Çin Bambu Ağacı

Çevrimdışı mavado

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 93
  • 3
  • 93
  • 3
# 23 Ara 2007 16:13:02
Bebegimi görebilir miyim?" dedi yeni anne. Kucagina yumusak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeginin minik yüzünü görmek için kundagini açti ve saskinliktan adeta nutku tutuldu!Anne ve bebegini seyreden doktor hizla arkasini döndü ve camdan bakmaya basladi. Bebegin kulaklari yoktu...Muayenelerde, bebegin duyma yetisinin etkilenmedigi, sadece görünüsü bozan bir kulak yoksunlugu oldugu anlasildi.Aradan yillar geçti, çocuk büyüdü ve okula basladi.Bir gün okul dönüsü eve kosarak geldi ve kendisini annesinin kollarina atti.Hiçkiriyordu... Bu onun yasadigi ilk büyük hayal kirikligiydi; Aglayarak "Büyük bir çocuk bana ucube dedi..."Küçük çocuk bu kadersizligiyle büyüdü. Arkadaslari tarafindan seviliyordu ve oldukça da basarili bir ögrenciydi.Sinif baskani bile olabilirdi; eger insanlarin arasina karismis olsaydi.

Annesi, her zaman ona "Genç insanlarin arasina karismalisin" diyordu, ancak ayni zamanda yüreginde derin bir acima ve sefkat hissediyordu.Delikanlinin babasi, aile doktoru ile oglunun sorunu ile ilgili görüstü; "Hiçbir sey yapilamaz mi?" diye sordu.Doktor "Eger bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapilabilir" dedi.

Böylece genç bir adam için kulaklarini feda edecek birisi aranmaya baslandi.Iki yil geçti bir gün babasi "Hastaneye gidiyorsun oglum, annen ve ben, sana kulaklarini verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sir" dedi.

Operasyon çok basarili geçti. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatinda büyük basarilar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu.Yillar geçmisti, bir gün babasina gidip sordu:
"Bilmek zorundayim, bana bu kadar iyilik yapan kisi kim? Ben o insan için hiçbir sey yapamadim... Bir sey yapabilecegimi de sanmiyorum" dedi

Babasi, "fakat anlasma kesin, su anda ögrenemezsin, henüz degil..."

Bu derin sir yillar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açiga cikma zamani geldi... Hayatinin en karanlik günlerinden birinde, annesinin cenazesi basinda babasiyla birlikte bekliyordu.Babasi yavasça annesinin basina elini uzatti; Kizil kahverengi saçlarini eliyle geriye dogru itti; annesinin kulaklari yoktu.

"Annen hiçbir zaman saçini kestirmek zorunda kalmadigi için çok mutlu oldu" diye fisildadi babasi "..ve hiç kimse, annenin daha az güzel oldugunu düsünmedi degil mi?"

Gerçek güzellik fiziksel görünüse bagli degildir,ancak kalptedir!

Gerçek mutluluk, gördügün seyde degil, asil görünmeyen yerdedir...

Gerçek sevgi, yapildigi bilinen seyde degil, yapildigi halde bilinmeyen seydedir..
:) 8) :)

Çevrimdışı mavado

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 93
  • 3
  • 93
  • 3
# 23 Ara 2007 16:16:06
Yağmurlu ve soğuk bir kış günü, yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk kapımı çaldı.
"Eski gazeteniz var mı, bayan?"
Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim, ama ayaklarına gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler vardı ve ayakları su içindeydi.br> "İçeri girin de size kakao yapayım." dedim.
Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı. Kakaonun yanında reçel ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri.
Onlar şöminenin önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım işleri yapmaya koyuldum. Oturma odasında ki sessizlik dikkatimi çekti. Bir an kafamı uzattım içeriye küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu. Erkek çocuğu bana döndü ve "Bayan, siz zengin misiniz?" diye sordu.

"Zengin mi? Yo hayır!" diye cevaplarken çocuğu, gözlerim bir an ayağımdaki eski terliklere kaydı. Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve

"Sizin fincanlarınız ve fincan tabaklarınız takım." dedi.

Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu. Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi, ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı. Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı. Pişirdiğim patateslerin tadına baktım.

Sıcacıktı patatesler. Başımızı sokacak evimiz vardı. Bir eşim vardı ve eşimin de bir işi, bunlar da fincanlarım ve fincan tabaklarım gibi uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların sandaletlerinin çamur izleri halının üzerindeydi hala.

Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim de. Olur ya; unutuveririm ne denli zengin olduğumu. Siz sakın unutmayın ne kadar zengin olduğunuzu. Ben unutmayacağım.

Bu nefis öyküye yakışan nefis bir Arap Özdeyişi:

"Ayakkabım yok diye üzülüyordum;
ta ki ayaksız bir insan görene kadar…”
 :) 8) :)

Çevrimdışı mavado

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 93
  • 3
  • 93
  • 3
# 23 Ara 2007 16:18:17
"Bir gün bir cocuk dedesine sormus "dedecigim hayat nedir?" diye.

Dedesi "EZANLA NAMAZ ARASIDIR" cevabini verince, cocuk büyük bir saskinlikla sormus "ömür bu kadar kisami? diye.

Dede tatli bir tebessümle cavap vermis:"ne zannettin ya... Evet o kadar kisa! Ama, bu ezanla bu namaz nedir bilir misin?"

Cocuk düsünceli düsünceli bilmedigini söyleyince dede "O NAMAZ, EZANSIZ NAMAZ; O EZAN İSE, NAMAZSIZ EZANDIR" cevabini vermis.

Cocuk "onlar da nedir dedecigim?" dediginde ,
basini oksayip:" Hani gecen gece Talib amcanin yeni dogan bebeginin kulagina isim takmak icin ezan okumustuk ya... NAMAZSIZ EZAN degil miydi o ezan?" dedi.

Bunun üzerine cocuk "ya ezansiz namaz nedir dedecigim?" diye sordu. Dede torununun yüzüne uzun süre baktiktan sonra su cevabi verdi: "Birgün deden öldügünde onu da ögrenirsin." :) 8) :)

Çevrimdışı mavado

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 93
  • 3
  • 93
  • 3
# 23 Ara 2007 16:20:09
Askerliğini bitirmiş olan genç askerliğini yaptığı şehirden ailesini aradı:
-Anne baba, eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum.
-Memnuniyetle, onunla tanışmak isteriz, diye cevapladılar.Oğulları,
-Bilmeniz gereken bir şey var diye devam etti.
-Arkadaşım savaşta ağır yaralandı.Bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti.Gidecek hiçbir yeri yok, ve onun gelip bizimle kalmasını istiyorum.
-Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki onun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz.
-Hayır. Anne,baba,onun bizimle yaşamasını istiyorum.
-kardeşim,dedi babası,bizden ne istediğini bilmiyorsun.Onun gibi özürlü biri bize korkunç bir yük olur.Bizim kendi hayatımız var,bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz.Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin.O kendi başının çaresine bakacaktır.Oğlu o anda telefonu kapattı.Ailesi ondan bir süre haber alamadı.Ama birkaç gün sonra,polisten bir telefon geldi.Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler.Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu.

Üzüntü dolu anne-baba oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler.Onu tanıdılar ve bilmedikleri bir şey daha öğrenince dehşete düştüler:
Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı.

Çevrimdışı mavado

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 93
  • 3
  • 93
  • 3
# 23 Ara 2007 16:24:23
On iki daireli fakir adam

Bakalım, insan ele geçiremediği şeylere karşı ne kadar hırslı, ele geçirdiği nimetlere karşı da ne kadar şükürsüz olabiliyor, bir görelim. Öğle namazını kıldığımız caminin avlusunda karşılaştığım bir zat, beni kendi yaşına yakın görmüş olacak ki, sorusunu şöyle sordu:

– Buralara eskiden gelmişe benziyorsun.

– Evet, dedim. Elli seneyi geçti Yozgat’tan geleli.

– Ben de Nevşehir’den geleli elli seneyi geçti, dedikten sonra hemen ekledi:

– Ne yazık ki ben kafayı çalıştıramadım, ömrüm boşa geçti. İnşaallah sen kafayı çalıştırmış, ömrünü boşa geçirmemiş, köşeyi dönmüşsündür!

– Anlayamadım köşeyi dönme işini, dedim. Elli sene önce gelince köşe mi dönülür?

– Elbette, dedi. Ben buraların elli sene öncesini biliyorum. O zaman tarlaydı şimdi şu apartmanların yükseldiği yerler. Kolayca satın alınırdı buralar. Onun için diyorum, sen erken geldiğine göre arazi almış, belki şu apartmanlar gibi apartmanlar da dikmişsindir buralarda.

– Rabbime şükürler olsun, dedim, kirada değilim. Başımı sokacak dairem var. Bundan dolayı şükür duyguları içindeyim. Kirada olsaydım zorlanırdım diye düşünüyor, hep şükrediyorum. Rabbimiz olmayanlara da ihsan eylesin, diyorum.

İnanmıyor gibi baktı yüzüme. Sonra da kelimelere basa basa sordu:

– Yani senin sadece başını sokacak bir dairen mi var şimdi?

– Öyle, dedim.

– Geldiğin senelerde buralardan üç beş tarla alıp da şimdi daireleri dizemedin mi?

– Hayır, dedim. İstanbul’a 1950’de geldiğimde öyle bir düşüncem de yoktu, imkanım da. Ben buraya okumak için geldim. Cami harabelerinde kalıyor, okumaya çalışıyordum. Başka meselem yoktu o günlerde.

Yüzünü buruşturup dudaklarını büktü. Mazeretimi hiç de meşru bulmamıştı anlaşılan. Derinden bir nefes aldıktan sonra söylenmeye başladı:

– Demek sen de benim gibi kafayı dövüyorsun şimdi!

– Hayır, dedim, ben asla kafamı dövmüyorum. Tam aksine başımı sokacak bir daire ihsan ettiği için Rabbime şükrediyorum. Sen kafanı niye dövüyorsun? Yoksa başını sokacak bir dairen yok mu, kirada mısın hâlâ?

– Yok canım, olur mu öyle şey dedi? Dairelerim var. Hem de en değerli yerlerde. Ne yazık ki, bir türlü ilerleyemedik, on iki dairede çakılıp kaldık, üzerine ilaveler yapamadık. Kafamı dövüşüm bundan dolayı. Vaktiyle ele geçen fırsatları değerlendiremeyip on iki dairede kalışımdan dolayı. Şaşırarak sordum:

– Yani on iki dairenin sahibi olduğun halde mi, fırsatı değerlendiremedim, diyorsun? Elini boşlukta salladıktan sonra:

– On iki daire ne ki? dedi. Aslında ben on iki gökdelenin sahibi olmalıydım şimdi. Gerekçesini de şöyle açıkladı:

– Ben buraların tarla olduğunu, bedava denecek kadar ucuza satıldığını biliyorum! Ama bunu bilmenin bir faydası yok ki şimdi. Kafayı vaktiyle çalıştırmadıktan sonra, kalırsın işte böyle on iki daireyle! Yumruklarsın kafanı durmadan!.. Bir ürperti geldi içime:

– Beyefendi kusura bakma, dedim senin düşüncenden korkmaya başladım. On iki daireye sahip olmuşsun hâlâ mutlu ve huzurlu değilsin. Şükür duyguları taşımıyorsun. Hemen uzaklaşıyorum bu türlü düşüncenin yanından.. diyerek yürüdüm kendi istikametime doğru. O da, sahip olamadığı gökdelenlerin hasreti içinde kafasını yumruklayarak yürüdü kendi istikametine doğru… Yol boyunca Efendimiz (sas)’in ikazlarını düşündüm. Şöyle tarif ediyordu ademoğlunun hırsını.

– Kendi ihtiyarladığı halde hırsı hep genç kalan ademoğulları vardır. Bunların iki dere dolusu altını olsa, yine doymaz da der ki: “Keşke bir üçüncü dere dolusu altınım daha olsaydı!” Böyle insanların gözünü ancak toprak doldurur! Sadaka Rasûlullah.

Çevrimdışı mavado

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 93
  • 3
  • 93
  • 3
# 23 Ara 2007 16:29:39
Düşmanı için dostunu azarlayan

Abdullah b. Mübarek Hazretleri bir vakit savaşa katılmıştı. Savaşta karşısına çok zorlu bir düşman askeri çıkmıştı. Bu düşman askeri ile uzun bir mücadeleye girişir. Birebir bu savaş o kadar sürer ki, vakit namazı girmiş ve geçmek üzeredir. İbnü’l–Mübarek Hazretleri düşmanına der ki:

– Şu kadar zamandır çarpışıyoruz, birbirimize üstünlük sağlayamadık, benim namaz vaktim girdi ve de geçmek üzeredir. İzin ver, ben namazımı kılayım, sonra çarpışmaya devam edelim.” Düşmanı bu öneriyi kabul eder ve İbnü’l–Mübarek Hazretleri namaza durur. Namazı bitip çarpışmaya başlayacakları sırada bu sefer de düşmandan bir öneri gelir:

– Sen ibadetini yaptın, bana da müsaade et, ben de putlarıma gerekli tazimde bulunayım.” Düşman göğsünde sakladığı küçük bir putu çıkarıp yere koyar, karşısına geçip kıyam eder. Sonra da karşısına geçip oturur. İbnü’l–Mübarek Hazretleri düşmanının puta tazim ettiğini görünce içinden der ki: “İşte düşmanı tam öldürecek zaman.” Yerinden kalkar ve elinde kılıç, düşmanın başına dikilir. Tam kılıcı indireceği zaman:

“Ahdinde dur, şüphe yok ki verilen sözün sorumluluğu vardır.” (İsra, 17/34) diye bir ses duyar. Bu sesi duyması ile birlikte ağlamaya başlar. Düşman, başını kaldırıp baktığında, İbnü’l–Mübarek’in elinde kılıçla ağladığını görür. Düşman sorar:

– Ne yapıyorsun? Sana ne oldu?” İbnü’l–Mübarek düşündüklerini anlattıktan sonra şöyle dedi ki:

– Senin yüzünden bizi azarladılar.” Düşman bu durumdan çok duygulanmıştır. Der ki:

– Düşmanı için dostunu azarlayan böyle bir Allah’a baş kaldırmak ve karşı gelmek doğru bir hareket değildir.” Ardından çarpışmayı bırakarak Müslüman olur ve mü’minlerin safına geçti.

Çevrimdışı mavado

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 93
  • 3
  • 93
  • 3
# 23 Ara 2007 16:33:34
Hakkını helal etsin


Kocadere köyüne büyük bir sargı yeri kuruluyor. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Sivaslı, kimi Halepli çok sayıda yaralılar getiriliyor. Bunlardan biri, Lapseki’nin Beybaş köyündendir ve yarası oldukça ağırdır. Zor nefes alıp vermektedir. Alçalıp yükselen göğsüne biraz daha tutabilmek isteğiyle komutanının elbisesine yapışır. Nefes alıp vermesi gittikçe zorlaşır ama, tane tane kelimeler dökülür dudaklarından.

“Ölme ihtimalim çok fazla… Ben bir pusula yazdım… Arkadaşıma ulaştırın…” Tekrar derin derin nefes alıp, defalarca yutkunur:

“Ben… Ben, köylüm Lapseki’li İbrahim Onbaşı’dan 1 Mecit borç aldıydım. Kendisini göremedim. Belki ölebilirim. Ölürsem söyleyin, hakkını helal etsin…” “Sen merak etme evladım” der. Komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnının eliyle okşar. Ancak az sonra komutanının kollarında kan kaybından şehit olur. Son nefeste bir kez daha: “Ben ölürsem söyleyin hakkını helal etsin.”

Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getiriliyor. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaşmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor. İşte yine bir künye ve yanında bir pusula. Komutan gözyaşlarını daha silmeye fırsat bulamamıştır. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve okuduğu yere yıkılır kalır. Ellerini yüzüne kapatır; ne titremelerine ne de gözyaşlarına engel olamaz.

Pusuladaki not:

Ben Beybaş köyünden arkadaşım Halil’e 1 Mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim“.

Çevrimdışı mavado

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 93
  • 3
  • 93
  • 3
# 23 Ara 2007 16:34:35
Babam seyrediyor


Ortaokulda okuyan ve kısa bir süre önce annesini kaybeden genç, babasıyla birlikte yaşıyordu. Babasıyla aralarında çok güzel bir dostluk vardı. Genç, okulun futbol takımındaydı. Takımdaydı ama, ufak-tefek yapısı ve tecrübesizliği nedeniyle hocası ona bir türlü maçlarda görev vermiyordu. Bu yüzden, her maçta yedek kulübesinde oturuyordu. Buna rağmen, babası hiçbir maçı kaçırmaz ve hep ayağa kalkıp tezahürat yapardı.

Liseye girdiğinde sınıfının en sıska öğrencisiydi gencimiz. Fakat babası onu hep futbol oynamaya teşvik etti; bununla birlikte, istemezse oynamayabileceğini de belirtti. Delikanlı futbolu seviyordu ve takımda kalmaya karar verdi. Her idmanda elinden geleni yapıyor ve takımın as oyuncularından bir olmaya çalışıyordu. Bütün lise hayatı boyunca hiçbir idmanı veya maçı kaçırmadı. Ama sürekli yedek kulübesinde oturmaktan kurtulamadı. İnançlı babası her zaman ki gibi tribünlerde yerini alıyor ve oğlunu destekleyici tezahüratlarda bulunmaya devam ediyordu.

Genç, üniversiteye başladığında futbol onun için önemini kaybetmeye yüz tuttu, ama yine de elinden geleni yaptı. Herkes onun okul takımına giremeyeceğinden emin olsa da, bunu başardı. Takımın antrenörü onu listeye dahil ettiğini, çünkü her idmanda yüreğini koyduğunu ve takımın diğer üyelerini de şevke getirdiğini itiraf etti. Takıma girebildiği haberi onu o denli heyecanlandırdı ve sevindirdi ki, soluğu en yakın telefon kulübesinde aldı ve babasına müjdeyi verdi. Onun bu mutluluğunu paylaşan babası, kendisine maçların sezonluk biletlerini göndermesini istedi.

Üniversitedeki dört yıl boyunca hiçbir idmanı kaçırmayan genç, ne yazık ki hiçbir maçta oynayamadı. Futbol sezonunun sonlarına doğru, büyük bir eleme maçının idmanı için sahaya çıkmaya hazırlanan gencin yanına, elinde bir telgrafla antrenörü geldi. Delikanlı telgrafı okuyunca ölüm sessizliğine büründü. Güçlükle yutkunarak hocasına şunları söyleyebildi:

- ”Bu sabah babam ölmüş. İzninizle bugünkü idmana gelmesem?”. Hocası kolunu şefkatle omzuna doladı ve :

- “Bu hafta dinlen evlat” dedi,

- ”cumartesi günkü maça gelmeyi de aklından geçirme.”

Cumartesi geldi çattı, ama okul takımının durumu hiç de iyi değildi. Maçın sonlarına doğru, bir kişi soyunma odasına sessizce girdi, formasını ve futbol ayakkabılarını giyip saha sahanın kenarına çıktı. Babası ölen ufaklıktı bu! Antrenör ve oyuncular azimli arkadaşlarını bu kadar kısa sürede tekrar aralarında görmekten dolayı son derece şaşırmışlardı.

Hocasının yanına giden genç:

- ”Lütfen izin verin oynayayım” dedi.

- ”Bugün oynamak zorundayım.” Hocası önce onu duymamış gibi davrandı. Böylesine zor bir eleme maçında takımın en kötü oyuncusunu sahaya çıkarmasına imkan olmadığını düşünüyordu. Ama genç o kadar ısrar etti ki, sonunda ona acıyan hocası razı oldu:

- ”Pekala oyuna girebilirsin.”

Gencin oyuna girmesinin üstünden çok geçmemişti ki, hem hoca, hem oyuncular, hem de maçı izleyenler gördüklerine inanamadılar. Daha önce hiç oynamamış olan bu meçhul ufaklığın her hareketi harika, attığı her pas isabetliydi. Karşı takım oyuncuları onu durduramıyordu. Koşuyor, pas veriyor, savunmaya yardım ediyor ve maçın yıldızı olarak parlıyordu. Sonunda, gencin takımı aradaki farkı kapattı, nihayet atılan bir golle de beraberliği yakaladı. Ve son saniyelerde ufaklık topu tek başına sürükleyip herkesi geçti ve galibiyet golünü attı. Maç bitmişti. Okulunun taraftarları sevinç çığlıkları atıyor, arkadaşları onu omuzlarında taşıyordu.

Seyirciler tribünü terk ettikten, oyuncular duşlarını alıp soyunma odasını boşalttıktan sonra, takımın hocası gencin köşede tek başına sessizce oturduğun fark etti. Yanına gidip:

- “Evlat, inanamıyorum. Bugün bir harikaydın” dedi.

- “Sana ne oldu,bunu nasıl yaptın,anlat bana! “

Genç hocasına baktı,gözlerine yaşlar doldu ve şöyle dedi:

- “Babamın öldüğünü biliyorsunuz.Peki onun gözlerinin görmediğini biliyor muydunuz?” Delikanlı zorlukla yutkundu,gülümsemeye çalıştı:

- ”Babam bütün maçlarıma geldi,çünkü görmediğim halde beni desteklemek istiyordu. Ve ilk defa bugün beni oynarken görebilirdi. Ben de bu fırsatı kullanmak ve oynayabildiğimi ona göstermek istedim.

Çevrimdışı mavado

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 93
  • 3
  • 93
  • 3
# 23 Ara 2007 16:36:25
SERÇE VE GÖÇMEN KUŞUN HİKAYESİİhanetin adı göçmen bir kuşa verilmiş, Sadakatin adı ise; bir serçeye Göçmen kuş bütün bahar ve yaz boyunca Küçük köyün üstünde uçmuş serçeyle beraber Küçük sinekleri, kurtları yemişler, Kış yağmurlarıyla şaha kalkmış, derelerden su içmişler. Masmavi gökyüzünde dans etmişler, Çiçek açan ağaçlara konup, papatya tarlalarında gezmişler... Birbirlerine söz vermiş kuşlar; Ayrılmayacağız diye. Ama kış gelmiş, Göçmen kuş adına yakışanı yapmaya kararlıymış, Serçe ise her zamanki gibi sadık Ama sevgi de yabana atılmaz bir gerçek. Ayrılık acı, ihanet kötüymüş serçe için Yaşamaksa önemli imiş göçmen için. O, baharların tatlı eğlencesiymiş sadece Gel demiş serçeye benle beraber... Başka bir bahara uçalım. Serçe ise burda bekleyelim demiş yeni baharı Ama kış acımasızdır. demiş göçmen, Yaşayamayız burda, aç kalır üşürüz Serçe hayır demiş korunuruz kötülüklerinden kışın beraber Göçmen inanmamış serçeye hayır demiş gidelim. Serçe için gitmek nasıl bir ihanetse yaşadığı yere Kalmakta aynı şekilde ihanetmiş sevgiliye Ve karar vermiş sevgiyi seçmiş Uçacakmış yeni bir bahara... Göçmen ve serçe çıkmışlar yola, Ama serçe zayıfmış, onun kanatları uzun uçuşlar için değil. Dayanamayacakmış bu yola Oysa göçmenin kanatları güçlüymüş Çünkü o hep kaçarmış kışlardan Hep gidermiş zorluklarından kışın yeni baharlara Bir fırtına yaklaşıyormuş. Göçmen hızlı gidiyormuş fırtınadan, yakalanmayacakmış Ama serçe iyice zayıf kalmış, yavaşlamaya başlamış Göçmene duralım demiş artık. Biraz dinlenelim Göçmen itiraz etmiş, fırtına demiş, ölürüz. Serçe çok fırtına görmüş, kurtuluruz demiş. Ama göçmen yürü demiş serçeye birazdan okyanuslara varacağız Serçe sevgisine uymuş ve peşinden son bir gayretle gitmiş göçmenin Birazdan varmışlar okyanusa Kurtuluşuymuş bu büyük deniz Göçmen için çok iyi bilirmiş buraları Ama serçe ilk kez görüyormuş ve sanki Gökyüzünden daha büyükmüş bu yeni mavi Serçe artık dayanamıyormuş, Son bir sevgi sesiyle seslenmiş göçmene Artık gidemiyorum.... Göçmen serçeye bakmış, Bakmış ve devam etmiş........ Okyanus çok büyükmüş, serçe ise çok küçük Serçenin sevgisi de çok büyükmüş ama göçmen çok küçük... Mavi sularında okyanusun bir minik SADAKAT ... Yeni bir baharın koynunda koca bir İHANET...

Çevrimdışı mavado

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 93
  • 3
  • 93
  • 3
# 23 Ara 2007 16:37:43
PULSUZ DİLEKÇE




Sevgili Anneciğim, Babacığım,

Bütün duygu ve düşüncelerimi dile getirebilseydim, size şunları söylemek isterdim. Sürekli bir büyüme ve değişme içindeyim. Sizin çocuğunuz olsam da sizden ayrı bir kişilik geliştiriyorum. Beni anlamaya ve tanımaya çalışın.

Deneme ile öğrenirim. Bana ayak uydurmakta güçlük çekebilirsiniz. Oyunda, arkadaşlıkta ve uğraşılarımda özgürlük tanıyın. Beni her yerde, her işimde koruyup kollamayın. Davranışlarımın sonuçlarını kendim görürsem daha iyi öğrenirim. Bırakın kendi işimi kendim göreyim. Büyüdüğümü başka nasıl anlarım?.

Büyümeyi çok istiyorsam da ara sıra yaşımdan küçük davranmaktan kendimi alamıyorum. Bunu önemsemeyin. Ama siz beni şımartmayın. Hep çocuk kalmak isterim sonra. Her istediğimi elde edemeyeceğimi biliyorum. Ancak siz verdikçe almadan edemiyorum. Bana yerli yersiz söz de vermeyin. Sözünüzü tutmayınca sizlere güvenim azalıyor.

Bana kesin ve kararlı davranmaktan çekinmeyin. Yoldan saptığımı görünce beni sınırlayın. Koyduğunuz kurallar ve yasakların hepsini beğendiğimi söyleyemem. Ancak, hiç kısıtlanmayınca ne yapacağımı şaşırıyorum. Tutarsız davrandığınızı görünce hem bocalıyor, hem de bundan yararlanmadan edemiyorum.

Beni dinleyin. Öğrenmeye en yatkın olduğum anlar, soru sorduğum anlardır. Açıklamalarınız kısa ve özlü olsun. Öğütlerinizden çok davranışlarınızdan etkilendiğimi unutmayın. Beni eğitirken ara sıra yanlışlar yapabilirsiniz. Bunları çabuk unuturum. Ancak biribirinize saygı ve sevginizin azaldığını görmek beni yaralar ve sürekli tedirgin eder.

Çok konuşup çok bağırmayın. Yüksek sesle söylenenleri pek duymam. Yumuşak ve kesin sözler bende daha iyi iz bırakır. "Ben senin yaşında iken..." diye başlayan söylevleri hep kulak ardına atarım.

Küçük yanılgılarımı büyük suçmuş gibi başıma kakmayın. Bana yanılma payı bırakın. Beni korkutup sindirerek, suçluluk duygusu aşıla***** uslandırmaya çalışmayın. Yaramazlıklarım için beni kötü çocukmuşum gibi yargılamayın. Yanlış davranışım üzerinde durup düzeltin. Ceza vermeden önce beni dinleyin. Suçumu aşmadığı sürece cezama katlanabilirim.

Beni, yeteneklerimin üzerinde işlere zorlamayın. Ama başarabileceğim işleri yapmamı bekleyin. Bana güvendiğinizi belli edin. Beni destekleyin. Hiç değilse çabamı övün. Beni başkaları ile karşılaştırmayın, umutsuzluğa kapılırım.

Benden yaşımın üstünde olgunluk beklemeyin. Bütün kuralları birden öğretmeye kalkmayın. Bana süre tanıyın. Yüzde yüz dürüst davranmadığımı görünce ürkmeyin. Beni köşeye sıkıştırmayın. Yalana sığınmak zorunda kalırım. Sizi çok bunaltsam bile soğukkanlılığınızı kaybetmeyin. Kızgınlığınızı haklı görebilirim ama beni aşağılamayın. Hele başkalrının yanında onurumu kırmayın. Unutmayın ki ben de sizi yabancıların önünde güç durumlara düşürebilirim.

Bana haksızlık ettiğinizi anlayınca açıklamaktan çekinmeyin. Özür dileyişiniz, size olan sevgimi azaltmaz; tersine beni size daha çok yakınlaştırır. Aslında ben sizleri olduğunuzdan daha iyi görüyorum. Bana kendinizi yanılmaz ve erişilmez göstermeye çalışmayın. Yanıldığınızı görünce üzüntüm büyük olur.

Biliyorum ara sıra sizi üzüyor, belki de düş kırıklığına uğratıyorum. Bana verdiklerinizin yanında benden istediklerinizin çok olmadığını da biliyorum. Yukarıda sıraladaığım istekler size çok geldiyse birçoğundan vazgeçebilirim. Yeter ki beni ben olarak seveceğinize olan inancım sarsılmasın.

Benden "Örnek Çocuk" olmamı istemezseniz, ben de sizden kusursuz ana-baba olmanızı beklemem. Sevecen ve anlayışlı olmanız bana yeter.

Sizin çocuğunuz olarak doğmak elimde değildi. Ama seçme hakkım olsaydı, sizden başka kimsenin çocuğu olmak istemezdim.

Sevgiler... Çocuğunuz

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 23 Ara 2007 16:50:10
Teşekkür ederim mavado...


Müzayede
Adam zengindi. Hem de çoklarının hayal
edemeyeceği kadar. Ülkenin en güzel şehirlerinin en güzide semtlerindeki
dairelerinin sayısını bile bilmiyordu. Ayrıca, iyi bir antika
meraklısıydı. Elinde tuttuğu zengin koleksiyonun değeri de tahminleri
zorluyordu. Çiftlikleri ve arabaları da vardı tabii. İşlettiği
mağazalarda binlerce insan çalışıyordu. Herkes, ‘Keşke onun yerinde ben olsam!’ diye düşünüyordu.
Gelin görün ki o, bulunduğu yerden hiç memnun değildi. Her şeye sahip olduğu doğruydu. Ancak, içinde bir yerde derin bir boşluk, doyurulmaz bir açlıkla kıvranıyordu. Kendisine ‘Baba!’ diye
sarılacak bir çocuğu yoktu. Yıllardır eşiyle birlikte bu yanlızlığı, bu eksikliği içten içe hissetmişlerdi. Ama umutla dua etmeye, sabırla beklemeye devam ediyorlardı. Eşi, aynı zamanda bir ressamdı. Kadın hayal ettiği bebekleri,çocukları büyük bir ustalıkla yağlı
boya tablolara çiziyordu. Ancak resimleri hep kendine saklıyor,
sergiliyordu.
Resmini yaptığı bebekleri, çocukları kendi çocukları gibi seviyordu.
Haliyle, çocuklarını parayla bir başkasına satmak aklının ucundan
geçmezdi.
Sonunda ihtiyarlık günleri gelip çattı. Artık çocuk sahibi olma hayalleri
bitmişti. Fakat beklenmedik bir şey geldi başlarına. Ağır bir trafik kazası geçirdiler. Adam hafif yaralı olarak kurtuldu. Ancak karısı ciddi bir beyin hasarı ile yoğun bakımda yattı aylarca. Adam karısının sağlığı için servetinin önemli bir kısmını harcadı. Derken,
doktorlar karısının kısmen iyileştiğini söylediler. Kadın eve döndü.
Ama artık eskisi gibi değildi.
Adeta bir çocuk gibi yaşıyordu. Karısının gündelik işlerini yapabilmesi
için bir bakıcı hanım çalışıyordu yanlarında. Kocasını savaşta kaybetmiş genç hanımı adam ve eşi evlatları
gibi sevdiler. Eve biraz olsun çocuk cıvıltısı getiren iki küçük çocuğunu da torunları bildiler. Bu arada evin hanımı eskiden olduğu gibi resimler yapmaya çalıştı. Bekleneceği
gibi tabloları eskisi kadar başarılı değildi. Yine de kadının eski
günlerdeki gibi mutlu olmasına yardımcı oluyordu. Yıllar hızla aktı. Kadın bir gün beyin sorunları
nedeniyle öldü. Adam, bakıcı hanım ve iki yetimini değerli hediyelerle
evlerine gönderdi.
Çok geçmeden adam da kalp krizi geçirerek hayata veda etti.
Böylece hayalleri süsleyen o koca servet sahipsiz kaldı. İlk olarak paha biçilmez antikalar büyük bir müzayedede satışa sunuldu. İlk parça adamın eşinin beyin özürlüyken yaptığı bir tabloydu. Bir özürlünün umutlarını döktüğü,ruhunu ortaya koyduğu bu mütevazi
tabloya kimse dönüp bakmadı bile. Herkes az sonra önlerine gelecek paha biçilmez antikaları bekliyordu. Satıcının ‘Artıran var mı?’ diye bağırışına salondan tek cevap gelmiyordu. Müzayede salonundaki sessizliği, müzayedeye ilk defa gelen bakıcı kadının sesi bozdu.
Annesi gibi sevdiği bir kadının çocukları gibi sevdiği tablosuna müzayede salonunda pek alışık olunmayan bir teklifle müşteri oldu: ‘Beş dolar!’ diye bağırdı acemice. Daha fazlası yoktu cebinde. Umutla bir başkasının kendi teklifini artırmasını bekledi.
Sessizlik yine bozulmadı. Müzayede yöneticisinin ‘Satıyorum. Satıyorum..Saaaaat…tım.’demesiyle tablo sadece 5 dolara kadının oldu. Müzayede yöneticisi satılan tabloyu bir kenara koymak yerine
çerçevenin arka yüzünü herkesin görebileceği biçimde yukarı kaldırdı.
Tablonun arkasında katlanmış küçük bir kağıt parçası vardı. Yine herkesin gözleri önünde kağıdı aldı ve açtı.
Özenli bir el yazısıyla yazılmış notlara göz gezdirdikten sonra
kalabalığa döndü:’Bayanlar ve baylar; müzayede bitmiştir!’ Sonra kağıt üzerindeki notu seslice okudu: ‘Kim eşimin bu mütevazi emeğine değer vererek bu tabloyu satın almışsa, eşime verdiğim
değerden çok daha azını hak eden servetim de onundur.’
***
Sevimli bir çocuğun
babası ve annesi olmanın değeri borsalarda ölçülemiyor.
Fedakar ve sadık bir eşin bizim
için yaptıklarını hiçbir insan kaynakları uzmanı hesaplayamıyor. Oysa,
hepsi antika.. Kimsenin görmediği, kimsenin fark etmediği kadar özel ve güzel değerler. ‘Müzayede’ bitmeden birbirimize ziyadesiyle değer verelim.
Olur mu?

                             (alıntı)

Çevrimdışı ağcan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.678
  • 3.335
  • 1.678
  • 3.335
# 04 Oca 2008 08:20:52
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Askerliğini bitirmiş olan genç askerliğini yaptığı şehirden ailesini aradı:
-Anne baba, eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum.
-Memnuniyetle, onunla tanışmak isteriz, diye cevapladılar.Oğulları,
-Bilmeniz gereken bir şey var diye devam etti.
-Arkadaşım savaşta ağır yaralandı.Bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti.Gidecek hiçbir yeri yok, ve onun gelip bizimle kalmasını istiyorum.
-Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki onun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz.
-Hayır. Anne,baba,onun bizimle yaşamasını istiyorum.
-kardeşim,dedi babası,bizden ne istediğini bilmiyorsun.Onun gibi özürlü biri bize korkunç bir yük olur.Bizim kendi hayatımız var,bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz.Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin.O kendi başının çaresine bakacaktır.Oğlu o anda telefonu kapattı.Ailesi ondan bir süre haber alamadı.Ama birkaç gün sonra,polisten bir telefon geldi.Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler.Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu.

Üzüntü dolu anne-baba oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler.Onu tanıdılar ve bilmedikleri bir şey daha öğrenince dehşete düştüler:
Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı.

Yazıların hesi  çok etkileyici ancak bu yazı beni öyle etkilediki mahvetti....

Çevrimdışı smsn

  • Üye
  • *
  • 10
  • 0
  • 10
  • 0
# 04 Oca 2008 19:26:41
Çok Güzel Paylaşımlar.benusa Hocam Yüreğinize Sağlık........

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 06 Oca 2008 19:38:51
Teşekkür ederim smsn öğretmenim.


                    ÇEYREK ALTINLAR

     Yıllarca emek verip okumuş, artık öğretmen olmuşsunuzdur. Köy yollarında göreve başlamak üzere giderken idialist öğretmen kimliği yüreğinizin taa içindedir. Yapacaklarınızı, değiştireceklerinizi düşünürsünüz. Kimbilir daha neler neler geçirirsiniz içinizden. Köye varıp artık oralı olmaya başladığınızda aklınızdan geçen her şeyin sadece sizin iyi niyetli, gerçekçi olmayan hayallar olduğunu anlar  bu defa yalnızca üzülür ve her köy öğretmeninin yaşadığı kaderi yaşamaya başlarsınız siz de. Birgün merkeze gelebilmek en büyük amacınız olmuştur artık.

        Aradan yıllar geçer. Evlenmişsinizdir ve çocuğunuz büyümeye başlamıştır bile. Arada onu ilçeye ya da ile gezmeye götürürsünüz. O yoğun trafik, vitrinler, insanlar sizi çok şaşırtır. Kırmızı, yeşil, sarı ışık ne demektir bilirsiniz, öğretirsiniz ama kendinizi korna sesleri arasında kırmızı ışık yanarken yolun ortasında bulabilirsiniz her an. Merkezde görev yapan arkadaşlarınızla buluşursunuz belki. Belki evlerine davet ederler sizi. O sıradan ama size çok alımlı gelen çelik kapıdan içeri girdikten sonra oturduğunuz salon size saraylar kadar büyük görünür. Çünkü göreve başladığınızdan beri iki odalı, küçücük lojmanda oturmaktasınızdır. Arkadaşınızın evini utana sıkıla incelemeye başlarsınız. Bir süre sohbet ettikten sonra yemeğe oturursunuz. Nerdeyse sizin oturma odanızın iki divan koyduktan sonra size hareket etmek için kalan alan  kadar vardır masaları. Şaşırırsınız, utanırsınız, sıkılırsınız. Birgün tüm bunlara sahip olabilmek için merkezi hayal edersiniz yine. Kendiniz için olmasa da çocuğunuz için artık. Masa arkadaşınızın sizin için yaptığı çok özel yemeklerle donatılmıştır. Tabağın bir  yanında çatal,   öbür yanında bıçak vardır. Ama siz köylü dalga geçmesin diye yıllardır bıçak kullanmamışsınızdır ve Özay Gönlüm’ün asker arkadaşının evinde yaşadığı tüm sıkıntıları yaşarsınız bununla ilgili. “Bastırıyyom, bastırıyyom kesilmiy gavurun eti.” misali…Utanırsınız….

         Köyünüze döndüğünüzde artık kendi çöplüğünüzdesinizdir.  Arkadaşınızın evindeki suskun ve utangaç tavrınız kalmamıştır. Ama yinede merkez en büyük hayaliniz olmaya devam edecektir.

          Çocuğunuz büyümüş, lise yılları gelmiştir. Onu en iyi şartlarda okutmak için  puanınızın yettiği en merkezi okula tayin isteme vaktidir. İster ve gelirsiniz. Tek maaşlısınızdır. Ev aramaya başlarsınız bütçenize göre. Ama kiralara hayretle ağız açarsınız. Sonunda bütçenize uygun gecekondu denilebilecek bir ev tutar soluğu orda alırsınız. Çocuğunuzun okul masrafları almış başını gitmiştir. Parasız adım atamazsınız evden dışarı. Özel ders vermek için eşe dosta haber bırakırsınız. Ama köyden geldiğiniz için hiç kimse rağbet etmez size. Ailenizden, dostlarınızdan, öğrencilerinizden gizli gizli inşaatlarda, pazarlarda çalışırsınız belki de. Kemal Sunal’ın “Öğretmen” filmi gelir aklınıza. Onun gibi çıldırmamak için dua edersiniz her gece yatarkan Allah’a… Eşinizin evlere temizliğe gittiğinden habersiz yaparsınız tüm bunları. Öğrendiğinizde kahredersiniz kaderinize. “Çok yüce mesleğin var . İnsan ol yeter.” lafları artık tüm değerini yitirmiştir.

        Bu arada beş yıl bitmiştir ve veda partileri hazırlıkları  başlamıştır öğrencileriniz arasında. Velileriniz eşinizle birlikte gelmeniz için çok ısrarlıdır. Partinin en önemli konukları sizsinizdir. Gitmemek büyük kabalık olacaktır. Eşinizle birlikte partinin yapıldığı  büyük  otelin kapısından içeri girerken şaşkın ve çekingensinizdir . Tıpkı yıllar önce arkadaşınızın evinde yaşadığınız sıkılgan edayla size ayrılan baş köşeye oturursunuz. Önlüğün içinden çıkmış gece kıyafetli öğrencilerinize bakakalırsınız. Hepsi çok güzel olmuştur. Velileriniz de aynı özenle giyinmiş, kuaförlerden gelmişlerdir  geceye. Bu arada eşinizin gariban haline bakarsınız. Elde örülmüş, gezmelerde giydiği orlon yeleği bile örtmemiştir aradaki sınıf farkını. Kahredersiniz yine. Eşinizin aklından geçenleri tahmin etmeye çalışarak ona yaşatamadıklarınız için üzülür, eziyet edersiniz yüreğinize. “Ben öğretmen olmayı tercih ederken tüm bunları biliyordum. Her şeye rağmen benim mesleğim çok kutsal.” diyemezsiniz o zaman. Sadece gecenin bir an önce bitmesini istersiniz. Yıllardır kendi çocuğunuz gibi sevdiğiniz öğrencilerinizin mutluluğuna bile ortak olamamanın utancını yaşarsınız içinizde.

          Eve döndüğünüzde öğrencilerinizin hediye almak yerine, bir ihtiyaçlarını karşılar belki diye düşünüp eşinizin orlon yeleğine taktığı çeyrek altınları sayarken gözlerinizin dolduğunu hissedersiniz. Büyük bir utançla kaç lira ettiklerini hesaplarsınız. Bir açık kapanmıştır bütçenizde. Ama yüreğinizdeki açık giderek büyümektedir. Onu kapatmak imkansızdır artık.

          Emeklilik çoktan gelmiş geçiyordur. Siz emekli bile olmayı düşünemezsiniz yorgun bedeninize rağmen. Çünkü çocuğunuz ünüversiteyi kazanmıştır. Masraflar daha da artmıştır.  Çocuğunuz okulu bitirip meslek sahibi olana kadar çalışmaya devam edersiniz. Sonra bir gün evlenmek istediğini söyler sevdiği insanla. İşte tam zamanıdır emekli olmanın. Düğün masraflarını karşılayacak toplu paranız yoktur zira kenarınızda. Çocuğunuzun mutluluğu için emekli  olursunuz. Otuz yıla,  otuz  bin lira ikramiye alırsınız.  Bir kuruşunu dahi kendinize harcamadan düğün masrafı yaparsınız.

         Artık okul macerası bitmiştir. Yorgun bedeniniz, yorgun yüreğiniz çok yaşlanmıştır. Hiçbir beklentiniz kalmamıştır hayatta. Sadece ölümü beklersiniz hasta yatağınızda. Belki yüzlerce okuttuğunuz öğrencilerinizden birkaçı duyar hasta olduğunuzu. Ziyaretinize gelirler. Bu bile ölüm döşeğinde çok mutlu eder sizi.Yaşadığınız ya da yaşayamadığınız her şeye rağmen  “İyi ki öğretmen olmuşum.”  dersiniz içinizden.

          Tabutunuz   sonsuza kadar giderken yakınlarınızın omuzlarında,  eşinizin  aklına  orlon yeleğine takılan çeyrek altınlar gelir. Nasıl utançla hesapladığınızı düşünür kaç lira edeceklerini. Çektiğiniz sıkıntıları, yaşadığınız utançları bilen tek kişi odur çünkü. “Allah yerinde rahat ettirsin yiğidim, hayat arkadaşım.” düşünceleriyle sonsuz yolculuğunuza uğurlar sizi. 

     Siz de artık yüreğiniz rahat gitmektesinizdir son yolculuğunuza. Çünkü biricik çocuğunuzu meslek sahibi etmiş ve  yuvasını kurduğunu görmüşsünüzdür. Eşinize de hayatı boyunca alacağı emekli maaşınızı bırakmışsınızdır. Artık dünyadan yana endişeniz kalmamıştır. Herkesle vedalaşırsınız dualar içinde. Cenazenizdeki birkaç öğrenciye, unutmayıp cenaze töreninize katıldıkları için teşekkür ve minnet duygularıyla toprakla kucaklaşırsınız...

                                                        BENUSA55

 

Not: Bu öykü gerçek  anılardan alıntılanarak yazılmıştır.
 

Çevrimdışı ali2037

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.759
  • 1.326
  • 2.759
  • 1.326
# 06 Oca 2008 20:05:35
benusa hocam yine çok etkileyici bir yazı yazmışsınız.yazılarınızın birçoğunda kendimi bulduğum için bu kadar etkileniyorum belki.yeni paylaşımlarınızı  da merakla bekleyeceğim.
teşekkürler..

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK