Çin Bambu Ağacı

Çevrimdışı bilgili erdem

  • Yeni Üye
  • 1
  • 0
  • 1
  • 0
# 25 Oca 2008 20:57:11
aynı düşünceleri paylaşıyorum.aynı notları ben de veriyorum

Çevrimdışı ezoss

  • Uzman Üye
  • *****
  • 427
  • 307
  • 427
  • 307
# 03 Şub 2008 21:58:49
HER ŞEYDE BİR HAYIR VARDIR.

İki melek yeryüzünü dolaşmaya çıkmışlar. Tabii insan kılığında. Akşam olmuş. Kentin en zengin semtinde lüks bir villanın kapısını Tanrı misafiri olarak çalmışlar. Ev sahipleri somurtarak buyur etmişler onları. Yemek falan teklif etmemişler. Sıcacık misafir odaları yerine, buz gibi ve nemli bodruma iki şilte atıp;

“Geceyi burada geçirebilirsiniz”

demişler. Şilteleri betona sererken, yaşlı melek duvarda bir çatlak görmüş. Elini uzatmış. Şöyle bir sürmüş yarığa. Duvar eskisinden sağlam olmuş. Genç melek:

“Niye yaptın bunu?” diye sormuş merakla.

“Her şey her zaman göründüğü gibi değildir” demiş yaşlı melek yavaşça.

Ertesi akşam melekler bir köy evinde çok fakir, ama çok iyiliksever bir aileye misafir olmuşlar. Her şeyleri bir tanecik inekleri imiş. Onun sütünü satıp geçiniyorlarmış. Ev sahipleri mütevazı sofralarına almış onları. Allah ne verdiyse beraber yemişler. Yatma zamanı gelince kadın:

“Siz uzun yoldan geliyorsunuz, yorgun olmalısınız”demiş. “Bizim yatakta siz yatın, bir rahat uyuyun. Biz şu divanda idare ederiz.”

Güneş doğarken uyanan melekler, zavallı adamla karısını iki gözleri iki çeşme ağlar bulmuşlar. Hayattaki tek servetleri inekleri bahçede ölü yatıyormuş. Genç melek öfkeden deliye dönmüş.

“Bunu nasıl yaparsın. Bu kadar iyi insanların yegane servetinin ölmesine nasıl izin verirsin. Önceki gece gittiğimiz villada her şey vardı, ama kötü ev sahipleri bize hiçbir şey vermediler. Sen onların bodrumlarını tamir ettin. Bu fakir insanlar bizimle her şeylerini paylaştılar ineklerinin ölmesine göz yumdun?..”

“Her şey her zaman göründüğü gibi değildir evlat” demiş, yaşlı melek gene.

“Nasıl yani?” diye daha da öfkeyle yinelemiş sorusunu genç melek.

“Her şey her zaman göründüğü gibi değildir evlat” demiş yaşlı melek bir daha. Ve anlatmış.

“İlk gittiğimiz zengin evinin o duvar çatlağının içinde yıllar önceden saklanmış bir hazine vardı. Ev sahipleri, zenginlikleri ile çok mağrur, ama hiç paylaşmayı sevmeyen insanlar oldukları için bu defineyi bulmayı hakketmemişlerdi. Çatlağı kapayıp, onları bu hazineden ebediyen mahrum ettim. Dün gece fakir köylünün yatağında yatarken ölüm meleği, adamın karısını almaya geldi. Kadının hayatını bağışlamasına karşılık ona ineği verdim. Her şey her zaman göründüğü gibi değildir. İşler bazen istendiği gibi gitmez göründüğünde, aslında olan budur. Eğer inançlı isen, her işte bir hayır olduğunu düşünürsün. O hayrın ne olduğunu da, bir süre sonra anlarsın.”

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 11 Şub 2008 12:58:19
“değerinden eksiğine bozdurulmuş düşlerden

yalnızca bir dövme gül kalır geriye

dağılmış parçalarını arar

bir Geçmiş Zaman tanımı olan

Bütünlüğümüz”

Parçalar, Yaz Sinemaları,
Murathan Mungan

 

Bugün okullar açılıyor. Dünden beri aklımda tek bir soru var: Okul zili kimin için çalıyor?

 

KIŞ! İlk zil kış için çaldı/çalındı. Kış uyandırıldı! Uykusunu almadan uyanan kış hiddetlendi.. Yolları kapadı! Çocuklar kışın yükünü çantalarına yükledi okula doğru yola koyuldu. Onlar bizim çocuklarımız.. Kır ve dağ çiçekleri karlar arasında kaderlerini bulmaya doğru yola koyuldu. Yolu bulan yürüdü, bulamayan evde kaldı.. Adını kardelenin kaderine yazdı! Karın beyazını gelinlik yaptı daha çocukken kızlığı kadınlığına kanadı! Çocuk! Okuldan alındı! ANA okuluna yazıldı.  Oyuncak bebeğini büyüktü evlat yaptı..

 

SIVAV! İkinci zil sınavlara çaldı/çalındı. Eğitim birliğinin yerle yeksan edildiği bir memleketin çocukları kaderlerini aramak için çetrefilli sınavlardan geçti. Onlara yaşamın sınavlardan ibaret olduğunu öğretildi. Sabretmeyi bir sırada üç saat oturup doğru şıkkı bulmak olduğunu sandı çocuklar. Doğru şıkkı bulamayanlar kaderin çemberinde boğuldular. Sınavlardan geçenler ise yeni sınavlara hazırlanmak için yola koyuldular. Her yıl sınavın kuralları değişti/değiştirildi.. Çocukların ruhu şıkların arasına sıkıştı. Sonunda üç yanlış bir doğru ruhu götürdü! Geriye pop ve piç edilmiş bir kültürün içinden çıkmaya çalışan, mutantlaşmaya yüz tutan şehrin çocuklarının direnişi kaldı.. Sigaraya, uyuşturucuya, alkolle, bilgisizliğe, ilgisizliğe direnmeye çalışan çocuklar umudu okulda aradılar..

 

KAPALI BAŞ! Üçüncü zil karanlık kapalı başa çaldı/çalındı. Doğmalar yürekleri, zihinleri işgal edince ortada insan kalmaz. Yüreği “gerçek” öğretmen olanlara sesleniyorum. Yeni neslin emanet edildiği devrim çiçeklerine sesleniyorum!  Sözde öğretmenlerin çocukların kaderini çalmalarına izin vermeyin! Başları örten, cübbeli resim çektiren, lise zorunlu değil gidin evlenin diyen, gücü attığı tokatta sayan zorbaların yok olduğunu görmek istiyorum.. 

 

Şimdi soruyorum bırakın okul çağı çocuğunu küçük bir bebeğe bile geleceğin dünyasında yerini alacak bir kişi olarak saygı ile davranıyor muyuz? Kendi kolaylığımıza gelen şeyler için ya da ona aşırı önem vermekten aldığımız haz için çocuklarımızın geleceğini feda ediyoruz..

 

Fikri hür, vicdanı hür nesil yetiştirebiliyor muyuz! Çocuklarımız mutsuz! Çocuklarımız doyumsuz! Çocuklarımız umutsuz! Çocuklarımız kayıp!

 

Şimdi soruyorum! Gerçekten soruyorum! ZİL KİMİN İÇİN ÇALIYOR.. 
(alıntı)

Çevrimdışı erdemc28

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.985
  • 443
  • 1.985
  • 443
# 11 Şub 2008 13:26:56
Benusa Hocam Yine Döktürmüşsün Eline Sağlık!!!!!!!!

Çevrimdışı DENİZİM

  • Üye
  • *
  • 21
  • 4
  • 21
  • 4
# 11 Şub 2008 13:30:40
Benusa öğretmenim, 3.zil pek hayra alamet çalmıyor.Ama çocuklarımızın kaderini çalmaya kimsenin gücü yetmez.Hele  sizler gibi öğretmenlerimiz var oldukça...

Çevrimdışı aydogmus

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.385
  • 869
  • Müdür Yetkili
  • 1.385
  • 869
  • Müdür Yetkili
# 15 Şub 2008 15:57:57
DERVİŞ

Derviş, bir kucak elma ile bayırlar aşan bir genç kıza rast gelmiş bozkır sıcağında.
Yorgunluktan al almış kızın yanakları.
"Nereye gidersin? Ne doldurdun kucağına?" diye sormuş.

Uzak bir tarlayı işaret etmiş kız.
"Sevdiğim çalışıyor orada.
Ona elma götürüyorum."

Kaç tane diye soruvermiş derviş baba.

Kız şaşkın; "İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?"

Usulca kırmış elindeki tesbihi derviş…
 

Çevrimdışı ezoss

  • Uzman Üye
  • *****
  • 427
  • 307
  • 427
  • 307
# 15 Şub 2008 20:28:11
Mermer Yontucusu

Bir zamanlar dağda, kızgın güneşin altında, mermer taşlarını yontmaktan bezmiş bir mermer yontucusu varmış.

“Bu hayattan bıktım artık. Yontmak! Devamlı mermer yontmak... öldüm artık! Üstelik bir de bu güneş, hep bu yakıcı güneş!AH! Onun yerinde olmayı ne kadar çok isterdim, orada yükseklerde her şeye hakim olacaktım, ışınlarımla etrafı aydınlatacaktım.”
Diye söylenir durur yontucu.

Bir mucize eseri olarak dileği kabul olunur ve yontucu o an güneş olur. Dileği kabul edildiği için çok mutludur. Fakat tam ışınlarını etrafa yaymaya hazırlandığı sırada ışınlarının bulutlar tarafından engellendiğini fark eder.

“Basit bulutlar benim ışınlarımı kesecek kadar kuvvetli olduklarına göre benim güneş olmam neye yarar!” diye isyan eder.

“Mademki bulutlar güneşten daha kudretli bulut olmayı tercih ederim.”

O zaman hemen bulut olur. Dünyanın üzerinde uçuşmaya başlar, oradan oraya koşuşur, yağmur yağdırır fakat birdenbire rüzgar çıkar ve bulutları dağıtır.

“Ah, rüzgar geldi ve beni dağıttı, demek ki en kuvvetlisi o öyleyse ben rüzgar olmak istiyorum.”diye kara verir.

Ve dünyanın üzerinde eser durur, fırtınalar estirir, tayfunlar meydana getirir. Fakat birdenbire önünde kocaman bir duvarın ona mani olduğunu görür. Çok yüksek ve çok sağlam bir duvar. Bu bir dağdır.

“Basit  bir dağ beni durdurmaya yettiğine göre benim rüzgar olmam neye yarar.”

Der.

O zaman dağ olur. Ve o anda bir şeyin O’na durmadan vurduğunu hisseder. Kendinden daha güçlü olan şeyin, O’nu içinden oyan şeyin..... Bu.....küçük bir mermer yontucusudur.

Çevrimdışı emrovic

  • Uzman Üye
  • *****
  • 506
  • 339
  • 506
  • 339
# 16 Şub 2008 10:23:16
O Kendini tanıttı

Kânûnî, bir gün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizâsına gelince kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendiyi çağırttı. O da yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendinin ahbâbı, devamlı olarak Kânûnî’nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kânûnî bu hâli farkedince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp;

-Siz gâliba, bunu merak ettiniz, alıp daha yakından, bakıp inceleyiniz, dedi.


O zât yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler. Biraz sonra o kişi inmeği arzu etti

Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince,


Pâdişâh kayıkçıya;

-Kıyıya yanaş,dedi.

Kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultana uzattı. Avucunda biraz önce denize attığı yüzük vardı. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. Kânûnî, elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden kayboluverdi.


Kânûnî, Yahyâ Efendiye dönüp;


-Ağabey, ne oluyor, bu olanlar nedir ki? dedi.


O da;


-Efendim gördüğünüz, Hızır aleyhisselâm idi, dedi.


Bunun üzerine Kânûnî;


-O hâlde, bunu ne için, daha önce demediniz, bizi niye tanıştırmadınız?” deyince,


Yahyâ Efendi;

  -O kendini, tanıttı hükümdârım, lâkin siz tanımakta, geç kaldınız hünkârım, buyurdu.

Çevrimdışı a.badem

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.500
  • 19.443
  • 8.500
  • 19.443
# 16 Şub 2008 12:05:05
güzel bir hikaye teşekkürler hocam

Çevrimdışı mtdemirci

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 10.051
  • 9.256
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 10.051
  • 9.256
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 17 Şub 2008 01:15:23
KARINCANIN TAŞIDIĞI SU
Nemrud İbrahim peygamber’in ateşte yakılması emrini verdikten sonra meydan yere odunlardan büyük bir yığın yapılmış. Odunları tutuşturmuşlar sonra. Alevler o kadar yükselmiş ki bulutların tutuşacağını sanmış çocuklar. Korkmuş kaçmış bütün hayvanlar. İbrahim peygamber’i mancınıkla ateşin tam orta yerine atacaklarmış askerler. Atacaklarmış ki Nemrud’un ne güçlü bir kral olduğunu anlasın, görsün; bir daha ona karşı gelmesin İbrahim peygamber.
Bu sırada bir karınca ağzında küçücük bir damla su ile koşa koşa gidiyormuş. Hem de boyu göklere varan cehennemi ateşe doğru. Başka bir karınca onun bu telaşını görüp sormuş hemen yanına yanaşıp: “Bu acelen niye? Nereye böyle?”
Ağzında bir damla su taşıyan karınca o bir damlayı ellerinin arasına alıp, “Duymadın mı” demiş. “Nemrud, İbrahim peygamber’i ateşte yakacakmış. İşte ateşin olduğu yere su götürüyorum.”
Bu sözleri duyan karınca kendini tutamayarak uluorta kahkahalarla gülmeye başlamış. “Sen şu ateşe dönüp yüzünü hiç bakmadın mı?” diye sormuş. “Ne kadar büyük. Senin bir damla suyun ona ne yapabilir ki?”
Su taşıyan karınca, “olsun” demiş. “Hiç olmazsa hangi taraftan olduğum anlaşılır.”

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 21 Şub 2008 13:49:55


Kaliforniya'da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı
sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu
özelliklerinin farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu.
İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok
hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve
itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, "Armudun iyisini ayılar yer" düşüncesi oldu. Yukarıda özelliklerini
saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş,
şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi.

Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın
parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak
okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor.

Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda
öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:

"Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?

"Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini "

"Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?

Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin
mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda
Sally'nin mahremiyetine 'burnumu sokuyordum.'

Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, "O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben
ondan çok şeyler öğrendim" dedi.

O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, " Sen benim
kahramanımsın" duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve
anladım. Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve o kişiyi kıskandım.

"Nasıl yani?" dedim.

"Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi
olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor;
onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden
geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor,
geceleri ona bakıyor."

Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine
gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu "ayı " olarak görüyordum.
İçimdeki pislikten utandım. Bir süre sonra Sally'nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye
başladım. Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, 'Armudun iyisini ayılar yer'
diye düşündüm? Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm.
İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally'nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş
olmalıydı.

Birkaç hafta sonra Sally'e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles'in üç yüz elli km
kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış. Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup
olamayacağını sordum. "Kendilerine bir sorayım, eminim sizinle tanışmak isteyeceklerdir" dedi ve iki
gün sonra, "Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler " dedi. Dört-beş hafta
sonra San Francisco'ya gidecektim, Sally'nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara
uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim.

Bu planımı Sally'e söylediğimde Sally, " isterseniz beraber gidebiliriz," dedi. Ailesine haber verdi. Onlar
da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach'ten sabahın altısında yola çıktık ve dokuz
buçuk civarında Sally'nin ağabeyi Brian'ın evine vardık. Sally'nin babası George orada buluşmamızı
uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi. Brian'ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı.

Ziyaret ettiğim bu güleryüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Sally'nin
babası George'un torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal
yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally'ye, babasının torunlarıyla
hep böyle mi konuştuğunu sordum . "Evet" yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz
hizasına inerek mi konuştuğunu sordum. "Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da çocuklarıyla
böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz ", dedi. Tüylerim
diken diken oldu. Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama
üç çocuğumdan hiç biriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra
kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım , sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve
bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak,
oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz çökerek konuşan
dede George'a , "Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz!" dedim. Bana biraz
şaşkınlıkla gülümseyerek, "Tabii, onlar küçük insanlar!" yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış
sanki 'Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?' diyordu.

O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.

Bu güleryüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally'nin ağabeyi Brian'ın davranışı oldu. Brian,
Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan,
çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir
dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı
Los Angeles'ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14'te gelmek istiyormuş. Başka bir
randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize durumu şöyle açıkladı: "Dört
çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat başbaşa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary'le
randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve
onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş . "

Brian'ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu. Brian
için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian'ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık
duygusu, bir 'keşke' olmayacak.

Sally'e sordum: "Baban seninle randevulaşır mıydı?"

"Evet", dedi, "yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla başbaşa zaman geçirirdi. Ve ilave etti, " Biz
böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!". Gülümseyerek, "Nereden
biliyorsun?" diye sordum.

"Biz Frank'le konuştuk" diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla
ilgili bir bilinç oluşmuştu.

Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza
ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha
düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra
babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.

Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, 'bundan sonra ne yapabilirim'le ilgili düşünmeye karar
verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon
programları, 'Ne yapabilirim?' sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally'nin içinde yetiştiği ortamı
görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally, içinde
yetiştiği ailede, varoluşun beş boyutunu da doya doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla
göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, 'Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen
sevilmeye layıksın', mesajı alır ve çocuğun CAN 'ı beslenir.

Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, 'Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim',
mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu
sezgisel mesajlar sayesinde çocuğun hamuru, 'Ben sevilmeye layık biriyim!' diye yoğrulur.

Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras, varoluşun beş boyutunda beslenmiş ve
buna inanmış güçlü bir CAN'dır.

 

Dogan Cüceloglu


         Bu güzel yazıyı bana DENİZİM adlı üye arkadaşımız göndermişti. Ona çok teşekkür ediyorum.Hayata dair  çok öğretici bir yazı. Okumanızı tavsiye ederim.
   
       Çin Bambu Ağacını yaşatmaya çalışan tüm arkadaşlara teşekkür ediyorum. Sağolun.

Çevrimdışı DENİZİM

  • Üye
  • *
  • 21
  • 4
  • 21
  • 4
# 23 Şub 2008 23:45:32
Benusa öğretmenim  ben teşekkür ederim.Bu yazı beni çok etkilemişti. Umarım pek çok kişi içinde böyle olur da  minik bedenlerdeki yüreklere mutluluk dağıtır.

Çevrimdışı aydogmus

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.385
  • 869
  • Müdür Yetkili
  • 1.385
  • 869
  • Müdür Yetkili
# 24 Şub 2008 12:33:14
GÖNÜL KAPISI

19'uncu yüzyılın büyük İngiliz ressamlarından William Holman Hunt'ın, bir bahçeyi anlatan tablosu Londra Kraliyet Akademisi'nde sergileniyordu. Hunt'ın "Evrenin Işığı" adını verdiği bu tabloda gece elinde bir fenerle bahçede duran filozof görünüşlü bir adam vardı.

Adam,öteki eliyle bir kapıyı vuruyor ve içeriden sanki bir yanıt bekliyormuşçasına duruyordu.

Tabloyu inceleyen bir sanat eleştirmeni Hunt'a döndü:
"Güzel bir tablo doğrusu, ama anlamını bir türlü kavrayamadım" dedi." Adamın vurduğu kapı hiç açılmayacak mı?
Ona kapı kolu çizmeyi unutmuşsunuz da..."

Hunt gülümsedi.
"Adam sıradan bir kapıya vurmuyor ki..." dedi ve tablosunun anlamını açıkladı.
"Bu kapı, insan kalbini simgeliyor. Ancak içeriden açılabildiği için dışında kola gereksinim yoktur..."

(http://img247.imageshack.us/img247/851/gonulkapisikw0.jpg)

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 24 Şub 2008 13:51:49
--- Yemek Tarifi ---

ÜLKE BAŞI KAPAMA

Malzemeler:
•   1 adet az gelişmiş ülke,
•   Bir tepeleme yağ,
•   Bol miktarda yabancı sermaye,
•   Envai çesit televizyon dizisi,
•   Bol miktarda provakasyon,
•   Birkac skandal,
•   1 tutam asparagas haber,
•   1 baraj su,
•   1 adet yabancı dil,
•   1 yığın hamburger,
•   1 kasa kola,
•   Aldıgı kadar dış borc,
•   1 adet Bush.
Hazırlanışı:

Tam olmamışlarindan bir adet ülke alınır ve çok önceden 1 adet Bush'ta bekletilmis bir tepeleme yağla iyice yağlanır. Daha sonra bol miktarda şerbet hazırlanıp nabzına göre azar azar yedirilir. Şerbeti yiyince salınan ülkenin yer kabuğu kolayca kaldirilir ve yer alti kaynaklari yavas yavas soyularak, ince ince dilimlenir. Ardından kısık ateşe oturtulur ve yabancı sermaye ülke içine yavaş yavaş ilave edilip,milli piyasaya karıstırlır.

Daha sonra süzgeçten geçirilerek,kalan iç sermaye ayıklanır. Süzülen iç sermaye bir kaba konularak içine aldıgı kadar dıs borç eklenir ve ates artırılır.Dış borcun tadı cok ağır oldugundan, ulkenin tadini bozulup fark edilmesin diye, borclanmis ulkenin icine, daha önceden ince ince çekilmis televizyon dizileri,yabanci dil, kola ve hamburger azar azar katılarak çırpılır ve eklenmis dış borç ülke içinde iyice bir kaynatılır.

Sonra ülke diri kalmasın diye bir baraj suya birkac skandal ve asparagas haber katılarak calkalanır ve koyulaşmaya başlamıs ülkeye ilave edilerek, ülke gündemi iyice bir sulandırılır. Daha sonra yine süzgeçten süzülür ve ülke içindeki vatan
aşkı, ana dil, iman ve türküler ayıklanır.

Son olarak bol miktarda provakasyon ilave edilip ateş biraz daha artırılır.Artık tüm milli şuur ve sermayeden ayıklanmış ve
yenmeye hazır hale gelmiş ülke, bir iki taşım daha kaynamaya bırakılarak kapağı kapatılır. Sonra ülke kazayla (!) ocakta
unutulur ve tam taşmak üzereyken yetişip bir güzel kurtarılır.

Arzuya göre çifte kavrulmuş vatandaş başı ve kolayla servis yapılır.

Hepinize afiyet olsun.

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 14 Mar 2008 19:57:44
 “LAİKLİK ADAM OLMAKTIR” “  Atatürk “

 

 

Yukarıdaki sözler Atatürk’ün Kamutay’da( TBMM ) Laiklik görüşmeleri sırasında bir  Saylav’ın ( M.Vekili )   “Laiklik” nedir sorusuna verdiği yanıttır !  ( Yıl : 1925 )

 

 


Lâiklik ilkesinin göz önüne alınması gereken unsurlarından biri de, Devletin
belli bir dini olmaması ve benimsememesi nedeniyle çeşitli dinlerin
mensupları arasında kanun önünde ayrılık gözetmemesi, hepsine eşit işlemde
bulunmasıdır.


 
Atatürkçü lâiklik anlayışı, 1925 tarihli Kararnamede de yer aldığı gibi,
çağdaş giyimi benimseyen, kapalı yerlerde başın örtülmemesini ve kapalı
tutulmamasını öngören bir düşünce biçimini de ortaya koymaktadır.


 
Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini
açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve
suçlanamaz.


 
Lâiklik, ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile
gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışını, uluslaşmanın, bağımsızlığın,
ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli kıları bir uygar yaşam
biçimidir. Çağdaş bilim, skolâstik düşünce tarzının yıkılmasıyla doğmuş ve
gelişmiştir. Dar anlamda, devlet işleriyle din işlerinin birbirinden
ayrılması olarak tanımlansa, değişik tanım ve yorumlan yapılsa da, gerçekte,
toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması olduğu görüşü,
öğretide de paylaşılmaktadır.

 


 
Lâiklik; egemenliğe, demokrasiyle özgürlüğe ve bilgi bileşimine dayanan
toplumsal bir atılım; siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş
düzenleyicisidir. Onurunu üstün tutarak bireye kişilik ve özgür düşünce
olanaklarını veren, bu yolla siyaset-vicdan ayrımını gerekli kılarak vicdan
ve dinsel inanç özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve
değerlendirmelerin geçerli olduğu dine dayalı toplumlarda siyasal örgütlenme
ve düzenlemeler dinsel niteliklidir.

 


 
Lâik düzende din, siyasallaşmadan kurtarılır, yönetim, aracı olmaktan
çıkarılır, gerçek, saygın yerinde tutularak kişilerin vicdanlarına
bırakılır. Böylece, siyasal yaşamın dayanağı bilim ve hukuk olur. Düşünce ve
inanç alanlarının ayrılması dinin kutsallığına en uygun durumdur. Dünya
işlerinin hukukla, din işlerinin de kendi kurallarıyla yürütülmesi ilkesi,
batı demokrasilerinin dayandığı temellerden birisidir.

 

 

Lâik anlayış, devletin, göreviyle ilgili düzenlemelerinin salt günlük
yaşamla ilgili olmasını gerektirdiği gibi içeriklerinin de mutlaka dinsel
doğrultuda olmasını gerektirmemektedir. Dine uygunluğunun aranması,
zorunluluğu yoktur. Düzenlemenin kaynağı din değildir. Din ve dünya
işlerinin ayrılmasıyla vicdan, din ve ibadet özgürlükleri daha
belirginleşmekte ve özgür biçimde korunmuş olmaktadır.

 


 
Türkiye'de lâiklik ilkesinin uygulanması, rejimleri değişik kimi batılı
ülkelerdeki lâiklik uygulamalarından farklıdır. Lâiklik ilkesinin, her
ülkenin içinde bulunduğu koşullarla her dinin özelliklerinden esinlenmesi,
bu koşullarla özellikler arasındaki uyum ya da uyumsuzlukların lâiklik
anlayışına da yansıyarak değişik nitelikleri ve uygulamaları ortaya
çıkarması doğaldır.

 


 
Lâikliğin, Türk Devrimi'nin, Cumhuriyetin özü ve ulusal yaşamın temelidir.
    Özgürlükler
Anayasa ile sınırlıdır. 
 Anayasal
ayrıcalığa sahip lâiklik ilkesi; demokrasiye aykırı olmadığı gibi tüm hak ve
özgürlüklerin de bu ilke temel alınarak değerlendirilmesi zorunludur.

 

Yöneticiler ;

 

“ Toplumu bilgeliğin ışığında düzenleyen kişilerdir.

 

Bu nedenle ya yöneticiler BİLGE ;

 

Ya da bilgeler  YÖNETİCİ olmalıdır. “

 

EFLATUN
 



 

 

 

 

 

 

 

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK