İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 31 Ara 2018 20:56:00
Merhametli İnsan

Hz. Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç girerler. Derler ki :
-‘Ey halife, bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü.

Ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin.’ Bu söz üzerine Hz. Ömer suçlanan gence dönerek :
– Söyledikleri dogru mu diye sorar ,

Suçlanan genç der ki :
-evet dogru.

Bu söz üzerine Hz Ömer anlat bakalım nasıl oldu diye sorar:

Bunun üzerine genç anlatmaya başlar, der ki :

Ben bulunduğum kasabada hali vakti yerinde olan bir insanım ailemle beraber gezmeye çıktık, kader bizi arkadaşların bulundugu yere getirdi.Afedersiniz hayvanlarımın arasında bir güzel atım var ki dönen bir defa daha bakıyor, hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden meyva koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş attı atım oracıkta öldü. Nefsime bu durum agır geldi, ben de bir taş attım,Babası öldü. Kaçmak istedim fakat arkadaşlar beni yakaladı, durum bundan ibaret’ dedi.

Bu söz üzerine Hz Ömer
– ‘Söyleyecek bir şey yok, bu suçun cezası idam.Madem suçunu da kabul ettin’ dedi.

Bu sözden sonra delikanlı söz alarak
-‘Efendim bir özrüm var’ diyerek konuşmaya başladi

– ‘Ben memleketinde zengin bir insanım, babam rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı.Gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak
zorunda kaldim. Şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettiğiniz için Allah(cc) indinde sorumlu olursunuz, bana üç gün izin
verirseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün içinde yerime birini bulurum’ der.

Hz. Ömer dayanamaz der ki :

-‘Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalir ki?!’

Sözün burasinda genç adam ortama bir göz atar, der ki:

– ‘Bu zat benim yerime kalir.’ O zat Hz. Peygamber Efendimizin (sav) en iyi arkadaslarindan daha yaşarken cennetle müjdelenen Amr Ibni As’ dan baskası değildir.

Hz.Ömer Amr’a dönerek,

– ‘Ey Amr, delikanliyi duydun’ der.

O yüce sahabi

-‘Evet, ben kefilim’ der ve genç adam serbest bırakılır.

Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir haber yoktur. Medine’nin ileri gelenleri Hz. Ömer’e çıkarak genc’in Gelmeyeceği, dolayısıyla Amr Ibni As’a verilecek idam yerine maktülün diyetini vermeyi teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz derler.

Hz. Ömer kendinden beklenen cevabi verir der ki :
-‘Bu kefil babam olsa farketmez cezayi infaz ederim.’

Hz Amr Ibni As ise tam bir teslimiyet içerisinde der ki :
-‘Biz de sözümün arkasındayız.’

Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç görünür. Hz. Ömer gence dönerek derki evladım gelmeme gibi önemli bir nedenin vardi neden geldin?’ Genç vakurla başını kaldırır ve (günümüz insanı için pek de önemli olmayan) ‘AHDE VEFASIZLIK ETTİ’ demeyesiniz diye geldim der.

Hz.Ömer başını bu defa çevirir ve Amr Ibni As’a der ki :

-‘Ey Amr, sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasil oldu onun yerine kefil oldun’.

Amr Ibni As( Allah kendisinden ebediyyen razi olsun), vakurla kanımızı donduracak bir cevap verir,

-‘Bu kadar insanın içerisinden beni seçti.

‘İNSANLIK ÖLDÜ ‘dedirtmemek için kabul ettim’ der. Sıra gençlere gelir, derler ki :

-‘Biz bu davadan vazgeçiyoruz.’

Bu sözün üzerine Hz Ömer :

-‘Ne oldu, biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne oldu da vazgeçiyorsunuz?’der.

Gençlerin cevabı da
-‘MERHAMETLİ İNSAN KALMADI’ DEMEYESİNİZ DİYE …

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 19 Şub 2019 21:26:18
 “Bir Bilene Sormalı”
Hz. Ömer zamanında oruç ayı geldi. Birkaç kişi bir dağın tepesine koştu. Oruç ayının Hilalini görüp kutlulanmak, onu hayra yormak istiyorlardı. Birisi “Ey Ömer, işte hilal” dedi. Hz. Ömer gökyüzüne baktıysa da ayı göremedi.

“Bu ay senin hayalinden meydana geldi. Yoksa ben, gökleri senden daha iyi görürüm. Tertemiz hilali nasıl olur da görmem? Elini sıvazla. Ondan sonra hilale bak!” dedi.

Adam elini ıslayıp kaşını sıvazlayınca ayı göremedi. “Padişahım, ay yok görünmez oldu” dedi. Ömer dedi ki:

“Evet, kaşının kılı seni şüphelendirdi: yaydan sana bir ok attı. Onun yolunu bir eğri kıl kesti, o yüzden ayı gördüm diye davaya kalkıştı. Bir eğri kıl gökyüzüne perde olursa bütün vücudun eğri olunca halin ne olur? Her Cüzü’nü doğrulara uyup doğrult. Ey doğru yola giden, o eşikten baş çekme! Teraziyi, terazi doğrulttuğu gibi terazinin değerini azaltan da yine terazidir.”

Doğru olmayanlarla tartılan eksikliğe düşer, aklı şaşar kalır. Yürü kafirlere karşı şiddetli ol; ağyarın dostluğuna toprak saç! Ağyarın başına kılıç kesil; kendine gel; tilkilik etme, aslan ol ki dostlar gayretleri yüzünden senden kesilmesinler! Çünkü dikenler, bu güle düşmandır. Ateşe üzerlik tohumu serper gibi kurtların başına ateş serp; çünkü o kurtlar, Yusuf’un düşmanlarıdır. Kendine gel, Şeytan sana “babasının canı” der bu suretle o lakin seni aldatır

Bu kara yüzlü babana da bu şeytanlığı yaptı Ademi’ de mat etti. Bu kuzgun, satranç başın da çeviktir. Yarı uykulu gözle kuzgunu doğan görme! Çünkü o kadar çok oyunlar bilir ki boğazında bir çöp gibi kalakalır.! Onun çöpü boğazlarda durur. O çöp nedir? Mevki ve mal sevdası. Ey kararsız kişi, mal çöpten ibarettir. Ama boğazındaysa Abıhayatı içirmez. Malini, düzenbaz bir düşman çıkacak olsa bir yol keseni, başka bir yol kesen dolandırmış demektir.

Bir hırsızcağız, bir yılan oynatıcısının yılanını çaldı. Aptallığından onu ganimet saymaktaydı. Yılancı, yılanın zehirlemesinden kurtuldu. Yılan da hırsızını ağlatıp inleterek öldürdü. Yılancı, o ölü adamı görüp tanıdı, “onu benim yılanın öldürdü, canından etti. Hırsızı bulayım da yılanımı ondan alayım diye dua edip duruyordum. Gönlüm yılanımı bulmayı istiyordu. Tanrıya şükrolsun ki o dua kabul edilmedi. Ben duamın kabul edilmeyişini ziyan sandım ama bana faydaymış dedi.”

Nice dualar vardır ki ziyanın helak olmanın ta kendisidir. Pak tanı, onları kereminden kabul etmez.

Mesnevi Hikayeleri

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 23 Şub 2019 08:42:57
DELİNİN biri camiye girer,belli ki namaz kılacak.
Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın... gözlerle etrafı süzer-dolanır.. Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider..

Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar gelir camiye ve tam namaza başlamak üzere olan cemaatle birlikte saf tutar..
Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir namazını.

Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı ses vs. derken, tabii cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan..

Nihayet biter namaz, bitmesine ama her kafadan bir ses çıkar..
Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile..
İmama kadar ulaşır sesler, hafiften tartışmalar..

İmam aynı mahalleden, bilir az çok garibin halini, şefkatle yaklaşır meczubun yanına ve der ki:

-Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında odunlarla, sen ne yaptın?
Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak, bir daha namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?

Bunu duyan meczub melül-mahzun, ama manalı bir bakışla sorar

-Âdetiniz böyle değil mi?

-Ne âdeti?! der Hoca..

Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra..

Der ki meczub bu kez:

-Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, şöyle kendime uygun bir yer ararken içeridekilere baktım, gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet böyledir, ben de şu odunları yüklendim geldim işte, neden kızıyorsun? Kızacaksan herkese kız, tek bana değil!

Hoca şaşırır:
-Benim sırtımda da mı var? der..

-Evet, der meczub, -Hepinizin sırtı yüklü!..

Cemaatte ise hafiften “deli işte!” manasına,bıyık altından gülüşmeler başlamıştır..

Meczub bu kez öne atılır ve tek tek cemaati işaret ederek, saf bir çocukça, heyecanla bağırır:

-Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı vardı..

Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun, bununkinde de yaşlı annesi vardı!..

Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve umutsuzca;

- Boş yok, boş yok hiç!..diye tekrarlar.

O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne bakar!

Aynen doğrudur dedikleri çünkü;
Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur namazda,
kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını,
biri onaracağı kapıyı,
diğeri lokantasında pişireceği yemeği..
Biri açtır aklında yiyeceği tavuk,
birinin sırtında sevdiği kadın,
diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır.

-Peki söyle bakalım bende ne vardı? der, bu kez endişeyle Hoca..

O da der ki:
-Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında kocaman bir inek vardı!

Meğerse efendim, hocanın ineği hastaymış, “öldü mü ölecek mi?” diye düşünürmüş namazda..

''Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye mâlik viraneler var.''
Bildirince bildiren, yüreği olan görüyor elbet..".

Alıntı (Yazel)

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 06 Mar 2019 18:06:10
Yıllar sonra bir gününüz böyle olsun ister miydiniz?

  Huzur evinin kapısından hızlı adımlarla giren ve halinden 60-70 yaşlarında olduğu anlaşılan kadın, girişteki danışmadan bir şeyler sorar.
    Danışma memuruyla aralarında geçen ve kısa süren konuşmadan sonra aradığı şeye bir an önce kavuşma heyecanıyla olsa gerek daha bir hızlı adımlarla merdivenlere yönelir.
    Kapı numaralarına bakarak ilerlemektedir koridorda. Ve hışımla dalar 24 numaralı odaya…
    Bir yatak, çelik bir elbise dolabı, küçük, formika kaplı bir sehpa, dayanakları ahşap bir tek misafir koltuğunun bulunduğu, yerlerin mozaik olduğu, penceresi batıya bakan, pek köhne sayılamayacak bu Huzur evi odasında yaşı 70’ e varmış ve çoktandır ilaç tedavisi gören birisi yatmaktadır.
    Kaybetmişlikle bulmuşluğun, ya da bulmuşlukla kaybetmişliğin arasında bir çok zıt duyguyu aynı anda yaşayan kadın, gözlerinin ışığına bakılırsa, sevinmektedir. Alnındaki daha bir belirginleşen hayat çizgileri ise üzüntülü olduğunu ortaya koymaktadır.
    Çok kısa bir sürede anılar gözünün önünden bir film şeridi gibi geçmiş olan kadın, üzerinde lacivert eşofman bulunan yataktaki yaşlı adama yaklaşır. Gözleri nemlidir. Yıllardır denize hasret bir kaptanın denizi seyrettiği gibi seyreder bir müddet onu. Ve buruk bir sevinç içerisinde seslenir.

- Merhaba,
Nihayet buldum seni.
Nasılsın,
Beklemiyordun değil mi beni?..

- Merhaba,
Ben kaybolmadım ki bulunayım.
Herkes biliyor ki,
Son sekiz senedir buradayım.

- Yanlış anladın,
Kavuştum sana dedim.
Belki inanmayacaksın ama,
Seni çok özledim.

- Çıkaramadım, af buyurun,
Tanıtır mısınız kendinizi?
Ne zamandır tanıyorsunuz,
Bendenizi?

- Yapma Allah aşkına
Yapma be şâir
Ne şiirler yazmıştın hani,
Beni sevdiğine dâir.

- Hem sevdim hem şiir yazdım ha
Şimdi iyice şaşırttınız.
Aklımı yitirmedim daha
Bence siz ortaya bir yalan attınız.

- Yalan değil söylediğim
Niçin öyle düşünüyorsun?
Bu değildi beklediğim,
Beni kırmak mı istiyorsun?

- Niyetim sizi üzmek değildi,
Samimi söylüyorum.
Sadece gerçekleri,
Anlamak ve anlatmak istiyorum.

- Haydi, gezdireyim bahçede seni,
Hava alırsın, mevsim nasıl olsa yaz.
Hem belki konuştukça,
Hatırlarsın geçmişi biraz.

- Hatırlamam neyi değiştirir,
Konuşsak da hoş konuşmasak da hoş.
Gerçek olan tek şey şu değil mi;
Sevgisiz geçen hayat boş.

- Alır alır gelirdim seni buraya,
Ancak Huzur evinde kavuşuruz derdim.
İster inan ister inanma ama,
Ben sana bu güne söz verdim.

- Ya, demek öyle,
Pekiyi ya bunca geçen zaman?
Hasret nasıl telafi edilir,
Mümkün mü o günü tekrar yaşaman?

- Hiç unutmam,
Bir sohbette sormuştun bana,
“Bende ne buldun?” diye.
Gönlümü çalan ne servetindi
Ne de verdiğin bir hediye.

- Allah Allah,
Diyorsun ki şuydu sorduğun,
Peki söyle bakalım,
Neymiş bende bulduğun?

- Oturduğumuz o parkta gözlerine bakarak,
Gülümsemiştim.
Ve daha sonra sana,
Sen beni çok sevdin, demiştim…

- Hatırlıyorum elbette hepsini,
Unutulur mu hiç?
Onca gayret onca emek.
Tahmin etmeliydim,
Sen, “O” sun demek.

- Evet, benim,
“Sevmekten kim usanır?” diyen,
Kaç kere yemin eden,
Kaç kere geri gelen…

- Anlıyorum, kaçan kovalanır, sevenden kaçılır,
Bizde böyledir değil mi âdet?
Üç günlük dünyada
Çok görülür saadet.

- Gittim… Gittim ama,
Sebepsiz değildi gidişim,
Terk etmiş olsam da seni o gün.
Geldim işte yanındayım,
Ve seninim bugün.

- Neye yarar ki,
Ne olursa olsun neden,
Beni terk ettin.
Ve geçti artık iş işten,
Sen unutulmuş olmayı,
Çoktan hak ettin.

- Yalvarırım,
Yalvarırım bana bunları söyleme.
Kırk yıldan sonra,
Tam bulmuşken seni,
Yeniden kaybetmemi isteme.

- Bırak !..
Bırak lütfen ellerimi,
Ömür bitmiş seni neyleyim?
Tek başıma yaşadığım dünyadan,
Bırak da, yalnız gideyim…

Sağ elini avuçlarının arasında tutan kadından kurtaran yaşlı adam, oturmakta oldukları banktan da aniden kalkar.

Bastonunun da yardımıyla ağır aksak yürümeye başlar. Ağlıyordur… Ama arkasına bakmadan yürümektedir. Binaya mı? Odasına mı? Hayır…

Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş gençliğinin maralını, güzel hatıralar yaşadığı kadınını, yüzlerce şiir yazdığı ilham perisini bırakmıştır arkasında…

Gitmektedir…. Ama nereye gittiğini ne kendisi ne bir başkası bilmektedir


"mümtaz beğen"

Çevrimdışı gokdeniz1966

  • Uzman Üye
  • *****
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 5.731
  • 51.784
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 29 Mar 2019 21:47:52
Neden Türk hekimleri hastalarını iyileştirdikten sonra ‘’taburcu’’ ederler?

Taburcu sözcüğünün hüzünlü bir öyküsü vardır aslında. 1. Dünya ve Çanakkale Savaşı sırasında ülkenin tıp eğitimi veren tek kurumu Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane' dir. Zorunluluk ortaya çıkınca bu kurum, hocalarını ve öğrencilerini cepheye yollar. Eğitime ara vermek zorunda kalınır. Binası ise tamamen hastaneye dönüştürülür. Ülkede herkes askerdir, eli silah tutan neredeyse tüm erkekler savaştadır. Gerçek kurumsal düzeyde bir tek hastane vardır, ülkenin her yanındaki cephelerde tüm hekimler subaydır, askerdir. *** Yaralılar iyileştirilir, tabip komutan sırayla hastalarını dolaşır. Hastanede, kışlada, revirde, cephede, çadırda, savaşta kıyamet kopmaktadır. Tabip subay iyileşenleri evlerine değil, tekrar silah tutabilecekleri savaşa, yani taburlarına yollar; kısacası ‘’taburcu’’ eder. İyileşenler eve gitmez, koşa koşa taburlarına gider. Başka hiçbir milletin, ülkenin hastanesinde, hastalar iyileştiklerinde ‘’taburuna yollanmaz, taburcu’’ edilmez. İşte Türk olmak budur... Bizi biz yapan işte bu asalet ve bu soylu ruhtur..

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 17 Nis 2019 14:46:12
Bir Hintli, hayatlarında hiç fil görmemiş insanların yaşadığı bir köye bir fil getirdi; fili karanlık bir ahıra koydu. Ertesi gün, fili köylülere gösterecekti. Ama meraklı birkaç kişi hayvanı hemen görmek için o kapkaranlık ahıra toplandı. Ancak ahır o kadar karanlıktı ki, fil gözle görülemiyordu. Adamlardan hiçbiri de yanlarında mum getirmeyi akıl edememişti. O göz gözü görmeyecek kadar karanlık ahırda, file ellerini sürerek onu tanımaya çalıştılar.

Birinin eline filin kulağı geldi; “Fil bir oluğa benzer,” dedi.

Başka birinin eline ayağı geldi; “Fil bir direğe benzer,” dedi.

Bir başkası da sırtını ellemişti; “Fil bir taht gibidir,” dedi.

Herkes neresini elledi, nasıl sandıysa fili ona göre anlatmaya başladı. Bundan dolayı fili tarifleri de farklı farklıydı. Eğer herkesin elinde bir mum olsaydı, fili tariflerinde bir farklılık kalmazdı.

Duygu gözü, ancak avuca, köpüğe benzer; avuç bütün fili birden elleyemez ki! Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz başkadır. Köpüğü bırak da, denizi görmeye bak sen. Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir, onları deniz harekete getirir. Ama ne şaşılacak şeydir ki, sen köpüğü görüyorsun da denizi görmüyorsun.

Mesnevi’den Hikayeler

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 17 Nis 2019 22:42:43
BİLGE İLE KÖPEK...

Bir bilge, bir göletin başında oturmaktadır. Susuzluktan kırılan bir köpeğin devamlı olarak gölete kadar gelip, tam su içecekken kaçması dikkatini çeker. Dikkatle izler olayı.

Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki yansımasını görüp korkmaktadır. Bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır. Sonunda köpek susuzluğa dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer. O anda bilge düşünür:

 -Benim bundan öğrendiğim şu oldu, der.
—Bir insanın istekleri ile arasındaki engel, çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır. Kendi içinde büyüttüğü engellerdir. İnsan bunu aşarsa, istediklerini elde edebilir.

   Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür. Asıl öğrendiği şey, insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin var olduğudur. Bu yüzden ne varsa paylaş, senden de öğrenilecek bir şeyler vardır diğer insanlar için...

   Her insanın bir hikâyesi ve söyleyecek bir sözü mutlaka vardır.

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 30 Tem 2019 09:59:44
Abbasi hükümdarı Harun Reşid’in “Cafer” adında bir veziri varmış, vezir itibarlı Bermeki aşiretindenmiş...

Bir gün Harun Reşid ile baş veziri kırda bayırda, bağda bahçede dolaşmaya çıkmışlar.

Bir elma ağacı görmüşler, ama ağaç yüksek, tırmanıp koparmak mümkün değil...

Hikâye bu ya, hükümdar Harun Reşid, baş vezirine “kıyak” yapmış, diz çökmüş, Cafer, hükümdarın omzuna basıp birkaç elma koparmış.

Bahçıvan uzaktan seyrediyormuş, yanlarına gelince Harun Reşid bahçıvanı kutlamış, böyle elmalar yetiştirdiği için de bahçıvanı ödüllendirmek istemiş:

“Dile benden ne dilersen!” demiş.

Bahçıvan ısrarla bir şey istemese de hükümdarın ısrarı karşısında boynunu bükmüş ve ıkına sıkıla:

“Bu baş veziriniz Cafer var ya, ikimiz de aynı aşiretteniz, Bermeki aşiretindeniz. Sizden ricam benim kaydımı bu aşiretten silin.”

Harun Reşid böyle bir istek karşısında şaşırmış.

Israrla bahçıvandan başka güzel şeyler istemesini söylemiş. Ama bahçıvan aynı istekte o kadar ısrar etmiş ki, sonunda Harun Reşid bu isteği kabul etmiş ve bahçıvanın Bermeki aşiretinden olduğuna dair kaydını silivermiş.

Ve bu konuda de bahçıvanın eline fermanını yazmış ve vermiş.

………………

Aradan zaman geçmiş, başvezir Cafer işi azıtmış. Hükümdarın arkasından komplolar kurup kendi aşiretinin hanedanını başa geçirmeye çalışmış...

Durumu anlayan Harun Reşid emretmiş:

“Başta başvezirim Cafer olmak üzere, bu aşiretten kim varsa bulun yakalayın ve oracıkta boynunu vurun!”

Bir süre sonra cellatlar hükümdarın huzuruna gelmişler. Yanlarında da bizim o garip bahçıvan varmış. Cellatlar sormuşlar;

“Efendim, bu da aynı aşiretten ama elinde sizin fermanınız var, aşiretten çıkarmışsınız...”

Harun Reşid bir anda o günü hatırlamış:

“Yahu sen niye bu aşiretten çıkmak istemiştin?”

Bahçıvan önce konuşmak istememiş. Susmuş. Ama Harun Reşid sorusuna cevap için ısrarcı olup bağırınca konuşmuş; 

“Bu Cafer’in iki elma için hükümdarın omzuna bastığını görünce, bu adamın çıkarı için yapmayacağı iş yok, bana da zararı dokunmasın diye, beni bunlardan atın, dedim.” Deyivermiş.



Çevrimdışı susmaz

  • Bilge Üye
  • *****
  • 1.205
  • 3.410
  • 1.205
  • 3.410
# 11 Kas 2019 00:09:50
Bir zamanlar bir adam bir at satın aldı. Fakat alışverişin hemen arkasından atın hasta olduğunu fark etti. Onu geri vermek istiyor ancak satan adamın atı geri almayacağından endişe ediyordu. Bu yüzden önce kadıya gidip işi resmi olarak halletmek istedi. Ancak kadıyı yerinde bulamadı, mahkeme ertesi güne kaldı, hasta at ise gece öldü.

Adam, ertesi gün olanları kadıya anlattı, ne yapılabileceğini sordu. Kadı, “Zararını ben ödeyeceğim” dedi. Şaşkınlıkla kadıya bakan adam “Sizin konuyla bir ilginiz yok, niçin siz ödeyeceksiniz ki…” dedi.

Kadı, şu manidar cevabı verdi: “Evet, görünürde benim konuyla ilgim yok ama işin aslı öyle değil. Sen dün geldiğinde ben yerimde olsaydım, atı geri verdirirdim, sen de paranı geri alırdın. At da senin elinde değil, sahibinin elinde ölmüş olurdu. Şimdi buna imkân kalmamıştır. Senin zararına benim makamımda bulunmamam sebep oldu. O yüzden zararını ben ödeyeceğim” dedi ve ödedi.

O kadı, sonradan Osmanlının ilk şeyhülislamı olacak olan Molla Fenari (1350-1431) idi..!


-ALINTI-

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 14 Kas 2019 19:30:24
ÖĞRETMEN OLMAK...


    Yıllar önce Mrs Thompson adında bir ilkokul öğretmeni vardı. Okulların açıldığı gün, 5 inci sınıf talebelerinin önünde , onlara gerçek olmayan birşey söyledi. Pekçok öğretmenin yaptığı gibi, öğrencilerine baktı ve onların hepsini, birbirinden ayırmaksızın çok sevdiğini söyledi. 

    Fakat tabi bu pek mümkün değildi çünkü ön sırada büzülmüş oturan Teddy Stoddard adında çelimsiz bir öğrencisi vardı. Mrs. Thompson onu geçen yıl görmüş, arkadaşlarıyla iyi geçinmediğini, üstünün başının darmadağınık ve pis olduğunu farketmişti. Teddy'nin rahatsız edici olduğunu düşünüyordu. Öyle ki onun sınav kağıdına kalın bir kalemle kocaman çarpılar koyup üstüne de en düşük notu yazmak onun için zevk olmaya başlamıştı. 

    Mrs. Thompson'un öğretmenlik yaptığı okulda, öğrencilerin geçmişindeki başarı kayıtlarını incelemek zorunluydu ancak o Teddy'nin kayıtlarını incelemeyi en sona bırakmıştı. Sıra nihayet Teddy'nin kayıtlarını incelemeye geldiğinde ise büyük bir şaşkınlık geçirdi. 

    Teddy'nin birinci sınıftaki öğretmeni onun için : 

    "Teddy çok parlak ve güleryüzlü bir çocuktur. Ödevlerini büyük bir titizlikle yapar ve davranışları çok olumludur. Sınıfta olması büyük mutluluk" diye yazmıştı. 

    İkinci sınıf öğretmeni: 

    "Teddy sınıf arkadaşları tarafından çok sevilen mükemmel bir öğrencidir. Ancak annesi ölümcül bir hastalığın pençesinde olduğu için sorunlar yaşıyor ve evdeki yaşamı mücadeleyle geçiyor olmalı" diyordu. 

    Üçüncü sınıf öğretmeni ise: 

    "Annesinin ölümü onu çok etkiledi. Elinden geleni yapmaya çalışıyor ancak babası oldukça ilgisiz, gereken yapılmazsa ev yaşamı yakında derslerini etkileyebilir." yazıyordu. 

    Dördüncü sınıf öğretmeninin yazdıkları: 

    "Teddy içine kapandı ve okula karşı oldukça ilgisiz. Fazla arkadaşı yok, bazen sınıfta uyukluyor." şeklindeydi. 

    Mrs. Thompson artık durumu anlamış ve çocuğa karşı davranışlarından ötürü utanç duymaya başlamıştı. Noel geldiğinde , sınıftaki diğer çocuklar, ona çok güzel kurdeleler ve parlak kağıtlarla paket edilmiş hediyeler getirdiğinde bu utancı daha da artmıştı. Teddy'nin elinde kesekağıdına gelişigüzel sarılmış bir hediye paketi vardı. 

    Diğer hediyelerin yanında Teddy'nin paketini açmak Mrs. Thompson için çok zor oldu. Paketten taklit elmas taşlarının bir kısmı dökülmüş olan eski bir bilezikle neredeyse dibine inmiş bir parfüm şişesi çıkınca öğrencilerin bazıları gülmeye başladılar. Fakat o çocukları hemen susturduktan sonra bileziği, ne kadar güzel olduğunu söyleyerek, koluna taktı ve bileğine birkaç damla parfüm damlattı. 

    Teddy Stoddard o gün dersler bittikten sonra yanına gelerek: 

    "Mrs. Thompson, bugün aynen annem gibi kokuyordunuz" dedi. 

    Çocuğun bu sözlerinden çok etkilenen Mrs. Thompson bütün çocuklar evlerine gittikten sonra oturduğu yerde yarım saat kadar ağladı. Bundan sonra çocuklara okumayı, yazmayı ve matematiği öğreten biri olmak yerine gerçek bir öğretmen olmaya karar verdi. 

    O günden sonra Teddy'ye özel ilgi göstermeye başladı. Onunla meşgul oldukça Teddy'nin zihnine bir canlılık gelmeye başladı. Onu yüreklendirdikçe ondan daha olumlu tepkiler alıyordu. Sene sonunda Teddy sınıftaki en parlak bir kaç öğrenciden biri olmuştu ve bırakın onu diğerlerinden az sevmeyi, en "gözde" talebeleri arasına girmişti. 

    Bir yıl sonra kapısının altında Teddy'den gelen ve kendisinin hala onun hayatındaki en iyi öğretmeni olduğunu belirten bir not buldu. Teddy'den ikinci mesajı alması 6 yıl sonraydı. Orta öğrenimini üçüncülükle bitirdiğini, onun hala hayatında sahip olduğu en iyi öğretmeni olduğunu bildiriyordu. 

    4 yıl sonra ondan bir mektup daha aldı. Bu mektupta zaman zaman güçlüklerle karşılaştıysa da bunlarla başa çıkabildiğini, üniversiteden yüksek iftiharla mezun olduğunu ve onun hala hayatta sahip olduğu en iyi ve en çok sevdiği öğretmeni olduğunu vurguluyordu. 

    Aradan 4 yıl daha geçti, bir mektup daha geldi Teddy'den. Eğitiminde yeni bir aşama daha kaydetmişti. Onun hala en sevdiği ve en iyi öğretmeni olduğunu yineliyordu ama bu kez adı biraz uzamıştı, mektup Dr. Theodore F. Stoddard olarak imzalanmıştı. 

    Öykü burada da bitmiyor. O yıl ilkbaharda Teddy'den bir mektup daha geldi. Mektubunda "hayatının kızı"yla karşılaştığını ve onunla evleneceğini bildiriyordu. Birkaç yıl önce babasını da kaybettiğinden bahsederek düğünde öğretmeninin damadın annesi için ayrılan yerde oturmayı kabul edip etmeyeceğini soruyordu. Mrs. Thompson elbette bu teklifi kabul etti. Ve düğüne giderken Teddy'e annesiyle kutladıkları son Noel'i hatırlatan parfümünü sürdü, koluna da yine onun yıllarca önce hediye ettiği taşları dökülmüş taklit bileziği taktı. 

    Karşılaştıklarında kucaklaştılar, Dr. Stoddard sevgili öğretmeninin kulağına eğilerek: 

    " Size çok teşekkür ediyorum Mrs. Thompson, bana inandığınız için, kendimi önemli hissetmemi ve birşeyleri değiştirebileceğimi gösterdiğiniz için size minnettarım." diye fısıldadı. 

    Mrs Thompson gözyaşları arasında yine fısıldayarak cevap verdi: 

    "Teddy, sen durumu bütünüyle yanlış anlamışsın. Aslında fark yaratabileceğimi bana öğreten sensin. Seninle karşılaşana kadar ben öğretmenliğin nasıl birşey olduğunu gerçekten bilmiyordum...


Alıntı---

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 20 Kas 2019 21:25:21
KİMİN KALBİ

                  Delikanlı alaca karanlıkta yürürken, yumuşak bir şeye 
çarptığını fark etti. Eğildi baktı. Aman Allah’ım!... Ayaklarının 
arasında, bir kalp duruyordu. Tıpkı resimlerdeki gibi, diri ve 
;kanlıydı. Onu büyülenmişçesine avuçlarına aldığında, dehşetten 
;çıldıracaktı. Kalp tıp tıp atıyordu ve sımsıcaktı. 
Delikanlı, sanki ellerine yapışıp bir başka uzvu haline 
geliveren kalpten kurtulmak istiyor, fakat ne olduğunu bilmediği, 
kestiremediği duygular tarafından engelleniyordu. Bir müddet sonra 
sakinleştiğinde, onun sahibini bulmak için en yakındaki evin 
kapısını çaldı ve zincir ; aralığından bakan genç kıza ; "Bu kalp 
sizin mi?" diye sordu. Biraz önce buldum onu. 
Kız, mahcup bir ifadeyle; "Ben kalbimi, üç ay önce rastladığım 
bir vefasıza kaptırdım" dedi. "Yandaki eve sorun, onların olabilir." 

                  Kızın gösterdiği ev, göz kamaştırıcı bir villaydı. Kapıyı açan 
hizmetkarlar, onu üst kata çıkartarak evin beyine götürdüler. 
Delikanlı, yumuşacık halıların üzerine damlayan kanları ayağıyla 
örtmeye çalışırken; "Bu kalp sizin mi acaba? " diye sordu. "Hala 
atıyor da....." 
Beyefendi, ışıl ışıl parıldayan kristal kadehinden höpürtülü 
bir yudum çekerek; "Ben kalbimi dünyaya sattım, canikom" diye 
sırıttı. "Komşu evde bir yaşlı bir ihtiyar var, belki o bilir 
sahibini...." 
Delikanlı, hızla soğumaya başlayan ve atışları gittikçe 
yavaşlayan kalbi bitişik kulübedeki yaşlı ihtiyara koşturarak; "Bu 
sizin mi?" diye sordu. "Çabuk olun, neredeyse duracak." 
Yaşlı adam, okumakta olduğu Kutsal kitabi yavaşça kapatırken; 
"Ben kalbimi, her şeyimle Allah'a verdim evlat" diye gülümsedi. 
"Elindekinin sahibini, neden gidip anne ve babana sormuyorsun ?" 
"Her ikisi de yaşlanıp bunadı." diye söylendi genç... "Bir 
bebek gibi alaka görmek istediklerinden, üç gün önce kavga edip 
onları terk ettim." 
ihtiyar adam, büyük bir üzüntüyle ; "Terk ettin ha..! " diye 
mırıldandı. "Terk ettin demek....." 
Delikanlı, söylenenlere karşı kayıtsız görünüyordu. Oysa ki 
yaşlı adam, beklediği cevabi çoktan almıştı. Delikanlıya doğru emin 
adımlarla ilerledi ve iki eliyle kavradığı delikanlının gömleğini 
bir hamlede yırtarak göğsünü açıverdi. Delikanlının sol göğsünde, 
avuçlarında tuttuğu kalp büyüklüğünde kanlı bir boşluk vardı...

Çevrimdışı dilek0127

  • Uzman Üye
  • *****
  • 6.150
  • 34.930
  • 6.150
  • 34.930
# 25 Kas 2019 16:16:55
Annemler ilk KEZ anahtarlarını içerde unutmuşlar.Bende yedek anahtar olacaktı baktım yok,akşama kardeşimi bekleyecekler.Aldım bize getirdim.Öğlen namazlarını kıldılar.Sonra aklıma gelen bir yere baktım, anahtarlarını buldum.Tekrar evlerine bıraktım.Normal şartlarda bir namaz için niye gelip gitsinler? Demek ki benim evde kılmaları nasipmiş.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 03 Ara 2019 20:11:22
Geçmiş zamanlarda bir ülkede büyük, şatafatlı bir sarayda çok meşhur bir bilge yaşarmış. Herkes üstesinden gelemediği sorunların çözümünde onun yardımına başvururmuş. Bilge çok tecrübeli, bilgili ve insanlara yardım etmeyi çok seven bir insanmış. Günün birinde bir genç gelmiş saraya. Bilge ile görüşmek istediğini, ona soracağı çok önemli bir soru olduğunu söylemiş. Kendisinden önce gelen insanları bir süre bekledikten sonra alınmış huzura. O çok meşhur bilge insan bütün heybetiyle karşısındadır artık. Saygıyla selamlamış önce, sonra titrek bir sesle sormuş; Bana mutluluğun sırrını anlatabilir misiniz?

Bilge dikkatle süzmüş adamı.



-- "Demek mutluluğun sırrını merak ediyorsun. Peki anlatacağım fakat şimdi değil, şu an çok meşgulüm istersen sen sarayımı gez sonra gel sana sorunun cevabını vereyim." demiş. Ayrıca ona bir kaşık vermiş ve içine de iki damla yağ damlatmış. Sarayı gezerken bu kaşık da yanında olacak, ama dikkat et sakın içindeki yağı dökme demiş. İki saat sonra dönmek üzere ayrılmış adam.


Saray inanılmaz derecede güzelmiş, fakat adam kaşıktaki yağı dökmemek için hep kaşığına bakarak yürüyormuş. Dolayısıyla saray gezintisinden fazla bir keyif alamamış. Hiç bir ayrıntıya dikkat edememiş. Zaman dolunca tekrar çıkmış bilge adamın huzuruna. Yüzünde bir tebessüm ve içinde yağı dökmemiş olmanın verdiği rahatlıkla "Bakın efendim yağı dökmeden döndüm" demiş. Bilge gülümseyerek sormuş "Anlat bakalım nasıl buldun sarayımı?" adam birden afallamış, yağa dikkat etmekten sarayı unutmuş hiçbir şeye dikkat etmemiş. Bilge adam durumu anlamış ve ona tekrar giderek her yere iyice bakmasını söylemiş. Adam elinde kaşığı tekrar çıkmış sarayı gezmeye...
Bu sefer her şeye daha dikkatli bakmış. Hayatında görmediği güzelliklere şahit olmuş. Kolonlar, işlemeler, altın yaldızlar, mücevherler, parşömenler, kütüphanedeki el yazması eserler ve işlemeli kapakları, birbirinden güzel süs eşyaları... Her şey mükemmelmiş. İki saat sonra saraya hayran kalmış olarak dönmüş bilgenin huzuruna.


Anlat bakalım demiş bilge. Adam başlamış heyecanlı heyecanlı anlatmaya. Hayran kaldığı her halinden belliymiş. Daha sonra bilgenin gülümsediğini fark etmiş. Kısa bir sessizliğin ardından elindeki kaşığa baktığını fark etmiş...



Bir de baksın ki ne görsün. Kaşıktaki yağ tamamen dökülmüş. Etrafa bakmakta onu tamamen unutmuş. Mahcup gözlerle bakmış bilge adamın yüzüne.


İşte evlat demiş bilge adam gülümseyerek. Mutluluğun sırrını merak ediyordun. Söyleyeyim;



"Mutluluğun sırrı dünyadaki bütün güzellikleri yaşamak fakat kaşığındaki iki damla yağı da dökmemektir."
....

Çevrimdışı dilek0127

  • Uzman Üye
  • *****
  • 6.150
  • 34.930
  • 6.150
  • 34.930
# 06 Ara 2019 10:29:24
Yavuz Sultan Selim, Mısır seferine giderken, yolu bir Anadolu köyüne düşmüştür. Sultan, ordusunun önünde ilerlemektedir. İhtiyar bir köylü görüntüsündeki Dede Molla’yı tarlasını sürerken görür ve yaklaşıp selam verir. Dede Molla, gelenin kim olduğunu fark etmemiş gibi davranarak selamını alır ve işiyle meşgul olmaya devam eder. Atının üzerinde onu seyreden Sultan; “Baba duydun mu? Padişah sefere çıkmış. Mısır'a gidiyormuş" der. Dede Molla: “Mevla yolunu açık eylesin. İnşallah hayırlı olur. Emeline nail ve muzaffer olarak döner." dedikten sonra işine devam eder.

Sultan onun bu olgun haline ve teslimiyetine bakıp, dünyaya gönül bağlamayan, tevekkül sahibi bir zat olduğunu anlar. Sultan nasıl karşılık vereceğini merak ederek tekrar; “Dede, uzak yerden geliyorum. Karnım aç, yiyeceğin var mı?” der. Bunun üzerine Dede Molla biraz ilerde iki taşın üzerine yerleştirilmiş tencerede pişmekte olan aşı işaret ederek: “İşte orada pilav pişmek üzere, karnın doyuncaya kadar ye!" der. Padişah: “İyi ama ardımdaki ordu da aş ister." deyince; Dede Molla: “İşte tencere orada, indir sen de ye askerlerin de yesin. Hepinize yeter inşallah!" der. Sonra tarlasını sürmeye devam eder.

Biraz sonra ordu yaklaşınca, Yavuz Sultan Selim, vezirlerine mola vermelerini emreder. Mola veren askerler gruplar halinde Dede Molla’nın pilavından yemek için sofraya oturur. Başta sultan, vezirler ve bütün ordu bu pilavdan yer, fakat pilav hiç eksilmez. Bu ihtiyar zatın erenlerden olduğunu anlayan Yavuz Sultan Selim, onun kerametiyle pilavın bitmediğini görerek, hürmetle elini öpüp, duasını alır ve ordusuna ilerle emrini verir.

Osmanlı ordusu, Mısır seferinde zafer kazanıp İstanbul'a dönerken, Yavuz Sultan Selim yine Dede Molla’nın yanına uğrar. Bir arzusu olup olmadığını sorar. Dede Molla yavaş bir sesle; "Mendilimi isterim" der. Sultan önce bir şey anlayamaz. Fakat biraz sonra savaş sırasında kolundan hafif yaralandığını ve o sırada yanında savaşan ihtiyar bir askerin koynundan mendilini çıkararak, yarasını sardığını hatırlar ve o ihtiyar askerin de Allah’ın Veli kullarından Dede Molla olduğunu anlar. Yavuz Sultan Selim, Dede Molla’ya ve bulunduğu yöreye büyük yardımlarda bulunur.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.795
  • 227.345
  • 28.795
  • 227.345
# 11 Ara 2019 11:50:43
Çok Özel Bir Hikaye 
Kendini bildi bileli mor menekşeyi çok severdi. Çocukluğunun geçtiği ikikatlı evin bahçesinde bahar geldiğinde mor mor açar, mis gibi kokarlardı..Annesi mor menekşeleri hep duvar kenarına dikerdi.. 
gölgeyi sever menekşelerderdi..Oysa ögretmeni bitkilerin güneş ışınları ile fotosentez yaptığını anlatmıştı onlara .Bitkiler güneş ışığına muhtaçtı.Mor menekşeler ne tuhaf bitkilerdi , her bitki güneşi severken,onlar nedengölgeyi tercih ediyorlar diye düşündü durdu Hande...Küçük, ufacık aklı ile aslında menekşelerin diğer çiçeklerden farklı olduğunu keşfetmişti, işte belki de menekşeler 
bu yüzden bu kadar güzeldi.Herkesden farklı olursan, bu hayatta değerli olursun yargısına varmıştı.Daha o yıllarda farklı olmak için uğras vermeye başladı. ilk olarak, okulda kimsenin yanına oturmak istemediği Hacer'in yanına oturmak istiyorum ögretmenim diyerek başladı farklılıklarla süren hayatı. Hacer bile şaşırmış şaşkın şaşkın bakıyordu onun yüzüne. Hacer çok dağınık, biraz anlama zorlukları olan problemli bir ailenin kızı idi. Hande ise mühendis Kamil Beyin biricik kızı. Ögretmen pek oturtmak istemedi önce Hacer'in yanına Hande' yi. Daha sonra bir tatsızlık çıkmasın 
diye öğretmen Hande'nin annesini çağırdı. 
Annesi eve geldiklerinde Hande'ye sordu : 
- Neden yavrum Hacer in yanına oturmak istiyorsun? 
Hande cevap verdi : 
- Geçen baharda menekşeler ekiyorduk hani anne, o gün sen bana menekşeler 
güneşi sevmez demiştin, oysa her bitki güneşi sever. Menekseler farklı, belki de 
bu yüzden bu kadar güzeller. Hacer'in yanına kimse oturmak istemiyor. Ben farklı olmak istiyorum. Belki Hacer de güzeldir, onu fark etmek istiyorum, dedi. 
Annesinin ağzı açık kalmıştı. İlkokul 4.sınıf öğrencisi kızının olgunluğuna hayran kalarak 
- peki kızım kimin yanında istersen oturabilirsin, " dedi. 
Pazartesi Hande Hacer'in yanında oturmaya başladı. Hem Hande tedirgindi, hem Hacer.Birbirleri ile hiç konuşmuyorlardı. Diğer kızlarda soğumuştu Hande'den. Nasıl Hacer gibidağınık, bir şeyi, iki kere anlatınca anlayan fakir bir kızın yanına oturmayı istemişti.En çok alınan doktor Cemal Beyin kızı Esin'di. Anne babaları her hafta sonu görüşüyorlar, 
Hande ve Esin birlikte oynuyorlardı. Nasıl olur da kendi yerine Hacer'i seçerdi. Çok gururu kırılmıştı Esin'in. Hande ile konuşmuyordu.Birgün Hande ve ailesi Esinlerle dağ köylerinden birinde gerçekleştirilecek bir panayıra katılmak için sözleştiler. Hande gene Esin'in somurtacağını bildiği için gitmek istemiyordu.İçin için de Hacer'e kızmaya başlamıştı arkadaşları ile arasının bozulmasına sebep olmuştu.Neden sanki bu kadar dağınıktı, neden her şeyi iki kerede anlıyordu? Yoksa aptal mıydı?Sonra menekşeleri hatırladı hemen düşüncelerinden utandı. Hacer farklı diye yargılamaması gerekiyordu. Hacer'in, kimsenin bilmediği güzelliklerini keşfedecekti. Buna tüm gücü ile inandı. Panayıra gittiklerinde Esin somurtarak karşısında oturuyordu, Hande ile konusmuyordu. 
Hande canı sıkıldığından biraz dolaşmak için annesinden izin aldı. Köy yolunda yürümeye başladı. Hava iyice soğumuş ve ayaz iyice artmıştı, kar atıştırmaya başlamıştı. Hande karı çok seviyordu, yürüdü, yürüdü. Köye gelmişti. Bir evin önünde durdu. Evin penceresinde ki saksıya gözü 
ilişti. Gözlerine inanamıyordu, bunlar mor menekşelerdi. Ama kıştı ve menekşeler soğuğu hiç 
sevmezlerdi eve dogru bir adım attı. Kapıda beliren gölgeyi çok sonra fark etti bu Hacerdi. 
Hande'ye gülümsüyordu. 
- Hoşgeldin Hande buyurmaz mısın?, dedi. 
Biraz ürkek, şaşkınlıkla kapıya doğru ilerledi Hande ve içeri girdi. Oda sıcacıktı odun sobası 
her yeri ısıtmıştı. Menekşeler diyebildi sadece Hande... 
- Bu soğukta ? 
Hacer gülümsedi ; 
- Onlar annem için, annem onları çok sever. 
Sonra yatakta yatan kadını fark etti Hande. 
"Annen hasta mı?" dedi. 
"Evet 2 sene önce felç oldu ona ben bakıyorum, bizim kimsemiz yok, birtek ineğimiz var onunla 
geçiniyoruz. Ama tüm işler bana baktığı için derslere çalışacak pek vaktim olmuyor, dedi Hacer 
utanarak. Bir de bizim köyden şehre araç yok, bu yolu her gün yürüyorum o yüzden de çok yorgun 
okula geliyorum dersleri anlamakta güçlük çekiyorum. Hande'nin gözleri dolmuştu. Dışarıdan gelen ses ile kendine geldi. Annesi onu arıyordu. Çok merak etmiş olmalıydı. Dışarıya koştu ve annesine sarıldı, ağlıyordu. Bir müddet sonra anne bu Hacer diye tanıştırdı sıra arkadaşını. Hacer'in yaptığı sıcak çorbadan içtiler birlikte. Hande annesine anlattı Hacer'in hayatını, ağlayarak. 
"Bir şeyler yapalım anne" dedi. 
O hafta annesi ve Hande, Hacerlere gidip annesi ve Hacer'i kendi evlerine taşıdılar. Hacer artık Handeler den okula gidip geliyordu, ne dağınıktı, ne de aptal. Sınıfın en iyi öğrencisi olmuştu. Seneler geçti Hacer ve Hande bir arkadaş değil, iki kız kardeşlerdi artık. Mor menekşeler Hande'ye Hacer'i armağan etmişti. Hacer'e ise hem Hande'yi, hem hayatı. Seneler sonra ikisi de evlendi. Hacer şimdi bir doktor. Hande'den vicdanın ne kadar önemli olduğunu öğrendi, hastalarına vicdanıyla birlikte şifa dağıtıyor. Hande ise bir ögretmen. Çocuklara farklı olan şeyleri sevmeyi de ögretiyor. Bir kızı var 
adı, Hacer Menekşe. Hayatta en çok sevdiği iki şeye birini daha ekledi Hande. 
LÜTFEN SEVGiNiZE ÖNYARGI KOYMAYIN. 
HERŞEY SEVİNCEYE KADAR FARKLIDIR 
SEVDİKTEN SONRA İSE SEVGİNİN DİLİ HEP AYNIDIR

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK