İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı eml48

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 6.753
  • 25.452
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 6.753
  • 25.452
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 02 Ara 2014 22:52:19
İbrahim Edhem Hazretleri hakkında şöyle bir menkıbe anlatılır:

Bir gün Hazret hamama gider. Temizlenip çıkarken kendisinden ücret istenir. Bunun üzerine oturup ağlamaya başlar. Sebebini soranlara da şu ibretli cevabı verir:

“Dünyada bedendeki maddî kirlerin döküldüğü şu yerlere bile ücretsiz girilemiyor. Ya âhirette peygamberlerin ve diğer gözde kulların gireceği Cennet’e amelsiz nasıl gireriz?!”

Çevrimdışı snowman

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.650
  • 4.660
  • İngilizce Öğretmeni
  • 1.650
  • 4.660
  • İngilizce Öğretmeni
# 02 Ara 2014 23:06:44
bir zamanlar bir ülke varmış o ülkede tanıdığın olmazsa hiç bir makam mevki sahibi olunmazmış.bunun için insanlar kişiliğinden ödün verir, herşeyi yaparlarmış.nitelik değil nicelik aranırmış.halkın iradesi bazı şeylerle satın alınabilirmiş.ülke siz ve biz olmuş.arkası yarın.....

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.887
  • 227.962
  • 28.887
  • 227.962
# 04 Ara 2014 16:50:17
Osmanlı Döneminde;
-Pencerenin önünde sarı çicek varsa, "bu evde hasta var, evin önünden geçerken gürültü yapma" anlamına gelirdi..
-Pencerenin önünde kırmızı çiçek varsa, "bu evde gelinlik çağına gelmiş bekar kız var, evin önünden geçerken konuşmalarına dikkat et ve küfür etme" anlamına gelirdi..
-Kız istemeye gelindiğinde damat adayının namaz kılıp kılmadığını anlamak için pantolonunun 'diz izine' bakılırdı..
-Kahvenin yanında su gelirdi, şayet misafir toksa önce kahveyi alır, açsa suyu alırdı.. Ona göre ya yemek sofrası hazırlanır ya da meyva ikram edilirdi..
-Kapıların üstün de iki tane tokmak olurdu, biri kalın biri ince.. Gelen bayansa kapıyı ince tokmakla vururdu, evin hanımı kapıyı ev haliyle bile açardı eger erkekse kalın tokmakla kapıyı vururdu evin hanımı kapıyı ya örtünüp açar ya da bi mahremi (kocası vs.) açardı..
-Peygamber Efendimiz (S.A.V) 'in 63 yaşında vefatından sebep, 63 yaşını geçmiş büyüklerimizin yaşları sorulduğunda "haddi aştık" derlerdi..
Yolda küçük büyüğün önünden yürüyemezdi..
Cuma namazına esnaf -ki kuyumcular da dahil kapıya kilit vurmadan giderdi..
Fitre Zekat Ramazan dan önce Şaban da verilirdi..
Fakir fukara Ramazana erzaksız girmesin diye..
Esnaf Ramazan ayın da toplanıp gerçek bir ihtiyaç sahibinin "borç defterini" kapatırdı..
Beyler konuştukları ve ya gözleri kaydığı hanımlarla buluşmaya gidince hediye olarak 'ayna' alırdı ki bunun anlamı; " Sana senden daha güzel verilebilecek bir hediye yok.." demekti..

Nereden nereye?
Kendimize yabancılaştık.
Nezaketin,güzel ahlakın, öz sevginin, hakiki saygının dünyayı kurtardığını unutur olduk..!

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.887
  • 227.962
  • 28.887
  • 227.962
# 05 Ara 2014 18:29:42
Hz. Ömer (r.a.) fakirlere, yetim ve dul kadınlara sırtında un taşırdı. Bir defasında onu un taşırken gören birisi :
– Ey Mü'minlerin Emiri, bırakın ben taşıyayım, dedi...
Hz. Ömer (r.a.) ona şu cevabı verdi:
– Kıyamet günü günahlarımı kim taşıyacak...?
İmam Şa’rânî (r.a.)

Çevrimdışı ücü

  • Bilge Üye
  • *****
  • 12.253
  • 55.156
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 12.253
  • 55.156
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 06 Ara 2014 01:44:15
Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış
Büyüğü Halil...
Küçüğü ise İbrahim...
Halil, evli çocuklu.
İbrahim ise bekarmış...
Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin...
Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş..
Bununla geçinip giderlermiş...
Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı.
İkiye ayırmışlar....
İş kalmış taşımaya....
Halil, bir teklif yapmış :
İbrahim kardeşim ;
Ben gidip çuvalları getireyim.
Sen buğdayı
bekle.
Peki abi demiş İbrahim...
Ve Halil gitmiş çuval getirmeye.... O gidince, düşünmüş İbrahim:
Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine
Böyle demiş ve,
Kendi payından bir miktar atmış onunkine...
Az sonra Halil çıka gelmiş.
Haydi İbrahim...! Demiş, önce sen doldur da taşı ambara.
Peki abi...!
İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola..
O gidince, Halil'i düşünür bu defa:
Der ki:
Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var.
 Ama kardeşim bekar.
 O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.
 Böyle düşünerek,
 Kendi payından atar onunkine birkaç kürek.....
 Velhasıl, biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine.
 Bu, böyle sürüp gider.....
 Ama birbirlerinden habersizdirler.
 Nihayet akşam olur.
 Karanlık basar.
 Görürler ki, bitmiyor buğdaylar.
 Hatta azalmıyor bile....
 Hak teala bu hali çok beğenir.
 Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki ...
 Günlerce taşır iki kardeş, bitiremezler.
Şaşarlar bu işe...
 Aksine çoğalır buğdayları.
Dolar taşar ambarları.
Bugün "Bereket" denilince, bu kardeşler akla gelir.
 Bu bereketin adı :
Halil İbrahim bereketidir..

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.887
  • 227.962
  • 28.887
  • 227.962
# 06 Ara 2014 08:20:47
500 kişi bir seminerdeydi. Birden konuşmacı durdu ve bir grup çalışması yapmaya karar verdi. Herkese bir balon vererek başladı. Herkes gazlı kalemle balonuna adını yazmalıydı. Sonra bütün balonlar toplandı ve bir odaya kapatıldı.
Katılımcılar odaya alındı ve 5 dakika içinde üzerine isimlerini yazdıkları balonu bulmaları söylendi. Herkes deli gibi kendi adını aramaya başladı, insanlar çarpıştılar, bir birlerini ittirdiler, tamamen bir kaos ortamı oluştu.

5 dakikanın sonunda kimse kendi balonunu bulamamıştı.
Konuşmacı bu sefer herkesin bir balon almasını ve üzerinde adı yazan kişiye o balonu vermesini söyledi. Bir kaç dakika içinde herkes kendi balonuna kavuşmuştu.

Konuşmacı dedi ki: "Yaşamımızda bunu görüyoruz. Herkes deli gibi mutluluğu arıyor ve nerede olduğunu bilmiyor. Bizim mutluluğumuz başkalarının mutluluğunda gizlidir. Onlara mutluluk verin; sizinki size gelir. Ve insanların yaşam amacı da budur...mutluluğun peşinden gitmek."

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.887
  • 227.962
  • 28.887
  • 227.962
# 06 Ara 2014 08:55:28
Çocukken sadece bir oda sıcak olurdu evimizde. Tüm aile o odaya sığışırdık. Kömür sobası kokusu, sıcak ve mayışıklık olurdu… Ardından göz kapakları ağır ağır sıcağa teslim olurdu. Oturduğumuz yerde tatlı tatlı uyur, hayaller kurardık.
Sıcağın getirdiği uykuyu bozan, fokur fokur kaynayan çaydanlığın sesiydi, bizi çaya, ıhlamura davet eden musikisiydi. İçimiz ısınır, ağzımız tatlanır, hayaller kurardık boğazımızdan sefere çıkan lezzetiyle. … Bazende mis gibi, burnumuza kestane, veya patates kokusu dolardı… Ellerimizle sıcacık kestaneleri tutar, yansa da düşürmezdik yere. Ne kestaneler düşerdi, ne de patatesler yere.
Soba sıcağı sevgili gibiydi çoğu zaman. Yakınken sizi tüm sıcaklığıyla ısıtır, uzakken ise sıcaklığına hasret kalınırdı. Soba kurmak, kaldırmak, odunu getirmek, kömürü taşımak, sobayı yakmak meşakatliydi, ancak soba yanınca herşey unutulurdu. Sobalar bizim çok sırrımızı bilirdi, uyuyamadığımız geceleri, başarılı olduğumuz sınavları, eve gelen misafirleri, parasız kaldığımız anları.
Biz o evde aile olurduk. Bu sobanın sıcaklığı yuvanın sıcaklığını ısıtır, yuvanın sıcaklığıda sobayı ısıtırdı. O soba hep kendi musikisince yanardı. Biz onun etrafında aile halkası olurduk. Aslında soba değildi bizi ısıtan, annemizin niyeti, babamızın helal kazancıydı. Güzel sobamızı yazın izne gönderir, kışın işe çağırırdık.
Sobamız sadıktı, hep aynı yerdeydi, ne zaman üşüsek bildiğimiz yerdeydi, bir dost bir arkadaş gibiydi. Şimdi kolaylığı tercih ettik, sobayı terk ettik. Artık herkes evin diğer odasında, bir sobalık ısınması kadar bile bir araya gelemiyoruz. Herkesin ya işi var veya ödevi. Bize sadece hatırası kaldı, çocuklarımıza hikayesi.
Soba şimdi yine vazifesini devam ettiriyor, şimdi bize en mesuliyetsiz, en eğlenceli, en mutlu çocukluk günlerimizi hatırlatıyor. Geçmişlerimize dua ettiyor, bize keşke dedirtiyor, son nasihatlerini veriyor. Ateşin yakamadığı demiri, vefasızlığın nasıl yok ettiğini anlatıyor.

Çevrimdışı s.kahya

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.773
  • 33.610
  • Müdür Yardımcısı
  • 8.773
  • 33.610
  • Müdür Yardımcısı
# 06 Ara 2014 22:37:43
EKMEKÇİ TEYZE
 (Muhyiddin Üftade (ks) ve Aziz Mahmud Hüdayi (ks) Hazretleri)

 Bir Bursa seyahatimizde, Ulu Cami’de öğle namazımızı edâ ettikten sonra çıktık. Eşim, arabayı otoparktan alırken, biz biraz çarşı içine doğru yürüdük. Hava çok soğuk… Yolun kenarında soğuktan büzülmüş yaşlı bir teyze dikkatimizi çekti. Önüne serdiği çuvalın üzerinde köy ekmekleri...
“-Ekmeklere buyurun!..” derken göz göze geldik. Bana gülümseyip:
“-Kızım, gel sana da ekmek vereyim!” dedi. Alsam mı, almasam mı diye düşünerek yanına yaklaştım.
“-İki tane verir misin, teyzeciğim!..” dedim. Ekmekleri poşete koyarken:
“-Vaktin varsa, gel yanıma, biraz sohbet edelim.” dedi. “Her zaman senin gibileri nereden bulacağım!” derken etrafındaki kartonlardan bana oturacak bir yer ayarladı. Yanımdaki kızlarıma:
“-Siz de şuraya gelin!” dedi ve başladı anlatmaya… “-Kızım, benim ömrüm çok çileli geçti. Ama Rabbimden çok râzıyım. O beni, hiç yoktan var edip kulluğa kabul etmiş ve kendini sevdirmiş. Artık çilelerin bir ehemmiyeti kalır mı hiç? Öyle değil mi? Henüz on bir yaşında, otuz bir yaşındaki biriyle evlendirildim. Anam-babam; «Biz çok fakiriz; orada rahat edersin!» diye düşündüler belki de…Hâlbuki gelin gittiğim ev de bizim gibi yokluk içindeydi. Küçük yaşımda hem kayınvâlidemden, hem kayınpederimden, bazen de eşimden şiddet görüyordum. Yediğim dayakların haddi hesabı yoktu. Onlar beni çocuk olarak görmüyor ve bir yetişkinin yapabileceği işleri yaptırıyorlardı bana… Tabiî, gücüm yetmeyince de dayağı yiyordum. Çocukluk yıllarım böyle geçti. Eşim hastaydı, pek çalışmazdı. Gençliğimde âdeta bir erkek gibi, evin bütün yükü bana aitti. Bu arada dört çocuğum oldu. Beyim evlendiğimde bana namaz kılacak kadar sûre ezberletti. Onlarla namaza başlamıştım. On iki yaşımdan beri hep kılarım.” Bu sırada kızıma dönüp:
“-Sen de hiç namazlarını bırakma kızım! Namaz insanın en güzel dosttudur.” diyerek konuşmasına devam etti:
“Bir Ramazan’da imam efendi, hutbede teheccüd namazı kılmanın çok sevap olduğunu söylemişti. Onu duyar duymaz teheccüd namazına başladım. Her gece on iki rekat kılardım. Sonra da ellerimi açar:
“Rabbim, Sen ne güzel bir Rab’sin. Ben Seni çok seviyorum. Sen de beni sev ve sevdiklerine sevdir!” diye duâ ederdim. Bir gün kayınvalidem, felç geçirip yatalak hasta oldu. Hiç kimse bakmaya yanaşmadı. Ben sırf Allah rızası için yıllarca «öf» bile demeden ona baktım. Ölmeden evvel benden helâllik istedi.
“-Ben sana hayatı zehir ettim. Sen ise, bana başa kakmadan hizmet ettin; hakkını helâl et kızım!..” dedi. Ben de:
“-Helâl hoş olsun anacığım. Ben seni mahcup etmek için değil, Allah rızâsı için sana baktım!..” dedim.
 Kayınvâlidem vefat edince, kayınpederim yatalak oldu. Aynı şekilde ona da baktım. Hiç yüksünmedim. Onun ardından, zaten hasta olan eşim yatalak oldu. Geçen yıl rahmetli olana kadar da ona baktım. Tam 52 senem böyle geçti. Çok yokluk gördük, kızım!.. Günlerce mutfağımızda tencere kaynamadığı oluyordu. Dağlardan ot toplayıp onları kaynatıp çorba diye çocuklarıma yedirirdim. Çocuklar okula giderken bir gün açlıktan ağlaştılar. İşte o gece teheccüdde:
“-Rabbim, ben Sen’den ve bana verdiğin rızıktan râzıyım. Ama çocuklar açlığa dayanamıyor. Ne olur, onlara yedireceğim helâl bir rızık ikram et!..” diye duâ ettim. Sabah namazından sonra uyumuşum. Rüyamda yanıma beyaz sakallı bir dede geldi. Yanında da orta yaşlarda, güzel yüzlü bir zât vardı:
“-Kızım, ben Bursalı Üftade’yim; yanımdaki de Aziz Mahmud Hüdâyî’dir. Sen, yarından itibaren ekmek pişir ve onu sat! Çocuklarının rızkını temin et!” dedi.
 O, arkasını dönüp giderken Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri omzundaki sırığı gösterdi ve:
“-Bak, ben, şeyhim «Ciğer sat!» dediğinden beri, ihtiyacım olmadığı hâlde satmaya devam ediyorum. Senin ise, kazanacağın paraya ihtiyacın var. Ona itaat et!..” dedi ve gitti. Uyandım, saate baktım. Yatışımla kalkışım, neredeyse beş dakika olmuş. Bu rüyanın bir işaret olacağını düşünerek komşulardan borç un aldım ve köy ekmeği yaptım. Bunları satmak için Ulu Câmi’in önüne getirdim. Birkaç tane satınca yanıma yaşlı bir dede geldi:
“-Kızım, ekmek kaç lira?” diye sordu. Ben:
“-Dört lira, dedeciğim.” dedim.
“-İki ekmek sar, bakalım.” dedi ve bana otuz lira verdi. Ben paranın üstünü hazırlamaya çalışırken, dede:
“-Üstü kalsın, sana sermaye olsun!..” dedi ve gitti.
 Akşama kadar güzel satış yaptım. Çok sevinçliydim, birkaç ekmek kaldı, onu da yolda satarım düşüncesiyle ekmek bohçamı toplayıp giderken orta yaşlarda bir adam, önüme geçip kollarını açtı:
“-Teyze, ne satıyorsun?” dedi. Ben de:
“-Ekmek satıyorum.” dedim.
“-İki tane de bana verir misin?” diye sordu.
“-Tabiî oğlum.” dedim ve bohçadan iki ekmek çıkarıp verdim. O da otuz lira verdi.
“-Üstü kalsın, sermaye yaparsın.” dedi ve uzaklaştı.
Kalan iki ekmekle eve döndüm. Kazandığım paranın bir kısmı ile un, tuz vs. aldım. Çocuklara güzel yemekler hazırladım. Uzunca aradan sonra, doğru düzgün yemek yemenin sevincini hep beraber yaşıyorduk. Yatsı namazını kılıp Allâh’a hamd ettim. Çok yorulmuştum. Usulca yatağıma kıvrıldım; birden aklıma benden ekmek alan yaşlı adam ve genç olanı geldi. İkisi de otuz lira vermiş ve farklı zaman dilimlerinde aynı şeyi, yani “paranın üstünü sermaye yapmamı” söylemişlerdi. Ve ikisinin de sîmâsını tanıyor gibiydim. O an aklım başıma gelmişti; bir gece evvel rüyamda gördüğüm Üftâde Hazretleri ile Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ydi onlar… “O an nasıl aklıma gelmedi?” diye kendime kızdım. Bu yaşadığım hadisenin tesirinden yıllardır kurtulamadım. Allah, yıllarca sabrettiğim için bana dostlarıyla yardımını göndermişti. Kazandığım ekmek parası ile çocuklarım aç kalmıyordu, ama elime geçen para da mutfak ihtiyacından başka hiçbir şeye yetmiyordu. Aylardır kiramızı ödeyemiyorduk. Ev sahibinin tahammülü kalmamıştı. Bir gün kapımıza dayandı ve:
“-Artık evden çıkın!..” dedi. Nereye gidebilirdim? Eşyamı taşıtacak param bile yoktu. O gece teheccüde kalktığımda, 12 yaşımdan beri yaptığım gibi on iki rekât namaz kıldım. Ardından Rabbime niyaz ettim. Sabah namazından sonra uyuyunca, aylar sonra yine Üftâde Hazretleri rüyama teşrif etti. Bana bir ev adresi verdi.
“-Bu adreste sana ayırdığımız ev var. Hatta benim evime çok yakın!.. Orayı git, satın al!..” dedi.
 Kollarını açıp evin nerede olduğunu, içini dışını, her şeyini gösterdi. Uyanınca şaşkındım. “Gerçekten böyle bir ev var mı ki?” diye düşündüm. Bana söylediği adres aklımdaydı. Unutmadığıma göre, Allah dostlarına îtimat edip gidip bakmalıyım, dedim ve verilen adrese gittim. Gerçekten dün rüyamda bana gösterilen ev, karşımda duruyordu. Çok sevinmiştim. Kapıyı tıklatıp evlerinin satılık olup olmadığını sordum.
“-Satılık!” dediler, ücretini söylediler. Ben de onlara:
“-Tamam, ben parayı ayarlar ayarlamaz gelirim!” dedim.
 Fakat kendi evime dönerken o söylenen miktarı hiçbir zaman bulamayacağımı biliyordum. Üç ay tanıdıklarımdan bulmaya çalıştım, ama kızım, kimse fakirin dostu olmuyor işte... Bir türlü bulamadım. Bir taraftan da “zaten üç ay geçti, başkası o evi almıştır!” diye düşünüyor ve üzülüyordum. Arada evine temizliğe gittiğim yaşlı bir dede vardı. Bir gün telefon açıp beni temizliğe çağırdı. Evine gittim, temizliğini yaptım. Bahçe işlerinde de yardımcı oldum, bana:
“-Kızım, yıllarca bize hizmet ettin. Artık bizim vademiz dolmak üzere!.. Bize çok hakkın geçti. Ölmeden önce sana bir iyilik yapmak istiyorum. Bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sordu. Ben de:
“-Duânıza muhtacım, amcacığım… Zaten sen yaptıklarımın hep ücretini ödedin. Bir hakkım yok!..” desem de ısrar etti. Ben de rüyamı anlatıp Üftâde Hazretleri’nin gösterdiği evden bahsettim.
“-Müsait olursanız ona gönlünüzce katkıda bulunabilirsiniz!..” dedim. O:
“-Ev kaç paraymış?” dedi. Ben de ev sahibinin istediği fiyatı söyledim.
“-Üftâde Hazretleri’nin emri başımız üstüne!..” deyip evin bütün ücretini verdi.
 Üftâde Hazretleri’nin himmeti, dedenin yardımı ile Allah bizi bir zorluktan daha kurtarmış oldu, elhamdülillah! Eve taşındım. Evimin hemen yanında bir harâbe vardı. İki yıl sonra Belediye gelip etrafını çevirdi ve restorasyona başladılar. Bitince şaşırdık. Çok güzel bir tekkeymiş meğer... Orada çalışan işçilere:
“-Burası ne tekkesiymiş?” diye sordum. Onlar da:
“-Burası, Üftâde Hazretleri’nin evi ve talebelerini yetiştirdiği tekke!..” dediler.
 Gerçekten o an bir kez daha titredim. Üftâde Hazretleri, bana evimi gösterirken:
“-Benim evimin yanında!..” demişti. Gerçekten Allah dostlarının tasarrufu, Allâh’ın izni ile üzerimizde...
 Aman yavrularım, bunlar hep teheccüd namazlarının ardından edilen gözü yaşlı duâların geri çevrilmediğini gösteriyor. 52 yıldır, elhamdülillah, hiç terk etmedim. Geçen yıl da hem okuma-yazma öğrendim, hem de güzel kitabımız Kur’ân’ı öğrendim. Şimdi her gece teheccüd namazından sonra Yâsîn Sûresi’ni okuyorum. Bütün ölmüşlerime, özellikle beni küçük yaşlarımda çok döven ve çocuk olduğum hâlde beni evlendiren ana-babacığıma hediye ediyorum. Allah’a, onları affetmesi için duâ ediyorum. Ben bana yapılanları unuttum.” Bu sırada kızım:
“-Teyze, benim öyle annem-babam olsaydı, onlara hiç duâ etmezdim!..” dedi. O da:
“-Olur mu yavrum, annem-babam olmasa ben dünyaya nasıl gelecektim?! Onların vesîlesi ile dünyaya geldim ve Rabbime kul, en önemlisi güzel Peygamberimize ümmet oldum. Yoksa bu nimetleri kaçıracaktım. Bu, iki dünyanın en büyük nîmetidir. Ben Peygamberimi çok seviyorum. O’nun çektiği çileler yanında, benim çektiğim ne ki... Bazen O’nu -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o kadar çok özlüyorum ki, yüreğim yanıyor. Hasretle çağırıyorum. Rüyalarıma geliyor. O’nu görünce bu dünyanın çilelerini unutup gidiyorum. Allah, O’nun yolundan bizi ayırmasın!..” diye cevap verdi.
 (Şebnem Dergisi, Ağustos 2014, Halime Demireşik)

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.887
  • 227.962
  • 28.887
  • 227.962
# 07 Ara 2014 09:53:32
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı bilaldikici

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 2.512
  • 57.273
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 2.512
  • 57.273
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 07 Ara 2014 19:30:32
Adamın biri üstü başı dökülür bir halde sultanın huzuruna çıktı. 'Sultanın huzuruna nasıl böyle pejmürde çıkarsın?' dendi ona. 'Ben böyleyim' dedi adam, 'bu halde olmaktan mahcup değilim. Ama sultanı gördükten sonra saraydan ayrılırken üstümde hala bu kıyafetler varsa işte ona üzülürüm'..
Shems Friedlander, Kış Hasadı..

Çevrimdışı bilaldikici

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 2.512
  • 57.273
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 2.512
  • 57.273
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 07 Ara 2014 19:48:43
Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85′indeyim ve biliyorum..
ÖLÜYORUM..
Jorge Luis BORGES..

Çevrimdışı ücü

  • Bilge Üye
  • *****
  • 12.253
  • 55.156
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 12.253
  • 55.156
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 08 Ara 2014 14:46:44
Bir zamanlar, her şeyden sürekli şikâyet eden; her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı. Hayat, ona göre çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuştu.

Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu karşısına. Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi.

Bir gün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu.

Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye bir patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı. Kızı da hiçbir şey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda karşılaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu.

Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceklerini sormaya başladı. Babası onun bu ısrarlı sorularına cevap vermedi. Yirmi dakika sonra adam, cezvelerin altındaki ateşi kapattı. Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu. İkincisinden yumurtayı çıkardı, onu da bir tabağa koydu. Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı.

Kızına dönerek sordu:

— Ne görüyorsun?

— Patates, yumurta ve kahve? diye alaylı bir cevap verdi kızı.

— Daha yakından bak bir de dedi baba , patatese dokun.

Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi.

— Aynı şekilde, yumurtayı da incele.
 Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü.

En sonunda, kızının kahveden bir yudum almasını söyledi.

Söylenileni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı. Ama yine de bütün bunlardan bir şey anlamamıştı:

— Bütün bunlar ne anlama geliyor baba?

Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de aynı sıkıntıyı yaşadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı. Ama her biri bu sıkıntı karşısında farklı farklı tepkiler vermişlerdi.

Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü. Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuğun içindeki sıvıyı koruyordu. Ama kaynar suda kalınca, yumurtanın içi sertleşmiş katılaşmıştı.

Ancak, kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı.

— Sen hangisisin? diye sordu kızına.

Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin?
Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin? Yumurta gibi, kalbini mi katılaştıracaksın? Yoksa kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin?

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.887
  • 227.962
  • 28.887
  • 227.962
# 08 Ara 2014 21:04:36
10 kuruşluk kul hakkı önemsiz mi?
Geçenlerde bir pazar sabahı yürüyüşe çıktım ve hanım kahvaltı için birkaç malzeme istediğinden yanıma 30 lira aldım. Dönüşte karşı mahalledeki marketten alışveriş yaptım, ödemeyi yaparken para yetmeyince ekmeği geri bıraktım. Hala 10 kuruş açıktaydı. “-Önemli değil.” dedi kasiyer hanım. İçimde tereddüt oluşsa da malzemeyi doldurdum poşetlere ve eve yürüdüm.
Vicdanım konuşmaya başladı. Bana her gün yaptığım, “Ya Rabbi haram rızıktan ve kul hakkından sana sığınırım.” Duamı hatırlattı. Birbirimizle tartıştık:
-Hani sen hassastın? Hani kul hakkına dikkat ediyordun. –Ama 10 kuruş küçük bir miktar. –İğne kadar kul hakkının ateş olacağını bilmiyor musun? Kendin yazmadın mı? –Ama kasiyer kız ‘önemli değil!’ dedi. –Buna hakkı mı var? Patron o mu? Helal edebilmeye yetkili mi? Sordunuz mu? Firmasına cebinden ödeyecek mi senin 10 kuruşunu?
Böylesi iç konuşmalar giderek uzaklaştı zihnimde, eve geldim. Balkonda tahtalardan yaptığım tekne saksımda yetişen yeşillikler de soframda. Kahvaltı hazır. Maşallah, ne güzel nimetler yaratmış Rabbim. Birden aklıma gelince seslendim. –Hanım, şu cevizleri de getirsene. –Ceviz mi? Kalmadı ki! –Yok canım, bugün aldım ya. –Bugün mü? Yanılıyor olmayasın. Poşetlerden ceviz çıkmadı ki. –Aldım canım! –Ya sen ciddi misin?
Kalktık cevizleri arıyoruz. Hanım faturayı görünce inandı. Ama ceviz yok. Düşündüm taşındım. Nasıl olmuşsa kasada unutmuş olmalıyım. Birden o 10 kuruşu hatırladım. –Git al öyleyse dedi hanım. –Ama şimdi bir daha oraya kadar nasıl yürüyeceğim. 10 kuruşu ihmal ettiğim için 15 liram gidiyor, gitsin. –Üşenme, git yazıktır diye üsteledi hanım. Düşündüm. Cevizi onlara bırakmak beni o kul hakkından kurtaracak mı? Ya cevizi başkası almışsa yanlışlıkla? Ya yolda düşürmüşsem? Sonunda o 10 kuruştan kurtulmak için kalkıp karşı mahalledeki markete gittim. Kasiyer kız beni görünce cevizi çıkardı dolabın altından. -Beyefendi arkanızdan koştum, bağırdım hatta. Ama duymadınız dedi. Gülümsedim. –Hamdolsun, Rabbim kulaklarımı kilitlemiş. Çok şükür ki duymamışım. Diye düşündüm. Cevizimi aldım ve beni iade ettiğim 10 kuruşumu temizlemek için o markete geri dönmeye mecbur bırakan Allaha şükrettim. Muhammed Bozdağ

Çevrimdışı Asİ Mavİ

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.019
  • 8.340
  • Özel Eğitim Öğrt.
  • 4.019
  • 8.340
  • Özel Eğitim Öğrt.
# 08 Ara 2014 21:07:05
Usta bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta, öğrencisini uğurlamış. Çırağına " Yaptığın son resmi, şehrin en kalabalık meydanına koyar mısın?" demiş." Resmin yanına bir de kırmızı kalem bırak. İnsanlara, resmin beğenmedikleri yerlerine bir çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmeyi de unutma" diye ilave etmiş.
Öğrenci, birkaç gün sonra resme bakmaya gitmiş. Resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş. Üzüntüyle ustasının yanına dönmüş. Usta ressam, üzülmeden yeniden resme devam etmesini tavsiye etmiş.
Öğrenci resmi yeniden yapmış.Usta, yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş.Fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını söylemiş.Yanına da, insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı bırakmasını önermiş. Öğrenci denileni yapmış.
Birkaç gün sonra bakmış ki, resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş.

Usta ressam şöyle demiş:"İlkinde, insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı.İkincisinde, onlardan müspet,yapıcı,olumlu olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi."
- Emeğinin karşılığını, ne yaptığını bilmeyen insanlardan alamazsın.
- Değer bilmeyenlere sakın emeğini sunma.
- Asla bilmeyenle tartışma.

Çevrimdışı bilaldikici

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 2.512
  • 57.273
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 2.512
  • 57.273
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 08 Ara 2014 22:10:33
HAYATIN ANLAMI
Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğuna takmış kafayı...
Bulduğu hiçbir yanıt ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş.. Ama aldığı yanıtlar da ona yetmemiş. Fakat mutlaka bir yanıtı olmalı diyormuş.. Ve dolaşıp herkese bunu sormaya karar vermiş.. Köy, kasaba, ülke dolaşmış, bu arada zaman da durmuyor tabii ki ...
Tam umudunu yitirmişken bir köyde konuştuğu insanlar ona
-Şu karşı ki dağları görüyor musun, orada yaşlı bir bilge yaşar istersen ona git belki o sana aradığın yanıtı verebilir, demişler.
Çok zorlu bir yolculuk sonunda Bilgenin yaşadığı eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş .. Bilge “sana bunun yanıtını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor” demiş . Adam kabul etmiş. Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş.
- Şimdi çık ve bahçede bir tur at, tekrar buraya gel ... Yalnız dikkat et, kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin, eğer bir damla eksilirse kaybedersin..
Adam, gözü çay kaşığında, bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış evet demiş "kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı?"
Adam şaşkın...
- Ama demiş ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki ...
- Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun, kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel, demiş Bilge...
Adam tekrar bahçeye çıkmış, gördüğü güzelliklerle büyülenmiş, muhteşem bir bahçedeymiş çünkü ... Geri geldiğinde bilge adama "bahçe nasıldı" diye sormuş ... Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini anlatmış. Bilge gülümsemiş "ama kaşıkta hiç yağ kalmamış" demiş ve eklemiş:
- Hayat senin bakışınla anlam kazanır. Ya sadece bir noktayı görürsün, hayatın akıp gider, sen farkına varmazsın... Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın, akıp giden zamanın anlam kazanır ... Hayatının anlamı senin bakışlarında gizli..

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK