ÇOBANIN AŞKI
MUTLAKA OKU İBRET DOLU Bİ KISSA
Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini:
Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim,
diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi
gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem
kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size.
Halbuki sen bir garip çobansın, o padişahın kızı,
davul bile dengi dengine dedim ya, dinlemiyor
efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye
de buna diyorlar, değil mi efendim
İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş,
iskeletinin üstüne deriden bir zırh
giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına
karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde
aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu.
Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan
konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip
tebessüm etti.
Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare
sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.
İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu
kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar
adam , aslında padişahın bütün dertlerini
paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi.
Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde
bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya
devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim
olduğunu. O günden beri de bu kulübede
yaşıyar, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül
satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma
dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu
nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın
gönlüne sultan olduğunu.
Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını
dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda
başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve
tertemiz teslimiyetiyle:
Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani
o mağarada elimde tesbih, kırk gün Allah
dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla
evlenebilir miyim?
Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece
gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra
padişahın kızı senindir.
İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne
kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can
gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tesbih,
gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden
örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu.
Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü,
dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın
kızı na bağladı, eline tesbihi aldı ve dudakları
kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah
Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih
taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın
yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı.
Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece
gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami
çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar,
tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes
onu konuşuyordu:
Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini
Allaha adamış, gece gündüz durmadan Allah
diyormuş, Allah Allah
Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden
genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta
geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı,
dudaklarının da kıpırdamadığını görünce,
uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih
tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya
devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye
sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç
adam, karşısında arkadaşını görünce, günlerdir
yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardına
anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası
geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne
padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit
kırıntısı
Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor,
hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan
sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor,
avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar.
Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık
dikkatini çekmişti genç çobanın.
Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini
kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği
kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu
artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu,
tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir
söz kaldı: Allah
Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala,
mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış,
nihayet sarayın koridorlarında konuşulur
olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha,
bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından,
bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden,
ne yapıp edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya
ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti
başveziri.
Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl
yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda
yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu.
Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde.
Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına
bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya,
sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey,
bilgenin:
Hünkârım, gönül erleri mala-mülke, makama-
mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.
Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin
önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine
derman eyler, ikisini de aynı tebessümle
bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:
Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz
sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler
mi, kabul ederler mi?
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç
aşığın mağarasının üstünden
Padişah ve ihtiyar
bilge en önde, arkalarında vezirler, onların
arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en
arkada da olup bitenlere bir mana vermeye
çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru
yürümeye başladılar.
Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş,
tesbihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri
girseler ve bir tesbihten başka bir şey
bulamasalar şaşırmazlardı.
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri
girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir
sesle;
Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik.
Yavaşça başını çevirdi aşık, sonra bütün
vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir
şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel
gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk,
genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar
Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını
mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni
görme telaşındaydı.
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde
bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de
sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.
Efendim, diyebildi en son, sessizce, benim bir
kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki,
ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar
edersiniz
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen
olmuştu. İşte aşık maşukuna kavuşacak, murad
hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten
ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun,
cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa
bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler
genç adamdaydı.
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle
bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın
gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin
bir ifadeyle:
Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum.
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah
mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler
şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm
ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı
gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu
sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:
Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi
ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında
mısın?
Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi
ara*****:
A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı
için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini
ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah
deseydim
LEYLALARDAN MEVLAYA