SAÇAYAĞI
Bizim mahallede seksenini aşmış üç tane dul komşu vardı. (Onları senin de tanımanı isterdim.) Bunlar, daracık, çıkmaz bir sokağın en dibinde, yerden bir karış yükseklikteki sekiye otururlar, kirmanlarını döndürerek peygamberlerden, melâikelerden konuşurlardı. Arada bir de, sokağın tozları içinde oynayan torunlarına göz kulak olurlardı.
Bu kadınların öyle güzel muhabbetleri vardı ki!.. Kulakları ağır işittiği için, içlerinden birisi konuşurken diğer ikisi başlarını ona uzatırlar, saçayağı gibi olurlar; sonra gülümseyerek geri çekilir, kirmanlarını döndürmeye devam ederlerdi. Onların bu hâllerini gören, gizli bir şey konuştuklarını sanabilirdi.
Bir gün bu kadınlardan biri hastalandı. İki gün hasta yattı. Üçüncü gün de, sessiz sedasız ölüp gitti. Çocukları, torunları, “Yaşı yetmiş işi bitmiş” diyerek ardından pek ağlamadılar. Geri kalan diğer iki kadın da, sanki önceden üç kişi değillermiş, hep iki kişilermiş gibi onun eksikliğini duymadan kirmanlarını döndürmeye devam ettiler. Bir ayağı kırılan saçayağı, ne sendeledi, ne yıkıldı.
Gün geldi, bu kadınlardan biri daha yatağa düştü. Zâten bu da beklenen bir şeydi. Kimse telaşlanmadı. Onu köy evlerindeki toprak tabanlı; loş, el kadar bir pencereyle aydınlanan odadaki yer yatağına yatırıp öleceği günü beklemeye koyuldular.
Saçayağının dikilen son ayağı, gece gündüz hasta arkadaşının başındaydı. İdâre lambasının sarı, cılız ışığı altında, yarı görmez gözlerine işkence ederek Kur’an okudu; üfledi; onu ölünceye kadar bir ân olsun yalnız bırakmadı.
Zâten hasta kadının fazla yatmasına gerek kalmadı. Bir kuşluk vakti, iyice kötüleşti. Yarı bayılıyor, yarı Kelime-i şehâdet getiriyor; Yemen’de şehit düşen kocasını sayıklıyordu. Uzak-yakın, hını-hısımı başındaydılar. Kur’an sesleri arasında, içleri burkularak ona bakıyorlardı.
Bir ara hasta, güç-belâ, nefes nefese, yüksek bir yere yetişmek ister gibi, dirseğinin üstünde doğrulup kolunu yukarı uzattı. Başından örtüsü kaydı. Sütbeyaz, seyrek, örgülü saçları yastığının üstüne döküldü. Sonra uzandığı yerden bir yiyecek almış gibi ağzına alıp gevelemeye başladı. Hiç dişi olmadığından, geveledikçe çenesi burnuna değer gibi oluyordu. Şaşkın bakışlar altında, bu hareketi birkaç kere tekrarladı. Daha sonra, sağ yanına, duvara döndü. Avucunu oluk gibi yaparak gırtlağı yukarı gide gele, hayalî bir çeşmeden su içti. Elinin tersiyle ağzını silerek, bir “Oh!” çekti.
Saçayağının dikilen son ayağı, elindeki Kur’an’ı katlamış, hasta arkadaşına gülümseyerek bakıyordu.
-Kız, dedi; sen neler yapıyorsun öyle?
Hasta Bin bir zahmetle gözlerini ona çevirdi:
-Cennet meyvesi yiyorum, dedi; cennet ırmaklarından su içiyorum.
-Kız azıcık da bana versene! Hep kendin mi yersin, kendin mi içersin?
Hasta kadın, kendine eziyet ederek gene yukarı uzandı; hayâlî meyvelerden koparıp arkadaşına verdi. Sonra sağ yanına döndü; hayâlî su dolu avucunu arkadaşının ağzına götürdü. O da tıpkı hasta gibi, meyveyi yedi; gırtlağı gurk gurk ede ede suyu içti. Önce dudaklarını yaladı; sonra ısırdı. Başını iki yana sallayarak:
-Pek tatlıymış kız! dedi.
Bu onun son sözü oldu. Kimsenin yüzüne bakmadan ağaya kalkıp kapıya doğru yürüdü. Kapıda durup arkadaşına bir daha baktı. Onun kendisine güç-belâ ama içten gülümsediğini görünce, kapıyı açtı; çıkıp gitti.
Hastanın yanındakiler, onların bu hallerini, kendilerine has bir şaka sanıp gülümseyeceklerdi ki, gülümsemeleri dudaklarında donuverdi. Hasta, hemencecik, Kelime-i şehâdet getirip ölmüştü. Ağzına bir bardak suyu yetiştiremediler.
Ölü yıkandı;kefene sarıldı, tabuta kondu. Sonra köyün en kenarındaki musalla taşında namazı kılındı. Ardından ağladılar; ağıta benzeyen bir iki şey söylediler. Saçayağının dikilen son ayağı hiç ağlamadı. Evde kalmış kart kızların, düğün alayının arkasından bakması gibi, cenazenin ardından baktı. Dişsiz ağzını geveleyerek dilinin ucuyla, dudaklarında, o hayâlî meyvenin tadını aradı.
Akşam karanlığı çökmüştü. Köy bir garip kederli sessizlik içindeydi. Aradılar; saçayağının dikilen son ayağını bulamadılar. Yatsıdan sonra çıkıp geldi. Tarladan dönen köylüler, onu Gökçepınar’ın başında otururken bulup getirmişlerdi. Orada ne aradığını sordular; ağzından bir kelime çıkmadı. Artık onun için, “herhalde bunadı.” dediler.
İkinci gün, gene ortalıkta görünmedi. Bu sefer köyden epeyi uzaktı. Kırlarda, kuru otların dikenlerin arasında, kendini bilmez bir şekilde gezinirken buldular. Kollarından tutup köye getirdiler. Duymuyor, konuşmuyordu. Boyuna dişsiz ağzını geveliyor, uzaklara bakıyordu.
Onun bu hâlini arkadaşının ölümüne yordular. “Kırlarda başına sıcak geçmiştir, kendine gelir” umuduyla, serin bir odaya yatak serip yatırdılar. Aynı gün ikindiye doğru,ortalığı hiç telaşa vermeden, dudaklarında hayâlî meyvenin tadını arayarak o da öldü; unutuldu gitti.