Çin Bambu Ağacı

Çevrimdışı destinalila

  • Uzman Üye
  • *****
  • 530
  • 221
  • 530
  • 221
# 25 Kas 2007 19:45:52
küçük Çocuk
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde
Okula giden bir küçük çocuk vardı.
O küçücüktü,
Ve okul da koskocaman.
Ve küçük çocuk,
Avluya açılan bir kapıdan geçip,
Sınıfına hemencecik girebileceğini öğrenince
Mutlu oldu.
Ve, gözünde okul ona
Artık koskocaman gözükmedi.

Bir sabah
Artık uzunca bir süredir küçük çocuk okullu iken
Öğretmen dedi ki:
‘Bugün bir resim çizeceğiz.’
‘Ne güzel!’ diye düşündü küçük çocuk.
Resim yapmasını severdi.
Bir sürü resim çizebilirdi:
Aslanlar, kaplanlar,
Tavuklar, inekler,
Trenler, gemiler-
Hemen pastel boya kutusunu çıkarıverdi.
Ve çizmeye koyuldu.

Fakat öğretmen seslendi: ‘Bekleyin!
Daha hemen başlamayın!’
Herkesi süzdü, hazırlar mı diye baktı.

‘Şimdi’ dedi öğretmen,
‘Çiçekler çizeceğiz.’
‘Ne hoş’ dedi küçük çocuk.
Çiçek çizmeyi çok severdi.
Ve güzel mi güzel çiçekler çizmeye başladı.
Pembe ve mavi ve turuncu boyalarıyla.
Fakat ‘Bekleyin!’ dedi öğretmen.
‘Ben göstereceğim size nasıl çizeceğinizi.’
Onunki kırmızıydı, yeşil saplı.
‘Haydi’ dedi öğretmen.
‘Artık başlayabilirsiniz.’

Küçük çocuk, öğretmenin çiçeğine baktı.
Sonra da kendi çiçeğine.
Kendi çiçeğini öğretmeninkinden daha çok sevmişti,
Fakat bunu söyleyemedi,
Defterindeki sayfayı çevirdi
Ve öğretmeninkine benzer bir çiçek çizdi.
Kırmızıydı, yeşil saplı.

Başka bir gün,
Küçük çocuk kapıyı dışardan
Kendi başına açmıştı,
Ve o anda öğretmen şöyle dedi:
‘Bugün killi çamurla birşeyler yapacağız.’
‘Ne güzel!’ diye düşündü küçük çocuk.
Killi çamurla oynamayı severdi.

Killi çamurdan bir sürü şey yapabiliyordu:
Yılanlar ve kardan adam,
Filler ve fareler,
Arabalar ve kamyonlar-
Ve killi çamura elini uzattı.
Bir avuç almak için çekiştirirken çamuru,
Öğretmen dedi ki:
‘Bekleyin! Daha başlama zamanı gelmedi!’
Herkesi süzüp, hazırlar mı diye baktı.

‘Şimdi’ dedi öğretmen,
‘Bir kap yapacağız.’
‘Ne hoş’ dedi küçük çocuk.
Kap yapmayı çok severdi.
Ve her boyda türlü şekillerde kaplar yapmaya başladı.
Fakat ‘Bekleyin!’ dedi öğretmen.
‘Ben göstereceğim size nasıl yapacağınızı.’
Ve herkese gösterdi, derin bir kabın
Nasıl yapılacağını.
‘Haydi’ dedi öğretmen.
‘Artık başlayabilirsiniz.’

Küçük çocuk öğretmenin kabına baktı.
Sonra da kendininkine.
Kendi yaptığı kabı öğretmeninkinden daha çok sevdi.
Fakat birşey söylemedi.
Elindeki killi çamuru bir top halinde yuvarladı yine.
Ve öğretmeninki gibi bir kap yaptı.
Derin bir kap.

Ve çok geçmeden
Küçük çocuk beklemeyi öğrendi,
Ve izlemeyi,
Ve tam öğretmeninki gibi
şeyler yapmayı.
Ve çok geçmeden
Kendi başına artık hiçbirşey yapmadı.

Bir gün geldi
Küçük çocuk ve ailesi
Başka bir eve taşındılar,
Başka bir şehirde,
Ve küçük çocuk
Başka bir okula gidiyordu tabii ki.

Bu okul, öncekinden
Daha da büyüktü.
Ve sınıfına
Avludan bir kapı da yoktu.
Üst kata yüksek basamaklardan çıkmak zorundaydı,
Ve uzun bir koridor boyunca
Gitmeliydi sınıfına.

Ve daha ilk günü
Yeni okulunda,
Öğretmen seslendi
‘Bugün bir resim çizeceğiz.’
‘Ne güzel!’ dedi küçük çocuk,
Ve öğretmeni bekledi,
Ne yapılacağını söylemesi için.
Fakat öğretmen, bir şey söylemedi.
Sadece sınıfta sıraların arasında dolaştı.

Küçük çocuğa geldiğinde
‘Sen resim çizmek istemiyor musun?’ dedi.
‘Evet.’ Dedi küçük çocuk,
‘Ne çizeceğiz?’
‘Sen çizmeden, ben bilemem ki?’ dedi öğretmen.
‘Nasıl çizmemi istiyorsunuz?’ diye sordu küçük çocuk.
‘Niçin? Nasıl istiyorsan öyle.’ Dedi öğretmen.

‘Ve her renk olabilir mi?’ diye sordu küçük çocuk.
‘Her renk’ dedi öğretmen.
‘Eğer herkes aynı resmi çizseydi
 Ve aynı renkleri kullansaydı,
 Kimin, neyi çizdiğini nasıl bilebilirdim.
 Ve hangisinin hangisi olduğunu.’

‘Bilmiyorum’ dedi küçük çocuk.


Ve
kırmızı bir çiçek
çizmeye başladı,
yeşil saplı.[/left]   

bu belki önceleri gönderildi bilmiyorum...ama ben ne zaman bu hikayeyi okusam ağlayacak gibi oluyorum....okumayan arkadaşlarımla paylaşmak istedim.....

Çevrimdışı destinalila

  • Uzman Üye
  • *****
  • 530
  • 221
  • 530
  • 221
# 25 Kas 2007 20:27:22
SALINCAK


Sandalyesi devrildi, boğazı acımıştı.. Keşke tekrar çocuk olabilseydi. Keşke tekrar komşusunun kızı ile lunaparka ilk kim gidecek yarışması yapabilse, lunaparka girer girmez salıncağa doğru son sürat koşabilseydi. Hızlı hızlı nefes alıp vermelerin ardından, yan yana salıncaklara binip sallansalardı. Boşlukta sallanma duygusu şu andaki gibi değildi. Çok güzel ve çok anlamlıydı. Kendini geriye doğru çeker, ayaklarını uzatarak gökyüzüne doğru çıkardı. Ayaklarını salladıkça hızlanır, hızlandıkça içinde birşeyler kayıp giderdi. Sanki biraz daha hızlansa salıncakla beraber gökyüzüne kadar çıkacak, kuşlara eşlik edip onlarla beraber uçabilecekti. Belleri ağrıyıncaya dek salıncakta sallanır, ardındanda arkadaşı ile beraber yakınlarındaki göle girmek için yine yarış yaparlardı. Ah salıncak ne güzeldi.. Ayaklarını salladı..
Hızlı delikanlılığını hayal etti. Karanlıktan korkmaz, korktuğu herşeyin aksine üstüne üstüne giderdi. Onu kimse yıldıramaz, kimse gözünü korkutamazdı. Bileklerinin çelikten yapıldığını hayal eder, kavgaya girmekten çekinmezdi. Gözükaraydı, bu yüzden çok dayak yemiş ama hiç birinden de pişman olmamıştı. Mahalleli zaman zaman onu görünce yolunu değiştirir bile olmuştu. Sonraları girdiği işlerden teker teker kovulmuş, artık serseri sınıfına girdiğini farkedince iş işten çoktan geçmişti. O bu dünyanın saçma sapan kurallarını kabul etmiyordu. Sabah kalkmak, işe gitmek, eve dönüp ailesiyle zaman geçirmek ona saçma geliyordu. Hayata bir defa geliyordu, çoluk çocukla vaktini harcamamalıydı. Akşamları arkadaşları ile gezer, gece olunca tek başına sokaklara çıkardı. Herkesin uyuduğu saatlere kadar dolaşır, ardından lunaparka giderdi. Kuşkulu gözlerle etrafına bakar, kimsenin görmediğinden emin olunca hemen salıncağa biner ve sallanmaya başlardı. Bazen bir yıldızı gökyüzünden tutup, cebine atacakmışcasına hızlanır ve saatlerce sallanırdı. Ayaklarını tekrar salladı...

O günü anımsadı. Yer yer bulutluydu anıları. Nasıl olmuştu, herşey nasıl çabuk gelişmişti anlayamamıştı. Babası, son kavgasında komşularının burnunu kırdığını duyunca onu evden kovmuştu. " Sen işe yaramazsın, sen benim evladım olamazsın! " demiş ve yol göstermişti. Onun evladı nasıl olabilirdi ki zaten? Bir defa kucağına alıp sevmiş miydi ki, şimdi sen benim oğlum olamazsın diyordu? Hatta çocukken çoğu zaman, ailesinin onu yetimhaneden yada bir cami avlusundan evlat edindiğini düşünürdü. Yoksa insan kendi çocuğuna bu kadar soğuk davranamazdı. Kıyamazdı..
Bu düşünceler içinde yürürken, bir anda biriyle çarpışmıştı. Çarptığı bir yanında eşi olan bir kadındı ve yere düşmüştü. Kadının burnu kanıyordu. Şok olmuştu. Eğilip yardım etmek istedi ama edemedi. Öylece bakakaldı. Durmadan ardı ardına " Birşeyiniz varmı " diyordu. Kadının kocası paniklemiş, karısını kaldırmaya çalışıyordu. Sayıklamaları adamın bağırmasıyla son buldu. " Önüne bakmıyor musun yürürken? Ne biçim yürüyorsun lan sen! " İsteyerek yapmamıştı ki, neden bağırıyordu bu adam ona. Sinirlenmişti. " Bilerek çarpmadım, karını kaldır al voltanı! " diye bağırdı. Sözlerinin hemen ardındanda burnuna bir yumruk yedi. Burnunun acısıyla gözleri karardı. Cebindeki sustalısını çıkardı. Seri hareketlerle adamın sırtına sokup çıkarmaya başladı. Gözleri yerlere dökülen kanları bile görmüyordu. Heryer siyah beyazdı sanki. Fakat bu adam ona sebebsiz yere vurmuştu, sinirlendirmişti. Arkasından gelen feryatlar kulağını acıttı. Döndüğünde, burnu kanayan kadın tırnaklarıyla yüzünü gözünü çiziyor, bir taraftanda " Caniii! " diye bağırıyordu. Her yeri titriyordu, kadını itelemeye çalışıyor, fakat kadın geri gelip tüm gücüyle tekrar ona saldırıyordu. Yüzü kan içinde kalmış, yer yer sızlıyordu. Bıçağını geriye doğru çekip, hızla kadının karnına sapladı. Sokak çığlıklarla inledi. Bıçağını çıkarıp tekrar sapladığında, kadın üzerine yığılmıştı. Kadınla birlikte yere yığıldı. Herşey otuz saniye içerisinde olup bitmişti. İki insanın canına kıymış, onları hayattan men etmişti. Başından aşağı kaynar sular boşaldı. Nasıl yaptığını, nasıl olduğunu bile anlayamamıştı. Elleri hala titriyordu ve bıçağıda elinden bırakamamıştı. Başı zonkluyordu, iki insan öldürmüştü. Bu kavga etmeye yada başka birşeye benzemiyordu. Yüreği alev alev yanarken gözleri kadına çarptı. Gözbebekleri büyüdü. " Hayır hayır " diyerek gözlerini sımsıkı kapattı. Gözlerini açmak istemiyor ve kadının karnında ki şişliği görmek istemiyordu. Gözkapaklarını korkarak açtı, evet kadın hamileydi..

Kulakları çınlamaya başladı. Herşey bulanıklaştı. Zaman yavaşladı, yavaşladı ve durdu. İki kişiyi öldürmenin verdiği buz gibi soğuğun etkisini henüz üzerinden atamamışken daha büyük bir facia yaptığını anlamıştı. Etraftan gelen uğultuların arasında bir bebeğin ağlamasını duyuyordu. Sanki kadının karnından çığlıklar geliyordu. " Amca neden!.. " Boğazı kurumuştu, hızla etraflarınında toplanan kalabalığa, aptal aptal bakıyordu. O bir bebeği de öldürmüştü. Henüz doğmamış bir yavrunun, salıncakta sallanma hakkını elinden almıştı. Hiç doğmayacak, hiç büyüyemeyecek, hiç parka kadar yarış yapamayacak ve asla salıncakta sallanamayacaktı. Şuursuzca kanlı ellerini yüzüne götürdü. Yüzünü kapattı, kimse görmemeliydi bu büyük utancını. " Hayııır " diye bir feryat kopardı. Ama sesi çıkmıyordu. Tekrar bağırdı, hayır hiç kimse duymuyordu. Ellerini yüzünden çekti ve belirsiz hareketlerle gökyüzüne baktı. Gökyüzü bile kana bulanmıştı. Bir kaç kuş uçuyordu. Kanatlarının her hareketini takip edebiliyordu. Öylesine yavaş uçuyorlardı ki, sanki hayatı yavaş çekimden yaşamaya başlamıştı. Doğmamış bir yavru ve mutluluklarının gelmesini dörtgözle bekleyen bir ailenin ortasındaydı. Dişlerinin takırtıları arasından " İstemeden oldu " demek istedi. Fakat boğazından sadece hırıltılar çıkıyordu. Başı dönüyor, halen kulağında " Ben salıncakta sallanacaktım amca, neden!? " çığlıkları çınlıyordu. Yüreği kanadı, kanadı, kanlar gözlerinden akmaya başladı. Hıçkırıklar eşliğinde, kendini kana bulanmış asfalta bıraktı. Artık hiç birşey hissetmiyordu. Zaten ondan sonrasınıda hatırlamıyordu..
Düşüncelerden sıyrıldı. Kalbi teklemeye başlamış, her saniye vücuduna sancılar saplanıyordu. Nefessiz kalmak o kadar kötüydü ki, gözlerini bile açamıyordu. Yavaş yavaş hareketsiz kalıyordu. Ah tekrar keşke çocuk olabilseydi ve bir ömür boyu salıncakta sallanabilseydi. Acıdan boğazını artık hissetmiyordu. Son bir kez ayaklarını salladı ve hareketsiz kaldı. Birazdan darağacından indirilecekti ve bir daha asla salıncakta sallanamayacaktı, çünkü artık o bir cesetti...






Çevrimdışı AKSA

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 1.564
  • 2.847
  • 1.564
  • 2.847
# 27 Kas 2007 16:56:55
Bir sevgiyi başlatan neydi yalnız atan bir yürekte.. Neydi, sakin bir çayken deli bozuk ırmağa çeviren? Yükseklerinde özlemin ; eriyen arzular mıydı ,magmada biriken kızgın lavlardan mıydı yoksa hepsinin nedeni... Neydi ? Kim cevap verebilir ki bu basit soruya. Belkilerle başlayan cevapların ardılı yine soru işareti değil mi..
Ve neden düşünün, neden birden değişiverir insan başka bir yalnızlıkla ısındığında, rüzgarın alıcılığında kaybolan düşleri..
     Sevmek; ne güç şey oysa ölesiye değil ama öylesine sevmek.. Sadece insan olduğu için birini sevmek sıfatsız, çünküsüz, eğersiz . Belki insanların, duyguyu yok olan dinozorlar gibi görmeye başladığı günümüzde yok bu saydıklarım; hepimiz birilerini bir şeylerden dolayı sevmedeyiz kim bilir ama hala ismi yoksa o bir şeylerin umut var sayılmaz mı bizler için..
   Kaçımızın içi yanmıyor, yüreğinde fırtınalar kopmuyor bir sevda sahnesine beyaz perdenin önünde şahit olurken ve ah keşke dökülmüyor dudaklarından özlemle .. Hepimiz aslında gerçek sevgiye sevdalı değil miyiz ve tüm sevdalarda ki gibi çekingen ..
Bir başka birinin gözlerinin içindeki ışıkla yeniden yaratılmayı düşlediniz mi hiç , un ufak olmuş hayallerinizi uzak bir buluta teslim edip yenilerini alabilir misiniz taksitle (mobilya, beyaz eşya kampanyaları gibi) alsanız bile taksitlendirilmiş, yarını ipotekli düşlenize yeni kılıflar aramak çok çok uzun sürmez mi ?Siz eskimesinler diye uğraşırken, yaşlanan gün gibi geceye dönmez mi taksitlendirilmiş hayalleriniz.
Yaşamaya çalışırken yaşam çalmıyor mu bizlerden yaşamlarımızı ve sevmek ne zor şey değil mi ya da ne kadar da kolay...
Ufkun karanlığına tutunan yıldızlar gibi sevebilmek birilerini (ne komik düşünün; gece, güzel olmazdı saçlarına takılmasa yıldızlar ve yıldızlar parlayamazdı gecenin kara saçlarına toka olmasalar.. Gece ve yıldız olmak zor mu biz insanların birbirini sevmesi kadar)
 Neden yaşamaya çalışırken unutuyoruz beslemeyi yüreklerimizi o yürekler ki yumruğumuz kadar neden düşünün bir saniye düşünün ego bahçelerimizde açan narsit çiçekleri sevdiğimiz kadar sevmiyoruz aslında kendiliğimizi .. Unuttuk mu yoksa gülümsemek gibi kulak vermeyi sesimize renk veren kalplerimizi dinlemeyi ..
Bunca kirliyken dünya, yakınırken kirli sokaklarından mahallelerimizin; içimizde kirlenenleri görmemizi engelleyen hangi oyunun ebeliği oysa oyun oynamayalı ne çok oldu değil mi?
Sadece bir düşünün bu sabah kendinizi daha iyi hissetmek için duş almaktan, tıraş olmaktan, hoş bir esans sürmekten ,makyaj yapmaktan başka ne yaptınız ????????? Aynaya baktığınızda nereden tanıdığınızı hatırlamağınız yüz hangi kumpanyanın küflü sandığından gelip yerleşti insan sıfatınıza ? fırlatıp atın artık biriktirdiğiniz asla siz olmamış maskeleri ve şimdi tekrar bakın o sırlı cama inananın çok daha iyi hissedeceksiniz kendinizi; bir zaman en sevdiğiniz oyunu oynarken taşıdığınız minik yüreğinizde ki mutluluk gibi... Ve son bir şey daha eğer; sevdiğinizi düşündüğünüz bir insan varsa hayatlarınızda bir kez deneyin ölesiye değil ama öylesine de olsa yüreğinizden söyleyin sevginizi ama bahçesinde oyun oynayan hatıranızda ki çocuk gibi..

Çevrimdışı ezoss

  • Uzman Üye
  • *****
  • 427
  • 307
  • 427
  • 307
# 04 Ara 2007 21:37:57
Aşktan Asi Umuttan Çıplak

Güneş kaldırımdaki su birikintilerinde ışıldıyor, erik ağacının pembe çiçekleri sokağa eflatun bir koku yayıyordu. Taner Kardelen’in yeşil gözleri tıpkı bir ırmak gibiydi. İçini ise tüm bu masalımsı yürüyüşün tersine yenilmiş bir umut kaplamıştı. Uzağa gitmek istiyordu, artık tek yapmak istediği buydu. Epeydir düşündüğü Moskova’da bir inşaat şirketindeki formenlik işini kabul etmeye karar verdi. Oldum olası içine kapanık ve hep bir arayıştaydı, çoğu insana anlamsız gelen bir sürü hayalini burada gerçekleştirememenin yenilgisi onu her şeyden uzaklaştırmaya başlamıştı. İçinde sebebi belirsiz bir çağrıyı hissetti. Yeşil gözleri erik ağacının pembe çiçekleri gibi ışıldadı. Gideceği yerde bambaşka yüzler diller ve kültürler olduğunu ve tüm bunların hayatına bir anlam katacağı düşüncesi ruhunu kırbaçlamaya çoktan başlamıştı bile…

Asıl amacı uzaklaşmak olan bir insanın aceleciliğiyle işin şartlarını hiç düşünmeden kabul etti. Uçak yolculuğu şantiyeye yerleşme ve işin yoruculuğunun onun için çok fazla bir anlamı yoktu. İş arkadaşlarıyla paylaşacağı çok fazlaca bir şeyi de yoktu, o yüzden iş dışındaki zamanlarını çoğunlukla okumakla geçiriyor bazen de Moskova’nın sessiz sokaklarında uzun yürüyüşler yapıyordu. Okuduğu kitaplarda anlatılan hayatı düşlemenin ütopyalarında içine kapanık sessiz ve sakindi. Ta ki o büyük parkta ona rastlayıncaya dek.

İşte o pazar rüzgârın Rusya’nın uzak steplerinden getirdiği serin bir yaz günü yine olağan yürüyüşlerini yapmaktaydı. Işıltılı ve serin havanın içini doldurduğunu hissediyordu. Gorki parkında asırlık bir çınar ağacının altındaki bankta oturmuş Moskova’nın saat kulelerine bakmaktaydı. O güzel keman ezgisini duyumsayana kadar akreple yelkovanın sonsuz kovalamacasını düşündü. Sonra sesin geldiği yöne doğru yürüdü.

Yüzünde durgun göl yalnızlığı, uzun saçları başak sarısı eylülü anımsatan, boynuna dayadığı kemanıyla gözlerindeki maviliğin ezgilerini çalan işte oydu. Bin yıldır aradığını bulmuş gibi içindeki ateşin birden bire karşısında yandığını hissetti. Kemancı kadın gidene kadar orada kaldı, hatta herkes gittiği halde o hâla oradaydı. Zaman sonra içini dolduran o büyük sevinçten kurtulup kendine geldi, onu bir daha nasıl göreceğini bilememenin acısını duyumsadı. Tüm hafta içini onu nasıl görebileceğinin hesapları kaplamıştı. Kendine kızıyor aptallığına beceriksizliğine isyan ediyordu. Hafta sonu tekrar aynı yere gitmeyi düşününceye dek aklında hep aynı soruyla geçti zaman. Büyük bir şey keşfetmişçesine mutluydu bu kararından dolayı. Çünkü aşk insan için büyük bir keşifti, çünkü ömür insanın diğer yarısını aramasıyla geçerdi.

Erkenden geldiği park artık ona çok tanıdık kendini huzur içinde hissettiği bir yer olmuştu, onu tekrar görmenin sıcaklığı içini öylesine diri tutuyordu ki gözleri ışıldıyordu. Kemancı kız geldi çaldı ve gitti. Taner onu hayranlıkla dinliyor kemanın ezgilerinde hayallerine yolculuklar yapıyordu. O iki ay hep böyle geçti. Kadının yüzü Taner’in aklından hiç çıkmayacak bir fotoğraftı artık, bazen bu fotoğraf bilincinde canlanıyor ona Akdeniz sıcaklığıyla gülümsüyordu. Onu tanımak için ne yapması gerektiğini düşünüyor okuduğu kitaplarda hep kendine yol gösterecek bir cümle arıyordu. Artık her şeyi seviyordu, gözlerindeki ışıltılar yüzüne tatlı bir iklim gibi yayılıyor, gülümsüyordu. Cesaretin kamçısını ruhunda hissediyor onunla iki çift sözcüğü paylaşmanın dayanılmaz mutluluğunu yaşamak için Rusça çalışıyor şantiyedeki Rus işçilerle sıkı fıkı dost oluyordu. Kısa zamanda Rusçayı öğrendi, sanki içinde ikinci bir hayatı hissediyordu.

Bir Rus arkadaşıyla pazar günü Gorki parkına gittiler, hava soğuk ama güneşliydi. Bu Rusya’ya özgü sıkça rastlanılan bir durumdu. İki arkadaş deri montlarının içerisinde solgun yaprakların etrafa yaydığı hüzünle beklediler. Taner kardelen kemancının yolunu gözlüyor Rus arkadaşı votka içiyordu. Kimse gelmedi. İki arkadaş bir bara gidip kafayı çektiler. Rus Taner’e “yavaş iç gece buralarda uzundur” diyordu. Gerçektende Rusya’da kederli adamlar için geceler çok uzun sürerdi.
Ondan sonraki pazarda kemancı gelmedi, bir sonraki Pazar da. Bu durum Taner’i deli ediyor aklındaki kadının hayaliyle çıldırıyordu. Ama umut öyle bir şeydi ki insanın ruhunu kırbaçlamaya başladığında gerçek hükmünü yitiriyor her şey bir fırtınada batan gemi gibi alabora oluyordu…

İlk kar yağdığında caddelerde ayak izlerini peşinde bırakarak amaçsızca yürüdü, Rusya kar altında tıpkı bir masal ülkesini andırıyordu. Üşüdü bir bara girip içini ısıtacak birkaç kadeh içki içmek geçti aklından. İleride mavi tabelası eski ahşap kapısıyla bir kafeterya gördü. İçeri girdi. Sessiz ve sakin bir salonda içkilerini içen çiftler birbirlerine sokulmuş sessizliğin diliyle konuşuyorlardı. Garsona işaret etti votkası geldi. Duvardaki tablolarda durgun ama derin bir huzur vardı. Güzel yer diye geçirdi aklından. Yaşlı bir adam gelip piyano çaldı, ama sessizlik yine bozulmadı. Sonra içerdeki salondan kendine doğru gelen keman sesi duydu, ses yaklaştıkça içindeki ateşte çoğalıyordu. Kemancı kız oracıkta karşısında belirmişti. Hayata milyon kere teşekkür etmek geçti içinden, gözleri denizine kavuşmuş bir ırmak gibi sevinçle ışıldadı salondaki lambanın ışığında.

Kemancı kız kırmızı askılı elbise giyinmiş beyaz bir inci gibi dinleyicilerine gülümsüyordu. Arkadan toplanmış saçları yüzüne derin bir anlam katmaktaydı. Öyle güzeldi ki sanki bir gülümseme bir gölün üzerine yayılmış ve öylece orada dona kalmıştı. Huzur veriyordu etrafına. Taner’e de gülümsedi. İçini kaplayan huzur ona tüm yaşamını unutturmuştu; şantiyeyi hatta ülkesini bile unutturmuştu. Sadece onu düşünüyordu. O kış böyle geçti. Artık her pazar gelip içkisini içiyor keman dinliyordu. İnsan için aşk bir nevi huzurdu onun dışındaki her şey sadece ayrıntıydı.

Bir gün kemancı kız Taner’in masasına geldi. Suskun yüzüyle ona çok şey söyler gibi baktı. Sanki her şeyi merak ediyor gibiydi. Çekingen adamı bu durum allak bullak etmiş tüm sözcüklerini o an unutmuştu. Kemancı kız ona gülümseyince ise titremesi artmış vücudu hepten çığırından çıkmıştı. Mavi gözlerindeki durgunlukla “kaç zaman oldu gölge gibisiniz artık benim için, bana söyleyecek bir nedeniniz olmalı” Hâlbuki Taner söyleyecek hiç bir şeyi o an anımsayacak durumda değildi. Aklı sanki o an onunla değildi. ”adınız nedir” dedi. Neden böyle söylediğini bile bilemeden. Kemancı sanki çok şeye cevap verir gibi “Nana” dedi. Adamın halini kim görse çöl de bir mecnun olduğunu anlardı, kadın onun bu haline gururla gülümsedi. Bu sevginin çağrısıydı.

Zamanla Nana ve Taner iyice yakınlaştılar, artık birbirleriyle birlikte Moskova’nın bulvarlarında geziyor, akşam karanlığında bu kuzey ülkesinden Türkiye’nin Akdeniz’in üzerindeki yıldızlara bakıyorlardı.
Bir gün Gorki parkından Lenin heykeline doğru yürürlerken Nana yolda ölü bir kuş gördü, bulvardaki iğne yapraklı ağaçların durgun yeşili içini kapladı, mavi gözleri yüzüne düştü, sesi yitti. Taner’in sıcak saçağına sokuldu usulca. Küçük parmaklarını onun parmaklarının arasına geçirdi, o an elleri değil tüm ruhları birlikteydi. Yerdeki ölü kuş sanki o an canlanmış güneşli pırıl pırıl bir Moskova sabahında Taner’in, Nana’nın ve o tunç heykelin yüzünde özgür bir aşka uçuyordu.
Başka bir gün sekiz martta yine Gorki parkında buluştular. Hava soğuk ama güneşliydi. Ağaçların çıplak dalları üşümüş gibi bakıyordu insana. Taner Nana’ya bir demet karanfil verdi. Küçük çiçekleri kırmızı kırmızı karanfiller bir şiir ırmağı gibi aktı kadının deniz gözlerine. Sımsıkı birbirlerine sarıldılar. Moskova’nın saat kulelerinde çan 13 kez çaldı. Taner’in sıcacık soluğu Nana’nın ağzının uçurumuna düşüyordu. Uzun uzun öpüştüler. O akşam Rusya’da değil dünyanın her yerinde gece çok uzun sürdü. Dolunayın ışığı pencereden içeriye vuruyor, iki çıplak bedeni aydınlatıyordu. Aşk kovaladığı mavi yeleli o atın nal seslerini Nana’nın yüzüne düşürüyordu. O sabah önce Taner uyandı, kadının yüzündeki durgunluğa baktı uzun uzun o yüze serçe parmağıyla nisan yağmurunu çizmeyi düşledi… Dışarıda elif elif bir yel esiyordu. Sonra Nana da uyandı. Birbirlerinin yüzlerine dokundular, iki insanın yaptığı resimde yüzlerinin tuvaline mutluluğu çizdiler.

2

Bir tarafımız hep yalnızdı, ama asla kimsesiz değil. Belki de bu yaşamımızın sonuna dek böyle sürecekti, onu arayacaktık. Hayat yolu bize yeni yeni onları tanıta tanıta tükenecekti. Yalnızlıktan kurtulduğumuz an belki artık yaşamak için sebepsiz kalacaktık. Bu yaprağın sararması, narın çatlaması, tipinin yollarımızı kesmesi değildi bu demirimizi aşkla çürüten nemdi.

Bazen hikâyelerin sonu olmaz, onlar tıpkı gökyüzünün sonsuzluğunda kaybolan yıldızlar gibi hep içimizde yaşarlar. Çünkü aşk kadar asi; umut kadar çıplaktırlar…

Çevrimdışı ezoss

  • Uzman Üye
  • *****
  • 427
  • 307
  • 427
  • 307
# 09 Ara 2007 12:53:38
Yoksul Çiftçi

Iskoçya’da yoksul mu yoksul bir çift yasardi.Fleming’di adi. Günlerden bir gün tarlada çalisirken bir çiglik duydu. Hemen sesin geldigi yere kostu. Bir de bakti ki beline kadar Batakliga batmis bir çocuk, kurtulmak için çirpinip duruyor. Çocukcagiz bir yandan da avazi çiktigi kadar bagiriyordu. Çiftçi çocugu batakliktan çikardi ve acili bir ölümden kurtardi. Ertesi gün Fleming’in evinin önüne gelen gösterisli arabadan sik giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardigiçocugun babasi olarak tanitti kendini.“Oglumu kurtardiniz, size bunun karsiligini vermek istiyorum” dedi. Yoksul ve onurlu Fleming ;“Kabul edemem!” diyerek ödülü geri çevirdi. Tam bu sirada kapidan çiftçinin küçük oglu göründü. “Bu senin oglun mu?” diye sordu aristokrat. Çiftçi gururla “Evet!” dedi. Aristokrat devam etti; “Gel seninle bir anlasma yapalim. Oglunu bana ver iyi bir egitim almasini saglayayim. Eger karakteri babasina benziyorsa ilerde gurur duyacagin bir kisi olur.” Bu konusmalar sonunda Fleming’in oglu aristokratin desteginde egitim gördü. Aradan yillar geçti. Çiftçi Fleming’in oglu Londra’daki St. Mary’s Hospital Tip Fakültesi’nden mezun oldu ve tüm dünyaya adini penisilini bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu. Bir süre sonra ristokratin oglu zatürreeye yakalandi. Onu ne mi kurtardi? Penisilin! Aristokratin adi : Lord Randolp Churchill’ di... Oglunun adi ise : Sir Winston Churchill. Kurtaran doktor : Çiftçinin oglu Sir Alexander Fleming.

Paraya gereksiniminiz yokmus gibi çalisin.

Hiç aci çekmemis gibi sevin. Hiçbir sey beklemeden verin.

Karsiligini mutlaka birgun alirsiniz...

Çevrimdışı ezoss

  • Uzman Üye
  • *****
  • 427
  • 307
  • 427
  • 307
# 09 Ara 2007 12:55:49
3 Heykel


İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı.

Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği; birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.

Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.

Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: "Doğum gününü  bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."

Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler.

Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarı fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi.  İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç,  hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.

Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce  heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.

Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.

İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.

Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı.

Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor,  oradan öteye gitmiyordu.

Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:

"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.

Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir.

En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.  Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim.“

Çevrimdışı karabulut33

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 190
  • 92
  • Müdür Yardımcısı
  • 190
  • 92
  • Müdür Yardımcısı
# 10 Ara 2007 17:24:49
çok güzel paylaşımlar, teşekkürler.

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 10 Ara 2007 17:49:25
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
3 Heykel


İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı.

Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği; birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.

Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.

Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: "Doğum gününü  bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."

Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler.

Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarı fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi.  İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç,  hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.

Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce  heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.

Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.

İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.

Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı.

Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor,  oradan öteye gitmiyordu.

Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:

"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.

Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir.

En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.  Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim.“


çok ders aldığım bir öyküydü öğretmenim. Teşekkürler.

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 10 Ara 2007 17:56:14
ÇALIKUŞU BİZ DEĞİLİZ DE KİMLER?..
      Normal eğitim zorunlu hale getiriliyor. Altyapısı yok, sınıfı yok, Araç-gereci yok, yok da yok…
         Bize de normal eğitime geçeceksiniz dendi o sene. Dört öğretmen, üç derslik. Derdimizi dedik, anlatamadık. İlla da normal öğretim cevabını aldık.
       Müdürümüz bana eski lojmanı gösterdi. “Bundan böyle senin sınıfın burası.” dedi.Yapılacak bir şey yoktu. Çünkü tüm itirazlara kulaklarını tıkayan “Dedidiğim dedik!” bir müdürlüğümüz vardı.
       Lojman ; hani şu kücücük, altmışlı yıllardan kalma, tavuk kümesi misali lojmanlardan. Eskimiş, yıkılmaya yüz tutmuş; yerler tahta, ısınma sobayla…Okulun hizmetlisi de yok ayrıca. Okula km.lerce yoldan gelip bir de soba yakma derdiyle uğraşıyordum acemi ellerimle. Ne kadar eski kitap, gazete, dergi varsa basıyordum sobaya…Duman alıp gidiyordu başını bizi zehirlemek istercesine. Daha ısınamadan camları, kapıları açıyorduk. Kışın ortasında, sabahın ayazında…
        Nihayet öğlene doğru binbir nazla odunlar tutuşmaya başlıyor ve öğrencilerimle ben titremekten kurtuluyorduk. Saatler sonra... Bu arada da ders yapmaya çalışıyorduk ayazla inatlaşırcasına…
        Tam ısınmaya ve derse konsantre olmaya başlıyorduk ki , bu defa öğrenciler sıraların üstlerinde çığlık çığlığa…Fareler kafasını ya da kuyruğunu gösteriyordu ordan burdan…Haydi bakalım hepimiz kapıya…
       Sözünü ettiğim olay Cumhuriyet öncesi yada Cumhuriyetin ilk yılları değil elbet. Birkaç yıl öncesi, yirmibirinci yüzyıl Türkiye’si…
       Başladık elbet milli eğitime dilekçe vermeye.” İlla da ikili öğretim olsun, derslik yok.” diye. Ama nafile. En idial öğretim şekli normal olanıydı tabiki. İkilisi de ne?
      Başımızın çaresine bakalım dedik. Araç-gereç odasını sınıf yaptık bu defa. Büyüklüğü mü? Çoğunuzun evlerindeki banyo ya da tuvaletlerin boyutunda. Sınıfta ne öğrenciler, ne de ben hareket edebiliyoruz. Tahtaaa…unutmamalıyım onu da. Okul müdürümüz sağolsun, duvarlarımız çok dar olduğu için normal boyutlardaki bir tahtanın dörtte birini kesip astı duvarımıza. Böylece kesirleri görüp yaşayarak öğrendi öğrencilerim.
        Isınma mı? O konuyu da atlamamalı elbet. Soba kuracak bir yer olmadığı için küçük bir elektrik sobasıyla hallettik onu da. Ne de olsa Türk öğretmeninde yaratıcılık bedava…
        Yine olmadı. Senenin yarısı geldi. Hala birinci sorunun cevabını sığdırmaya çalışıyorum minyatür tahtaya…(daha sonraki yazılarımda Tuğçe’’ciğime inat resimlerini de yayınlayacağım eşi benzeri çoook olan sınıfımın.)
         Dilekçe vermeye başladım yine. En sonunda benden bıkıp müfettiş gönderdiler sınıfıma. Müfettiş beyyy çok beğendi sınıfımı. “Aferin güzel olmuş. Böyle devam.UYGUNDUR.”dedi ve gitti.
        Yapılacak ne kalmıştı artık dersten başka? Senenin sonunda ancak birinci problemin cevabını sığdırabilmiştim tahtaya. Sile-yaza…
        Sonra bir gün ilçeye topladılar bizi. Aç susuz düştük yollara. Toplandığımız yer bir ilkokuldu ve sıraları sadece çocuklara uygundu. Saat onda başladı üç müfettiş birden konuşmaya. Biri bitiriyor, diğeri alıyordu lafı. Onda başlayan toplantı iki olmuş hala bitmiyordu. Küçük sırada rahat bir pozizyon bulamadan karşımızda çaylarını yudumlayıp bizlere verip veriştiren müfettişleri dinliyorduk.
      Efendiiiiim…Okula bir saat geç gidiyormuşuz. Bir saat soba yakmaya uğraşıyormuşuz. Bir saat de sınıf temizlemeyle geçiyormuş. Biz de öğretmenlik mi yapıyor muşuz?…Aslında doğru diyordu sayın müfettişlerimiz. Öğretmenlikten başka her şeyi yapıyorduk okulda. Artık toplantı acımasız ve dayanılmaz bir hal almıştı. Hem eziyet çekerek aç susuz karşılarında oturuyor, hem de hakarete uğruyorduk. Bize akıllı binalar yapıp “Bunlar yeni okullarınız, içinde her türlü imkan ve teknoloji var. Hizmetlisi, memuru da…dediler de biz mi istemedik? Güzel, insana yaraşır lojmanlar yaptılar da biz mi oturmadık? Çocuklarımız için kreş yaptılar da biz mi vermedik??? Allah Allahhh! Biz de ne kötü bir camiayız böyle? İyiden, güzelden, bize verilen hizmetten hiç anlamıyoruz. Çünkü kendimizi geliştiremiyor, bir türlü öğretmenliği bile kıvıramıyoruz…Utanmalıyız Vallaha…Ayıp, ayıp bu kadar hizmetten sonra…
        Müfettişler sözlerini bitirememişlerdi daha… Hala geç gittiğimizden sözediyorlardı. Efendiiim, benim tayinimi Altı saatimi yollarda geçirmek istediğimi söyleyip, ben mi istedim bu kadar uzağa yap diye? Beni oralara atayanlar bana uçuş dersleri vermeli o zaman. Karayoluyla yetişmek mümkün olmuyor da…
          Toplantı bittiğinde biz de bitmiştik aslında…Öyle verimli olmuş, öyle çok eksiğimizin olduğunu öğrenmiştik ki…Bize de çocuğunu emanet edende kabahat aslında….
                                                    Benusa

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 14 Ara 2007 04:43:10
Bir çok kişinin aşağıdaki yazıyı neden bu bölüme eklediğimi anlayamayacağını sanıyorum.
Gömme işleminin nereye yapılacağını DOĞRU olarak bilenler ne demek istediğimi anlayacaklardır :)

Balta girmemiş bir ormana düşmüş bir uçağı araştıran ekibin başında bulunuyorsunuz.
Araziyi bir süre taradıktan sonra uçağın düşerken meydana getirmiş olalbileceği derin izlere rastlıyorsunuz.
İzleri takip ederek arka tarafı kırık bir biçimde akarsuya batmış uçağı görüyorsunuz.
Görünürde hayat belirtisi yok.
Ölüleri taşıyamayacağınızın ve onları gömecek bir yer seçmenizin şart olduğunun farkına varıyorsunuz.
Kıyıdan uzak bir yere taşımak daha zor olacak çünkü arazi oldukça kayalık.
Öte yandan kıyının karşı tarafına geçmek de suyun derinliği ve akıntı yüzünden imkansız gibi görünüyor.
Kıyıya gömmekse göreli olarak daha kolay olacak çünkü zemin oldukça yumuşak.
Zeminin yumuşak olması zaman içinde ölülerin tekrar ortaya çıkmasına sebep olabilir.
Sağ kalanları kıyının ne tarafına gömersiniz?

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 14 Ara 2007 04:48:08
Aşağıdaki fotoğrafı neden bu bölüme koyduğumu ben de bilmiyorum.

Bana bu resmi gönderen kişi mesajına aşağıdaki notu eklemiş :

Başkalarına karşı iyi olunuz,

ÇÜNKÜ . . .

Zaman herşeyi değiştirebilir!  

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 15 Ara 2007 10:49:10
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Bir çok kişinin aşağıdaki yazıyı neden bu bölüme eklediğimi anlayamayacağını sanıyorum.
Gömme işleminin nereye yapılacağını DOĞRU olarak bilenler ne demek istediğimi anlayacaklardır :)

Balta girmemiş bir ormana düşmüş bir uçağı araştıran ekibin başında bulunuyorsunuz.
Araziyi bir süre taradıktan sonra uçağın düşerken meydana getirmiş olalbileceği derin izlere rastlıyorsunuz.
İzleri takip ederek arka tarafı kırık bir biçimde akarsuya batmış uçağı görüyorsunuz.
Görünürde hayat belirtisi yok.
Ölüleri taşıyamayacağınızın ve onları gömecek bir yer seçmenizin şart olduğunun farkına varıyorsunuz.
Kıyıdan uzak bir yere taşımak daha zor olacak çünkü arazi oldukça kayalık.
Öte yandan kıyının karşı tarafına geçmek de suyun derinliği ve akıntı yüzünden imkansız gibi görünüyor.
Kıyıya gömmekse göreli olarak daha kolay olacak çünkü zemin oldukça yumuşak.
Zeminin yumuşak olması zaman içinde ölülerin tekrar ortaya çıkmasına sebep olabilir.
Sağ kalanları kıyının ne tarafına gömersiniz?
gömme işlemi nereye yapılacak bilemedim turgutkuzan öğretmenim. Bilsem bile ekipte iş yok. İlla da kıyıya gömelim diyenler de çok...Bu nedenle de cesetler hep ortalıkta geziyor...Bizim şimdiden gömmeye başladığımız  SAĞLARIN DA ilerde de sonu bu olacak gibi görünüyor.

Çevrimdışı turgutkuzan

  • Uzman Üye
  • *****
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
  • 4.439
  • 3.070
  • Öğrenci Velisi
# 17 Ara 2007 23:37:19
Haklısınız benusa öğretmenim.
Yazıyı ilk okuduğumda bir çok kişi gibi ben de SAĞLARIN nereye gömülmesi gerektiğinin sorulduğuna dikkat etmemiştim.

Bu yazıyı dinlemeyi öğreten bir kitaptan alıntılamıştım.
Dinleme konusunda pek başarılı olmadığımı öğrendim. Şimdi biraz daha dikkatli olmaya çalışıyorum.

Kişilerin kendisinin ve muhatabanının ne söylediğine dikkat edilmesi gerektiği hususunun önemine işaret etmek için bu bölümde yayınlamayı uygun gördüm.

Yazdıklarınız çin bambu ağacının ne kadar geniş bir kavram olduğunu anlamama vesile oluyor.
Sizi dinlemeseydim çin bambu ağacının nasıl büyüdüğünü öğrenemezdim.

Bu vesile ile çin bambu ağacı başlığı için  bir kez daha teşekkür etmeyi uygun görüyorum.

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 22 Ara 2007 20:13:37
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Yazdıklarınız çin bambu ağacının ne kadar geniş bir kavram olduğunu anlamama vesile oluyor.
Sizi dinlemeseydim çin bambu ağacının nasıl büyüdüğünü öğrenemezdim.

Bu vesile ile çin bambu ağacı başlığı için  bir kez daha teşekkür etmeyi uygun görüyorum.

Ben teşekkür ederim turgutkuzan öğretmenim. Size ve çin bambuda emeği olan herkese. Ben de bu başlık altında hayata dair çok güzel şeyler öğrendim. Hepsi ibret alınası öykülerdi. Bütün emeği geçenlere sizin aracılığınızla bir kez daha teşekkür etmek isterim. Umarım susuz kalmaz. Bu arada  Tüm dostlara iyi bayramlar diliyorum.

Çevrimdışı mavado

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 93
  • 3
  • 93
  • 3
# 23 Ara 2007 16:04:20
Oldukça yaşlı bir adam ,kendisi gibi kamburalaşıp yere yanaşmış bir ağacın altında ağlıyordu. Biraz önce irikıyım bir genç yanına sokulmuş ve kendisinden içki parası istedikten sonra bir de tokat atmıştı. Yaşlı adamın yere yıkıldığını görenler, hemen yardımına koşup:

- Geçmiş olsun dede ,dediler. O serseri ne istedi ki senden?

Adamcağız bir şey olmamış gibi toparlanmaya çalışırken:

- Eski bir borcum vardı, onu istedi , dedi. Yapması gerekeni yaptı sadece...

Çevresindekiler, ihtiyar adamı yerden kaldırdıktan sonra eline bastonunu tutuşturup aceleyle işlerine koşuştular. Herkes ayrıldığında, hadiseyi başından beri görmüş olan bir delikanlı onun koluna girerek:

- Fazla hırpalandınız, dedi. Ağacın gölgesinde biraz oturalım mı?

Yaşlı adam yorgun bakışlarını yukarıya yöneltip :

-Benim bu ağacın altında dinlenmeye hakkım yok yavrum dedi. Ölünceye kadar da olmayacak.

Delikanlı, söylenenden bir şey anlamamıştı. Meraklı gözlerle kendisine bakarken, onun tekrar hıçkırıklara boğulduğunu farketti.

Yaşlı adam ,iniltiye benzeyen bir sesle:

- Elli yıl kadar önceydi,diye devam etti. Rahmetli babamı,sigara parası almak için bu ağacın altında azarlamıştım. Yani biraz önce evladımın beni dövdüğü yerde.

Delikanlı ne diyeceğini bilemedi ve şimdi biraz daha bitkin görünen ihtiyarın sakinleşmesini bekledikten sonra, onu arabayla evine bırakmayı teklif etti.

Adam, titrek adımlarla yoluna koyulurken:

- Evim oldukça uzaklarda yavrum. Ama ben yürüyerek gideceğim oraya. Babamın da onu azarladıktan sonra, üzüntüsünden yayan döndüğü gibi. Hem şehir dışındaki kabristana uğrayıp bir Yasin le öpeceğim ellerinden...
 :) 8) :)

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK