurtarak geri oturdu.

Tarafındaki ufak kıza daha sıkı sarılmış köylü kadının bakış açısından bir damla yaşın süzüldüğünü görmüş oldu. Hanım gözyaşını saklamak için öteki tarafa dönünce bir yüzündeki büyük yanık izi göründü. Genç kız manalı manalı güldü;

– Bak kolayca gözyaşı dökebiliyorsun, yüzünde de çirkin bir yanık izi var. Burda ne bekliyorsun geç bir köşeye aç mendilini ağla… Fakat ağlamaya benden bir şey koparacağını sanma, tamam mı?

Hanım dayanamadı;

– Bilgisiz deyip duruyorsun. Ne cahilliğimi gördün. Tanımadığım bir hanıma, torununun yanında hakaret mi ettim!

– Oooo… söz yapmayı da biliyormuş.

-Anlaşıldı kızım, sen üniversite bitirmiş, oldukça şey öğrenmiş olabilirsin fakat insanlıktan sınıfta kalmışsın. Torunumu okutmak için uğraşacaktım. Fakat seni görünce vazgeçtim.

Yaşlı hanım, ufak kızı alıp masadan kalkarken, boşalan yere doğru şık giyimli bir karı yaklaştı. Yanıt vermek için hazırlanan genç kız varlıklı giyimli, şık hanımı görünce uzaklaşan yaşlı hanıma yanıt vermekten vazgeçti. Yaşlı hanım geriye bakmaya çalışan ufak kızın başını eliyle engelledi.

Bir süre sonrasında, genç kızın anası parkta yanına geldi.

– Merhaba kızım, Zeynep Teyzen nerde?

– Kimse gelmedi anne. Son olarak bir hanımefendi geldi, yanıma oturdu. O da yalnız dilenmek için gelmiş biriymiş.

– Hay Allah! Giyindiklerini oldukça iyi tanım etmiştim, seni iyi mi bulamadı anlamadım. Yanında ufak bir kız olacaktı.

Genç kız bir an durakladı.

-Minik bir kız mı?

– Evet.

– Anne! Biz varlıklı, kültürlü insanlarız. Herhalde arkadaşın da varlıklı, kültürlü biridir, değil mi?

– Kültürsüz değil fakat varlıklı değil.

– Sakın bana köylü bir karı bulunduğunu söyleme.

– Köyden gelen hanıma ne denir ki!

– Oh… iyi iyi, köylü hanımefendileri karşılamaya beni gönderiyorsun.

– Kızım, o hanıma bir borcumuz vardı. O zamanlarda borcumuzun karşılığı bir şey veremedik. “Gün gelir, bir ihtiyacım olduğunda, ben kapınızı çalarım.” dedi ve işte bu gün kapımızı çaldı.

-Ne istiyormuş?

– Torununu okutmamızı istiyor. Baban şimdi otomobille gelip hepimizi alacak, kayıt için okula götürecek.

– Anne, o köylü hanıma ne borcun olabilir ki, anlayamadım?

Anası, kızının öfkeli ses tonuna dayanamadı;

-Kızım, sen bebekken biz köydeydik.

– Eee…

– Sana seneler ilkin bahsetmiştim, köydeyken evimiz yandı, ikimiz de inekleri, atları, tarlaları neyimiz var ise hepsini satıp köyden göçtük, demiştim.

-Evet, hatırladım.

– O yangınla ilgili bir ayrıntıyı, seni üzülebilir yada seni evde yalnız bıraktığımız için darılabilirsin korkusuyla anlatmamıştık.

– Herhalde şimdi anlatacaksın…

– Baban evde yoktu, ben de su doldurmaya köy pınarına gitmiştim. Lodos mu ne diyorsunuz, işte o rûzgâr kimi zaman ters esiyormuş, yukardan aşağı filan. Sen beşikte uyuyorken rûzgâr bacadan içeri esince közler ocaklıktan tahtalara sıçramış, yangın başlamış. Pınar yerinden dumanları görüp koştuğumda alevler her yeri sarmıştı. Birazdan yıkılacak şeklinde görünen eve gene de girmek için atıldığım anda Zeynep teyzen kucağına seni almış olmasına rağmen dışarı fırladı. O sahneyi asla unutamam; onun kucağından seni aldığımda o çığlıklar atıyordu…

– Niçin ?

– Seni kurtarırken, sağ tarafı yanmıştı. Ulaşınca görürsün sağ yanağında ağır bir yanık izi var. Fazlaca acı çekti çook. Dur ağlama, seni bu kadar üzeceğini bilmiyordum. Tamam kızım, bak makyajın akıyor, ağlama. Hah! Baban da geldi. Fakat Zeynep teyzen hala bizi bulamadı…

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 21 Tem 2018 08:25:08
DUA

Çocuk, deniz kenarına oturmuş, gözlerini de ilerdeki bir noktaya dikmişti. Belki de bir saattir öylece duruyordu. Onun bu hali, alışveriş için balıkçı sandallarının kıyıya dönmesini bekleyen bir ihtiyarın dikkatini çekti.

Yaşlı adam, seke seke onun yanına gidip:
- "Merhaba delikanlı!." dedi. "Bu gün deniz çok harika değil mi?"

Çocuk, başını çevirmeden:
- "Ama rüzgârlı," dedi. "Topum denize düşünce sürükleyip götürdü."

Adam, çocuğun yanına oturup:
- "Eğer biraz genç olsaydım, yüzüp onu alırdım!." dedi.
  "Ama şimdi adım bile atamıyorum."

Çocuk, ona cevap vermedi. Ve kıyıdan uzaklaşan topunu daha iyi görebilmek için, hemen yanındaki tümseğe çıktı.

Yaşlı adam, sakin bir ses tonuyla:
- "Ümidini hiçbir zaman kaybetme!." dedi.
  "Bence dua etsen çok iyi olur."

Çocuk, büyük bir sevinçle:
- "Dua etsem topum geri gelir mi?" diye sordu.
  "Denize düştüğü yeri bilir mi?"
- "Allah isterse eğer, ona öğretir!." dedi ihtiyar.
  "Topun geri gelmese de, duaların sevabı sana yeter."

Çocuk, yaşlı adamın sözlerini biraz düşündükten sonra, her okuduğunda dedesinden bahşiş kopardığı duaları ard arda sıraladı. Daha sonra da, topun dönmesi için Allah'tan yardım istedi. Ama üzüntüsü azalmamıştı. O topa bir sürü para harcamış, bayram parasını bile ona katmıştı. Şimdi artık tek şansı, bazen olduğu gibi, rüzgarın aniden yön değiştirmesiydi. Ama deniz çok büyüktü, topu ise küçücük.

Akşam üstü hava biraz daha sertleşti ve güneş batmak üzereyken sandallar döndü. Çocuk, eve gitmek istemiyordu. Bu yüzden de ihtiyarla birlikte oyalandı. Yaşlı adam, hep aynı balıkçıdan alışveriş yapardı. Sonunda onu bulup:
- "Avınız inşallah iyi geçmiştir!." dedi. "Eğer varsa, birkaç kilo alabilirim."

Sandaldaki adam, bir kova içindeki balıkları gösterip:
- "Zaten ancak o kadarcık tutmuştum," dedi. "Denizde "av" diye bir şey kalmadı."

- "Dua etmeyi denediniz mi?" diye atıldı çocuk. "Ümidinizi sakın kaybetmeyin!. "

Balıkçı için her şey tesadüftü. Bunun için de "rasgele" derlerdi. Ama şimdi bir şey hatırlamıştı. Yıllar yılı unuttuğu bir şeyi. Çocuğun yanaklarını okşarken:
- "Dua ha!." diye mırıldandı. "O zaman tutar mıyım?"
- "Tutamasanız bile, duaların sevabı size yeter," dedi çocuk. "Bunu yeni öğrendim."

Balıkçı, böyle bir sözü ilk defa duyuyordu. Başını ağır ağır sallayarak:
- "Ben de yeni öğrendim!." diye gülümsedi. "Üstelik de küçük bir öğretmenden."

Çocuk, bu sözlerden çok hoşlanmıştı. Artık topun gitmesine üzülmüyordu. Yanındaki yaşlı adam ona bir göz kırparken, balıkçı tekrar sandala yöneldi ve ağların üzerindeki eski örtüyü açtı. Bir top vardı orada. Henüz ıslak olduğundan, ışıl ışıl parıldayan bir futbol topu. Balıkçı, onu çocuğa uzatıp:
- "Öğretmenlerin hakkı hiç ödenmez!." dedi. "Bunu biraz önce denizde buldum!."

Çocuk, rüyada olmalıydı. Hiç beklenmedik şeylerin yaşandığı bir rüya. Aceleyle sağa sola bakındı. Ama her şey gerçekti. Balıkçı da, sandal da, ihtiyar da... Topu ise, işte ellerindeydi. Ona sıkıca sarılıp:
- "Bir daha benden izinsiz gezmek yok!." dedi. "Ya dua etmeseydim ne olurdun?"



Gökten üç elma daha düştü. Biri cüzi ve külli iradeyi temiz bir yürekle birleştirene, ikincisi total enerjiyi vicdan aklığıyla arayanlara, diğeri ise içindeki barış ve sevgiyi tüm doğayla paylaşanlara...


-Alıntıdır-

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 23 Tem 2018 18:09:14
.,

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 01 Ağu 2018 18:34:40
Fotoğraftaki kişinin ismi Kadir , Mersedes Kadir. Akli dengesi yerinde değil ve bütün gün üstünde dolaştığı önünde Mercedes arması olan sopayı Mersedes'i zannederek yaşıyor.
Buraya kadar tamam. Anlatmaya bayıldığım kısmı bundan sonra başlıyor.. Koskoca bir şehir , Kadir'in Mersedes hayalini her şeyiyle sahiplenmiş durumda.. Kadir trafik ışıklarında duruyor, arabasını park ediyor, diğer arabalar trafikte ona yol veriyor, ona göre parkediyor. Bütün şehir o "Mersedes"in farkında! Kadir sopasını Mercedes servisine götürüyor, ustalar bütün ciddiyetleriyle arızaları anlatıyor, bir usta sopaya teyp takıyor, diğeri aynasını, armasını yeniliyor..
Sıkı durun; trafik polisleri yanlış yere park ettiğinde ya da 'çok hızlı gittiğinde' Kadir'e ceza yazıyorlar, zamanı geldiğinde muayeneye gönderiyorlar! Bir koca şehir, Malatya, Kadir'in hikayesini onunla birlikte yaşıyor.
Bir 'deli'nin sopasına göre yaşayan şehirlerin, sopayla, sapanla, satırla birbirlerini kovalayan şehirlere dönüşmesini gördükçe bu hikaye çok hoş gelir insanın kulağına.. Anlarsınız umarım..
Kadir'in başka bir hikayesi de hayli komiktir.
Kadir bir gün arabasını servise götürmüş ve sorunlarını söylemiş. Usta almış arabasını ve "2 gün sonra gel" demiş. Kadir 2 gün sonra gelmiş. Usta arabanın daha olmadığını söylemiş. Kadir ertesi gün gitmiş. Usta yine olmadığını söylemiş. Kadir ertesi gün yine gitmiş. Usta arabanın hâlâ olmadığını söyleyince "YETER ARTIK YA VERİN ARABAMI KAÇ GÜNDÜR YÜRÜYEREK GİDİYORUM EVE" demiş...

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 03 Ağu 2018 12:29:17

56- Neyin Peşinde Koşuyoruz? / Sema Maraşlı

Bugün sizlere ilginizi çekeceğini düşündüğüm, ibretlik, gerçek hayattan iki olay anlatacağım:

İlkini altmış yaşlarında bir hanım anlattı bana. 65 Yaşındaki kocası 30 yaşında bir hayat kadınına tutulmuş; ona ev açmış, nikah kıymış. Karısı olayın şokunu atlatmadan hayat kadını ona her gün telefon açmaya başlamış. “Kocan beni seviyor, sende yüz yok mu çek git, o bana nikah kıyacak.” diye. Kocasının böyle bir şey söylediği yok fakat diğer kadın resmi nikah peşine düşmüş. Kadın “Kocamı çok seviyorum, bu yaştan sonra niye bırakayım.” diyor. Konu maddiyat değil. Kadının kocasının da oğullarının da maddi imkanı çok iyi. Kadın yıllarını paylaştığı kocasını bırakmak istemiyor. Kocası da zaten ayrılmak istemiyor. Adam bir gün orada bir gün burada bir düzen tutturmuş. Diğer kadın telefon açıp rahatsız etmese kadın da durumu kabullenmiş. Fakat her telefonla birlikte kadıncağız yeniden üzülüp gözyaşı döküyor.

Velhasıl ailece oturup düşünüyorlar, ne yapabiliriz, diye. Evlatlarının aklına babalarını umreye göndermek geliyor. Adam kaç kez hacca gitmiş, umreye gitmiş ama bir ümit belki; mübarek yerleri görürse kadını unutur, diye zorla göndermişler. Neyse adam umreye gitmiş gelmiş. Bütün aile karşısına oturmuş, adamın gitmeden önce yaptıklarından dolayı ne kadar pişman olduğunu anlatmasını, o kadını unuttuğunu söylemesini bekliyorlar. Hanımı, evlatları gözünün içine bakıyorlar. Adam diyor ki “Unutamadım. Gözümün önünden hiç gitmedi. Tavafta önümden o koştu, ardından ben koştum, o koştu ardından ben koştum.” demiş.

Dışarıdan bakınca adam tavaf yapıyor: fakat aslında kadın kovalıyor.

(Aman kınamayın da başınıza gelmesin. İkinci olaydan sonra anlatma sebebimi açıklayacağım. )

İkinci olayı da birebir yaşayan hanımdan dinledim:

Bu hanım çok işinin olduğu bir günün gecesinde yorgunluktan bitmiş olarak pelte gibi yatağa bırakıyor kendini. Uykunun en tatlı yerinde gece üçte kocası yanına geliyor ve onunla birlikte olmak istiyor. Uyku ve yorgunluk. Uyumaktan başka canı hiçbir şey istemiyor. Fakat “hayır” demiyor, yüzünü bile ekşitmiyor.

Allah rızası için itiraz etmiyor. Eşiyle birlikte oluyor ve sonra banyo yapıp döndüğünde başını yastığa koyarken kendini Kabe’ de buluyor; hac yapıyor. Gerçek mi hayal mi rüya mı bilemiyor. O kadar gerçek gibi ki, haccın bütün görevlerini ifa ediyor. Yanında akraba ve tanıdığı kişiler de var.

Kadın o güne kadar hiç hacca gitmemiş. Bu olaydan iki yıl sonra hacca gidiyor ve o gece ki haccın birebir aynısını yaşıyor. O gece hac yaparken yanında kimler varsa onlarla birlikte.

Kadın çok yorgun olduğu ve o sırada nefsine çok ağır geldiği halde Allah rızası için kocasını memnun ediyor ve mükafatını dünyada hemen alıyor. Ebedi hazineye de iyi bir yatırım yapıyor tabii bu arada.

Şimdi iki olaya bir bakalım. Hacca giden adam tavafta hayalinde kadın kovalıyor. Kocası ile birlikte olan kadın yatakta hacca gidiyor.

“Ameller niyetlere göredir.”buyuruyor Allah resulü. İkisinde de niyetlerin önemi ortaya çıkıyor.

Bu arada hac zamanı geldi; hac çok kıymetli bir ibadet. Mübarek topraklara gidecek olan kardeşlerimiz yola çıkmaya başladılar. Tavafta gönüllerinden ne geçtiğine dikkat etsinler. Aslında neyin peşinden koşuyorlar? Kadın, erkek, para, iş, kariyer, menfaat, benlik mi…? Allah’ın rızası mı? Rabbim niyetlerini güzel, ibadetlerini kabul eylesin.

Kendi nefsime de söylüyorum, biz de bu soruyu kendimize soralım. Dünya dönerken biz neyin peşinde koşuyoruz, neyi kovalıyoruz? İşlerimizde, niyetlerimizde Rabbimizin rızasını ne kadar gözetiyoruz?

Ölümle birlikte başlayacak ebedi bir hayat bizi bekliyor. Biz ne yapıyoruz? Her geçen gün ebedi sermayemizi mi yiyoruz, yoksa ebedi hazineye yatırım mı yapıyoruz?

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 03 Ağu 2018 23:34:46
İKİ DOST BİR KUŞ...

Bir zamanlar bir ülkede iki arkadaş varmış. Bunlar pek haylazmış, üstelik sürekli gevezelik ederlermiş. Çevrelerindeki büyükler bunlara o kadar çok “Evladım az ve öz konuşun” demişler ki, sonunda adlan Az ve Öz kalmış.

Az, çok haylazmış; Öz de haylazmış ama, iyi-kötü ucundan kenarından okurmuş. Eski Yunan’dan, Eski Roma’dan, Eski Türk’ten kitaplar okurmuş Öz. Aisopos’u bile tanırmış. (Yüz yüze görüşmemişler ama kalpten tanışmış, o kısa, kambur, kekeme, ama tatlı dilli Aisopos ustayla.)

Neyse lafı uzatmayalım, Az ile Öz günlerden bir gün kötü işlere bulaşmışlar, kötü adamlarla dalaşmışlar. Ve bir gün olanlar olmuş. Haydutlar Az’ın ve Öz’ün gözlerini bağlayıp kaçırmışlar. Öyle az öteye değil; bir araca bindirip günlerce uzaktaki bir yere götürmüşler. Taştan bir odaya kapatmışlar. Odanın duvarında ufak bir pencere varmış. Demirli. Bu pencereden bakınca yalnızca gökyüzü gözüküyormuş.

Günlerdir gözleri bağlı yolculuk eden Az ile Öz çok yorgun düşmüşler ve nerede bulundukları konusunda en küçük bir bilgileri yokmuş. Haydutlar iki arkadaşı taş odaya koyduklarında gözlerini açmışlar.

Öz hemen uyumuş. Az ne olur ne olmaz diye uyumadan beklemiş. Bir süre sonra Öz uyanmış ve Az’a “Ben uyurken ne oldu?” diye sormuş. Az, hiçbir şey olmadığını söylemiş. Öz “Hiçbir şey duymadın mı, görmedin mi?” demiş. Az, “Hayır, sadece pencereye bir kuş kondu.” demiş. Öz heyecanla “Nasıl bir kuştu?” demiş. Az “Bilmiyorum dikkat etmedim, basbayağı bir kuştu, tam göremedim, sadece gagası gözüktü.” demiş. Öz “Gagası nasıldı?” diye devam etmiş. Az, “Ne bileyim dikkat etmedim.” demiş.

Öz bu duruma çok üzülmüş. “Hay ben sana ne diyeyim; eğer o kuşun gagasına dikkatli baksaydın, şimdi nerede olduğumuzu bilebilirdik.” demiş. Az: “Saçma, bir gaga çok küçük bir şey. Ona bakıp nerede bulunduğumuzu nasıl anlayabiliriz ki?” demiş.

Öz: “Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır.” demiş ve devam etmiş:

Bu dünyada küçük şeyler yoktur.
Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır.

“Bak eğer kuşun gagası uzun ise bizi Alma’nın (Alma yola çıktıkları kasaba imiş) kuzeydoğusundaki bataklık bölgeye getirmişler demektir. Uzun gagalı kuşlar suyun dibindeki solucanları, küçük kabuklan toplar çünkü, eğer kuşun gagası, kısa, ince ve sivri ise ağaç kabuklarındaki böcekleri yiyordur; Söğüt Bülbülü’dür örneğin. Bu durumda bizi güneydeki ormanlık bölgeye getirmişlerdir. Eğer gagası eğri, çapraz uçlu ise, çam kozalaklarının pullarını ayıran bir çapraz gagadır. Bu durumda batıdaki çamlık bölgeye getirmişlerdir bizi. Eğer gagası kısa, kalın, güçlü ise tohumların, yemişlerin sert kabuklarını kırıyordur. Bu durumda Alma’nın kuzey batısındayız demektir. Nerede bulunduğumuzu bilmek ise kurtulma yolunda ilk adım olabilir.”

Az, duydukları karşısında hayretler içinde kalmış, Öz’e “Küçük bir şeyden böyle büyük sonuçlar çıkarabileceğini hiç düşünmemiştim. İyi de bütün bunları şimdiye kadar niçin bana öğretmedin?”

Öz, “Şimdiye kadar böylesine zor durumda hiç kalmadık da o yüzden. Bu dünyada her durumda işe yarayacak küçük bilgiler vardır. Uygun durumda uygun bilgiyi kullanırsan büyük sonuçlar çıkar ortaya. Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür.” demiş.

Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür.

Kıssadan Hisse:

Büyük şeylere küçük adımlarla ulaşılır. Ve insan, bedenine ve dünyaya hapsedilmiştir; taştan bir hücrede gibidir. Çevresindeki pek çok küçük şeyi fark ettikten sonra özgürlüğüne kavuşabilir. Bir gün yıldızlara ulaşabilmek için, bugün yeryüzündeki her şeyi değerlendirmeniz gerekir. Azlık çokluğun özüdür. Ve bir de şu: Evren, bir bütündür, tektir. Belki bu yüzden evrende birbiriyle tamamen ilişkisiz iki şey yoktur. İlişkileri görebildiğinizde, evren kalbini açar size. İşte Az ile Öz’ün öyküsü bunları anlatıyor bize.”
Üstün Dökmen – Küçük Şeyler’den alıntıdır.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 05 Ağu 2018 17:21:59
DUAYLA GELEN MÜŞTERİ....
Bir yaz günü, yetiştirdiği hayvanların arasına birkaç
tane de kaz ilave etmeyi düşünerek, karşı yakadaki
kaz çiftliğine gitmek üzere yola çıkan Yüksel Bey,
saatlerini çok iyi bildiği ve hiçbir zaman kaçırmadığı
feribotu kaçırır. O sıcakta bir sonraki feribotu beklemeyi göze
alamayınca da kaz alma planını bir sonraki güne
erteleyerek geri dönmeye karar verir. Dönüş yolunda otomobiliyle ilerlerk...en, bir kaz
sürüsüyle karşılaşır. Kazları takip ederse kendisini mutlaka ait oldukları
yere götüreceklerini düşünerek peşlerinden gitmeye
başlar. Sürü önde, Yüksel Bey arkada, tozlu topraklı köy
yollarında ilerlemeye başlarlar. Derken bir yol
ayrımında sürü ikiye ayrılır. Bir grup kaz sağa
giderken diğer grup düz devam eder. Yüksel Bey bir an tereddüt ettikten sonra, sağa sapan
kazları izlemeye karar verir. Kazlar yalpalaya
yalpalaya bir süre daha gider ve sonunda ağaçların
arasına gömülmüş küçücük bir evin önündeki tahta
çitlerin arasından geçerek içeri girerler. O sırada evin kapısı açılır ve yaşlı bir kadın dışarıya
çıkarak kazları karşılar. Yüksel Bey, bir süre kadını izledikten sonra
otomobilden iner, onun yanına gider ve şayet kabul
ederse kazlarını satın almak istediğini söyler. Yaşlı kadın sesi soluğu çıkmadan bakar bakar ve
ardından gözlerinden akan yaşlara hakim olamayarak
"Ben taa ne zamandır bu kazları satmaya niyetliyim.
Tek derdim, onları satıp içeride aylardır hasta yatan
kocama ilaç almak. Ama ne bir yere gidecek halim ne
de onları satacak birini bulacak gücüm var. Dün gece sabaha kadar ağlayarak yakardım. Dualarımın duyulacağını biliyordum. Seni bana
Rabbim yolladı oğlum" der.
Yüksel Bey, kazlara yaşlı kadının hayal bile
edemeyeceği bir fiyat ödediği gibi ertesi gün oraya bir
doktor götürüp kocasını muayene ettirir, ilaçlarını alır
ve yaşlı kadının hayır dualarıyla oradan ayrılır.
*****

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK