İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı eessrraa

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 5.908
  • 46.143
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 5.908
  • 46.143
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 06 Ara 2015 18:39:32
      Bir grup öğrenci, emekli hocalarını ziyarete gitmiş. İşlerinden ve sorunlarından söz etmişler. Hoca, iş yaşamında her biri önemli yerlere gelmiş önceki öğrencilerine, kahve ikram etmek üzere mutfağa gitmiş. Biraz sonra değişik boy, renk ve kalitede birçok fincanın bulunduğu bir tepsiyle geri dönmüş.
Kimi porselen, kimi seramik, kimi cam, kimi plastik olan fincanları ve kahve termosunu masaya koyup, kahvelerini oradan almalarını söylemiş.
Tüm  öğrenciler, kahvelerini alıp koltuklarına döndüğünde, hocaları onlara şunu söylemiş:
- Farkına vardınız mı bilmem. Zarif görünümlü, güzel, pahalı fincanların hepsi alındı, masada yalnızca ucuz ve basit görünümlü fincanlar kaldı. Elbette ki kendiniz için en güzelini istemek ve onu almak çok normal ama işte bu demin bahsettiğiniz problemlerinizin ve stresin nedeni. Hepinizin istediği fincan değil, kahve iken, bilinçli olarak her biriniz birbirinizin aldığı fincanları gözleyerek, daha iyi olan fincanları almaya uğraştınız.
      Yaşam kahveyse; iş, para ve mevki fincandır. Bunlar yalnızca yaşamı tutmaya yarayan araçlardır ama yaşamın kalitesi bunlara göre değişmez. Bazen yalnızca fincana odaklanarak, içindeki kahvenin zevkini çıkarmayı unutabiliyoruz.....

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.217
  • 28.776
  • 227.217
# 06 Ara 2015 22:04:09
Ashab-ı Kiram’dan Ebu Hüreyre r.a. anlatıyor:
Bir gün pek aç olduğumdan, sahabenin geçmekte olduğu bir yola oturdum.
…
Ebu Bekir geldi. Ona Allah’ın kitabından bir ayet sordum.
Maksadım (yemek için) beni alıp götürmesi idi. Ama olmadı.
Biraz sonra Ömer geçti; ona da Allah’ın kitabından bir ayet sordum.
Yine amacım beni alıp götürmesi idi. Ama yapmadı.
Biraz sonra Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem oradan geçti.
Halimi anladı ve:
– Ebu Hüreyre, beni takip et, dedi.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in peşine takılıp gittim.
İçeride bir kapta süt gördüm. Bir yerden hediye gelmişti.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bana:
– Suffa ehline git, onları yanıma çağır, dedi.
Ehl-i Suffa, müslümanların misafiriydiler. Aileleri ve malları yoktu.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bir hediye gelince bir kısmını onlara verirdi.
Ben ise o sütü kendim içmek ümidindeydim.
Suffa ehline giden elçi benim; onlar gelince sütü onlara dağıtacak olan ben olacağım, bana bir şey kalmayacak diye üzüldüm.
Ama Allah ve Rasulü’nün emrine itaat gerektiğinden, çıkıp onların yanına gittim, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’ın evine davet ettim.
Onlar da geldiler, izinle içeri girip oturdular.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in emriyle kâseyi aldım, sütü dağıtmaya başladım.
Gelenler sırasıyla bardağı alıyor, doyasıya içtikten sonra geri veriyordu.
En sonunda Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e verdim, bardağı eline aldı.
İçinde biraz süt kalmıştı.
Sonra bana baktı ve gülümsedi:
– Ey Ebu Hirr ! İkimiz kaldık, dedi.
– Doğru söyledin ya Rasulallah (sallallahu aleyhi ve sellem) dedim.
– Otur sen de iç, dedi.
Oturdum, içtim.
Sonra bana:
– İç , dedi.
Ben yine içtim.
İç dedi, yine içtim.
O içmemi söyledikçe ben de içmeye devam ediyordum.
Nihayetinde dedim ki:
– Ey Allah’ın Rasulü , artık içmeye imkan yok.
Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, bende süte yer kalmadı!
– Öyleyse kâseyi bana ver, dedi.
Ben de süt kâsesini ona verdim.
İçinde kalan sütü kendisi içti.
Kaynak; Müsnedü’l – İmam Ahmed İbn Hanbel ( Beyrut – 1997 ), 16 / 397 – 99, Hd . 10679; İbn Kesîr: el-Bidaye ve’n – Nihaye, 6 / 479 – 80.

Çevrimdışı sarnıç

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 8.385
  • 127.440
  • 8.385
  • 127.440
# 07 Ara 2015 09:57:14
Önemsiz mi?

Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?
Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı.. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü ikna etmeye çalıştı. Anlaşılan çare yoktu.. Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.
Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."
"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..."
Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?"
Rektörün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya, Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.
Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.217
  • 28.776
  • 227.217
# 07 Ara 2015 18:57:02
(Bir öğretmen arkadaşımızın paylaşımı...)
Adı ibrahim Yüzde doksan görme engelli, bu sene ilk defa dersine giriyorum. Bazı arkadaşlarım hocam fazla yorma kendini göremediği için anlamıyor, eee sende zaten ingilizce dersin hic anlamaz dediler. Çok üzüldüm. Her Ders ne yazdıysam ona da minik kâğıtlara yazıp verdim, yüzde onluk ışığıyla geçirdi onları defterine. Her Ders Onun anlayacağı gibi anlattım dersi, ve diğerleriyle aynı yazılıyı büyük harflerle hazırlayıp yaptım ona. Ve ibrahim 90 aldı, eksiği kadar not aldı. Simdi parmak kaldırdığı basarılı olduğu bi Ders var ve ben o dersin öğretmeniyim...
Şırnak / Yenişehir ortaokulu

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.217
  • 28.776
  • 227.217
# 08 Ara 2015 17:06:13
............BİLAL ile RABİA..........

Bilal 25 yaşında yakışıklı bir gençti... Adını dedesi koymuştu, Bilal-i Habeşi gibi olsun diye.. Evet sesi Hz. Bilal gibi güzeldi, fakat sesini helal olmayan yerlerde kullanıyordu Bilal.. Konservatuar öğrencisiydi.. Tek hayali büyük bir şarkıcı, popstar olmaktı.. Öyle güzel sesi vardı ki, şarkı söylemeye başlayınca bütün üniversite başına toplanır Onu dinlerdi..
Okulda neredeyse çıkmadığı kız kalmamıştı.. Herkes Onun karizmasına hastaydı.. Böylesine gözde olmak Bilal'in hoşuna gidiyordu..
Birgün okulun bahçesinde arkadaşları ile oturuyordu.. Yanlarından baştan başa edep timsali bir kız geçiyordu.. Şöyle bir konuşma geçti ;
-Ahh ulan ah! Şu kızı bir tavlayamadık,.
-ne inatçı bir kız..
-inatçı olduğu kadar da güzel..
Bilal hem konuşulanları dinliyor, hemde daha önce görmediği bu kızı süzüyordu.. Üzerinde ayağına kadar inen bir pardesü, omuzlarına düşmüş başörtüsü ve edebi ile yürüyordu başı önünde.. Bilal atıldı ortaya ;
-Hadi iddiaya girelim, ben bu kızı tavlarım,.
-yapamazsın heveslenme..
-Hiç kimseyle konuşmaz O..
-Olsun ben tavlarım diyorsam tavlarım..
Ertesi gün Bilal, adını bile bilmediği kızı takip ediyordu.. Onu tek başına otururken yakalayınca hemen yanına gitti..
-Af edersiniz, biraz konuşabilir miyiz?
-sizinle konuşmam uygun değil, diyerek kalktı yerinden kız..
Bunu birkaç kere denedi olmadı.. Artık arkadaşları Bilal ile dalga geçmeye başlamışlardı..Kafaya koymuştu Bilal, arkadaşlarına rezil olmamak için herşey yapardı.. Başarılı olamayınca arkadaşlarına "Ben kızı tavladım, utanıyor.. Gizli kalsın istiyor" falan gibi yalanlar söylemişti.. Ama inanmadilar, kanıt istediler.. Bilal'in aklına harika bir fikir gelmişti..
Ertesi gün kızı yine tek başına otururken yakaladı, ve konuşmak istediğini söyledi.. Kız kalkıp gidecekken "Ben NAMAZ kılmak istiyorum, bana öğretir misin" dedi.. Kız durakladı.. Bilal'e döndü "Hiç erkek arkadaşınız yok mu namaz kılan.. Ben yardımcı olamam kusura bakmayın.. Bir imamın yanına gidin".. Yine gitmeye hazırlanırken Bilal "ALLAH RIZASI için" dedi.. Kız artık adım atamazdı.. Çünkü Rıza denmişti.. Bilal bir çay bahçesinde oturup konuşmayı teklif etti.. Mecburen kabul etti kız.. Oturdular.. Önce adını sordu.. Adı Rabia'ydı.. Ne de güzel ismi vardı.. Ama hiç Yüzüne bakmıyordu.. Bilal bu durumdan rahatsız oluyordu.. Onlarca kız kendinin peşinde koşarken bu kıza ne oluyordu da yüzüne bile bakmıyordu.. Rabia sanki bir alim gibi Bilal'e namazı anlatıyordu.. Oysa Bilal'in kafası başka yerlerdeydi.. Tuzaklar kuruyordu.. O sırada sıcak çayı eline dökmüş gibi yaptı ve can havli ile (sözde) yanan elini sallamaya başladı.. Panik olmuştu Rabia.. Onun bu halini görünce farkına bile varmadan "birşey oldu mu" diyerek elini tuttu.. Tam o sırada ağaçların ardında gizlice bir poz patladı..
Ve ertesi gün.. Bilal ve arkadaşları oturmuş kahkaha ile gülüyorlardı.. Arkadaşları "Helal olsun sana, nasıl da ayarlamış kızı.. Biz de kızı namuslu birşey sanırdık,. El ele göz göze" diyerek hayretler içinde resme bakıyorlardı...Kısa sürede tüm okul duymuştu bunu.. Okulun en dürüst bilinen kızı, bir erkekle çay bahçesinde el ele, göz göze yakalanmıştı...
Ve Rabia.. Söylentileri duyunca beyninden aşağı kaynar sular dökülmüştü.. Herkes kendisi ile dalga geçiyordu.. Nasıl olmuştu bu.. Nasıl da inanmıştı.. Bilal'i buldu hemen, yanına gitti.. Bu defa gözünün içine bakıyordu Bilal'in.. Hem de ne bakış.. Bilal erimişti bu bakışlar karşısında.. Konuşmuyordu Rabia.. Ama bakışları feryad ediyordu.. Konuşmadan ayrıldı oradan...
Bir gün.. İki gün.. Üç gün derken tam bir hafta olmuştu Rabia okula gelmiyordu.. Bilal'in gözü her yerde Onu arıyordu.. Çünkü o bakışı hiç unutamıyor, rüyalarına giriyordu.. Bulmalıydı Rabia'yı.. Özür dilemeliydi.. Çünkü AŞIK olmuştu..
Uzun uğraşlar sonucu buldu Rabia'yı... Evinin kapısını çaldı.. Rabia karşısında Bilal'i görünce ne yapacağını şaşırmıştı.. BUYRUN dedi başını eğdi.. Bilal hiç lafı dolandırmadan
"Benimle evlenir misin Rabia" dedi..
"Bu kez ne tuzaklar kuruyorsun" diyerek kapıyı suratına kapatmıştı Bilal'in...
Vakit ikindi vaktiydi.. Rabia namaz kılmak için ezanı bekliyordu.. Ve bir ses yükseldi ilerdeki minareden.. Bu nasıl bir sesti böyle.. Öyle içten öyle güzel okuyordu ki insanı mest ediyordu.. Sanki Bilal-i Habeşi'yi dinliyordu Rabia... Ezan bitmişti.. Ama doymamıştı Rabia.. Tekrar tekrar dinlemek istiyordu ezanı.. Sonra minareden bir ses geldi.. Bilal'di bu.. Şöyle diyordu..
"Rabia! Her şer'de bir hayır var derler.. Bunlar olmasaydı ben Namaz'a başlamış olmayacaktım.. Senin o bakışın beni doğru yola iletti.. Ne olur Mirac'ta hediye edilen namaz hürmetine affet beni.. Okunan ezanlar hürmetine affet beni.. "
Gözyaşları içinde camiye koştu Rabia.. Birkaç kişi vardı zaten cemaat olarak Bilal de içlerindeydi...Bitirmelerini bekledi.. Namaz bitmiş herkes dağılmıştı.. En son Bilal çıktı kapıdan.. Rabia koştu yanına.. "Keşke bütün herkese duyurmasaydın bütün bunları".. "Özür dilerim, arkadaşlarla iddiaya girmiştik.. Ahmaklık ettim" dedi Bilal..
Rabia: "Hayır onu demiyorum.. Minarede söylediklerin"..
Bilal hiçbir şey anlamıyordu.. "Ben ezan okudum, bunda ne var ki"..
Şaşkınlık sırası Rabia'daydı.. Yoksa hayal veya rüya mıydı duydukları..
"Ne söyledim ki Rabia" diye sordu Bilal, duyduğu herşeyi anlattı...
Bilal şaşkınlık üzerine şaşkınlık yaşıyordu.. Rabia'nın söylediği herşey ezandan sonra ellerini açıp minarede yüreğinden ettiği dualardı.. Nasıl duymuştu bunu Rabia.. Elbette ki Alemlerin Rabbi olan ALLAH duyurmuştu.. "Hamd olsun Alemlerin Rabbi'ne" dedi.. Ve olanları Rabia'ya da anlattı.. Artık ikisi de biliyordu ki ALLAH onları birbirine yazmıştı...
Bilal tekrar sordu "Rabia herşeyi unutup benim helalim olur musun" dedi...
Rabia gülerek "Akşam bize gel babam versin cevabını" diyerek oradan uzaklaştı....♥
Hafız Yunus 47~01

Çevrimdışı ogrtmn35

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 17.429
  • 177.416
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 17.429
  • 177.416
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 08 Ara 2015 22:50:06
    Adam akşamleyin iş çıkışı eve geldiğinde evin bahçesinin karmakarışık olduğunu görmüş.
    3 çocuk da bahçede çamurlar içinde oynuyormuş.Boş yemek kutuları ve içecekler etrafa saçılmış.Karısının arabası garaj kapısının önünde, bir kapısı açık ve yamuk halde park eder durumdaymış.
Evin içine girdiğinde durum daha vahim şekle dönüşmüş.Girişteki halının bir kenarı kıvrılmış, havaya kalkmış ve abajur sehpanın üzerine devrilmiş.Salondaki televizyonun sesi sonuna kadar açık halde çizgi film kanalındaymış, televizyonun üzerine bırakılan yarısı içilmiş meyve suyu ha döküldü ha dökülecek vaziyetteymiş.
     Oturma odasında yerler oyuncaklar ve çocuk elbiseleriyle kaplıymış.Mutfağa girdiğinde lavabonun sabah kahvaltısı bulaşıklarıyla dolu olduğunu görmüş.Ayrıca kırılmış bir bardağın parçaları masanın altında duruyormuş
     Üst rafa yöneldiğinde merdivenlerdeki elbiseleri fark etmiş. Telaşla karısının başına kötü bir şey gelmiş olabileceğini ya da hastalandığını düşünerek hızla koşmaya başlamış.
Misafir odasına girdiğinde karısını uzanmış halde kitap okurken bulmuş.Karısı kocasını görünce okuduğu kitaptan başını kaldırmış, hafifçe gülümsemiş ve gününün nasıl geçtiğini sormuş.
Adam cevaplamış:"Her zaman ki gibi! "
Ardından şaşkınlıkla sormuş:"Ne oldu bugün böyle?"
Karısı tekrar gülümseyerek;
-"Sen her gün eve geldiğinde bütün gün ne yaptın ki demez miydin.."
+"Evet"
-"Güzel... Bugün, her gün yaptıklarımı yapmadım sadece o kadar..." ;D

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.217
  • 28.776
  • 227.217
# 09 Ara 2015 17:48:25
Yaşanmış bir olay bu anlatacağım;

Adamın birisinin oğlu hastalanır, tahliller vs yapılır ve teşhis konur; Kanser!

Adam perişan olur, can tanesi elinden uçup gidecek..

Dindar bir adamdır da..

Duaya sarılır; O Kudrete sığınır..

Bir cuma günü, mescide gider ve cuma çıkana dek, akşam ezanına kadar sürekli dua eder gözyaşlarıyla..Hani hadis var ya, "cuma günü duaların kesin kabul edildiği bir vakit var" diye..

"Allahım oğluma şifa ver! Can tanemi bana bağışla"

Aynı zamanda tüm tanıdıklarından da dua ister..

Mescitten çıkınca bir de bakar ki orada bir kadın çöpleri karıştırmakta, bir şeyler alıp torbasına koymaktadır..

Yaklaşır ve ne yaptığını sorar, kadın;

"Evde 3 yetim bakıyorum, çok fakiriz..Onları doyurmak için.." der..

Adam, "hayır" der, "bırak onları gel benimle.."

Bir kasaba götürür önce ve der ki;

"Her ay bu kadın sana gelecek, aylık et ihtiyacını göreceksin benim hesabıma" Sonra manav, bakkal, giyim eşyası vs. hep aynı diyaloglar tekrarlanır..

Sonra o kadını izzetle evine uğurlar adam..

Bir hafta sonra çocuğunu alır, götürür rutin muayenesine..

Doktorlar hayret ve dehşettedirler!

Çocuk tertemizdir! hastalıktan eser kalmadığı tahlillerde görülür..

Olay aynen Mısır'da yaşanmıştır, yakın zamanda..

SubhanAllah..

İki hadis tecelli ediyor burda;

"Cumadaki icabet vakti"

Ve ; "Hastalarınızı sadaka ile tedavi ediniz"

Sadaqa ya Resulallah!

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.217
  • 28.776
  • 227.217
# 10 Ara 2015 17:55:07
Eski çiftlik evini restore etmek için tuttuğum marangoz, işteki ilk gününü zorlukla tamamlamıştı. Arabasının patlayan lastiği onun ise bir saat geç gelmesine neden olmuş,

elektrikli testeresi iflas etmiş ve şimdi de eski püskü pikabı çalışmayı reddetmişti.
Onu evine götürürken yanımda adeta bir taş gibi oturuyordu. Evine ulaştığımızda beni, ailesiyle tanışmam için davet etti.

Eve doğru yürürken küçük bir ağacın önünde kısa bir süre durdu, dalların uçlarına her iki eliyle dokundu. Kapı açıldığında; adam şaşırtıcı bir şekilde değişti. Yanık yüzü tebessümle kaplandı, iki küçük çocuğunu kucakladı ve eşine kocaman bir öpücük verdi. Daha sonra beni arabaya yolcu etmeye geldiğinde; ağacın yanından geçerken merakım daha da arttı ve ona eve giderken gördüğüm olayı sordum.

"O, benim dert ağacım," dedi.

"Elimde olmadan işimde bazı sorunlar çıkıyor, ama şundan eminim ki o sorunlar, evime, esime ve çocuklarıma ait değil. Bunun için bu sorunları her aksam eve girerken o ağaca asıyorum. Sabahları tekrar onları oradan alıyorum. Ama komik olan ne biliyor musunuz?
"Ertesi sabah onları almaya gittiğimde, astığım kadar çok olmadıklarını görüyorum...."

Öfkeyle geçen her dakikanız, mutluluğunuzdan çalınmış 60 saniyedir !

Çevrimdışı Gül Rengi

  • Uzman Üye
  • *****
  • 2.947
  • 47.568
  • 2.947
  • 47.568
# 10 Ara 2015 19:13:32
Bir akbaba, çaylağın birine; “Uzağı görmekte benden üstün kuş yoktur.” dedi. Çaylak buna itiraz etti; “Söylemekle olmaz. Havalan bakalım, ovanın et­rafında ne görüyorsun, anlat!” Bunun üzerine akbaba, bir günlük yol tutan yükseklikten aşağılara bakarak gururla söylendi; “İnanır mısın, ovanın tam or­tasında gövermiş bir buğday tanesi görüyorum.” Çaylak, bu işe şaştı kaldı. Da­yanamadı, havalanıp yukarıdan aşağı doğru birlikte süzülmeye başladılar. Ak­baba tam tanenin yanma gelmişti ki, ayağı ipten tuzağa yakalandı. Boşuna de­belenmeye başladı. Zavallı akbaba, taneyi yemek düşüncesiyle inerken, fele­ğin ayaklarına kement attığını bilemedi. Her sedef nasıl inci tutamazsa, her ni­şancı da daima hedefini vuramaz. Neyse çaylak, debelenen akbabayı görünce öğüt verici bir dille konuştu; “Yahu sen, düşmanının tuzağını fark edemedik­ten sonra taneyi görmüşsün, ne fayda!” Ne yapsın akbaba. Boynu kemendin içinde başlamış yakınmaya; “Kaderden kim kaçabilmiş ki, ben de kaçayım!”

Ecel, akbabanın canına kastedince; kaza, keskin gözlerine perde çeker. Kıyısı görünmeyen denizde, yüzücü boşu boşuna gururlansın dursun, ne fay­da!”
                                               Sadi Şirazi~Gülistan

Çevrimdışı eessrraa

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 5.908
  • 46.143
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 5.908
  • 46.143
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 11 Ara 2015 20:49:41
Genç bir adam, değerli taşlara ilgi duyarmış ve mücevher ustası olmaya karar vermiş. "Bu mesleği yapacaksam, iyi bir mücevher ustası olmalıyım" diye düşünmüş ve ülkedeki en iyi mücevher ustasını aramaya başlamış. Sonunda bulmuş, yanına varmış, bir süre bekledikten sonra usta tarafından kabul edilmiş. "Anlat, dinliyorum" demiş usta. Genç adam anlatmaya başlamış; taşlara ilgi duyduğunu ve iyi bir mücevher ustası olmaya karar verdiğini heyecanla anlatmış. Yaşlı usta sesini çıkarmadan genç adamı dinlemiş, sözleri bitince de ona bir taş uzatmış, "Bu bir yeşim taşıdır" dedikten sonra genç adamın avucuna taşı bırakmış ve avucunu kapatmış. "Avucunu aynen böyle kapalı tut ve bir yıl boyunca hiç açma. Bir yıl sonra tekrar gel. Haydi şimdi güle güle" demiş ve şaşkın genç adamı öylece bırakıp kalkmış, odadan çıkmış.

Genç adam evine dönmüş, kendisini merakla bekleyenannesiyle babasına neler olduğunu anlatmış. Anlattıkça da kendisine çok anlamsız gelen bu hareketi ve soğuk konuşması nedeniyle kızdığı ustaya olan öfkesi artıyormuş. Günler geçmeye başlamış. Genç adam sürekli söyleniyor ama avucunu hiç açmıyormuş. "Nasıl böyle budalaca bir şey yapmamı ister. Bir de ülkenin en iyi mücevher ustası olacak. Bu saçmalığa bir yıl boyunca nasıl katlanacağım, böyle bir eziyetle nasıl yaşarım, bu ne biçim ustalık? Ustalık kaprisi yapacaksa, bari başından yapmasaydı." diye devamlı söyleniyor, her önüne gelene ustadan yakınıyor ama avucunu hiç açmıyormuş. Avucu kapalı uyuyor, bütün işlerini diğer eliyle yapıyormuş. Ve bu duruma da giderek alışmaya, diğer elini çok rahat kullanmaya başlamış. Uyurken de yanlışlıkla avucu açılıp taş düşmesin diye hep yarı uyanık uyuyormuş. Böylece bir yıl geçmiş, her günü zorluklarla dolu, her gecesi de yarım uykuyla yaşanmış bir yılı tamamlamış.

Ve o gün gelmiş. Genç adam tam bir yıl sonra, büyük ustanın karşısına çıkmış. Usta bir süre beklettikten sonra yanına gelince, genç adam ne kadar saçma bulursa bulsun, bu sınavı başarıyla tamamlamış olmanın verdiği gururla elini uzatmış, avucunu açmış. İşte taşın" demiş, "Bir yıl boyunca avucumda taşıdım, şimdi ne yapacağım?" Yaşlı usta sakin bir sesle cevap vermiş: "Şimdi sana bir başka taş vereceğim, onu da aynı şekilde bir yıl boyunca avucunda taşıyacaksın."Bu söz üzerine genç adam bütün sükunetini kaybetmiş, bağırıp çağırmaya başlamış. Yaşlı ustayı bunaklıkla, delilikle suçlamış, mücevher ustalığını öğrenmek için gelen genç bir insana böyle eziyet ettiği için, hasta olduğunu bağıra çağıra söylemiş. Genç adam bağırıp çağırırken, yaşlı usta ona hissettirmeden bir taşı avucuna sıkıştırmış. Öfkeden yüzü kıpkırmızı genç adam, bir yandan bağırıp çağırırken avucundaki taşı hissetmiş. Durmuş, taşı biraz daha sıkmış ve heyecanla konuşmuş: "Bu taş yeşim taşı değil usta!"

 Öğrenmek için zaman gerekir, sabır gerekir, ustaları izlemek gerekir. Dünya hızlandıkça zaman kısalabilir ama öğrenmenin esası değişmez.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.217
  • 28.776
  • 227.217
# 12 Ara 2015 07:26:20
.
Uzun yıllardır bu sevinçli haberi bekliyordu.
Sanki ayakları yerden kesilmiş heyecanından
uçuyordu. Hemen beyine, annesine, ne bileyim,
onun derdini yüklenen herkese bu müjdeli
haberi vermeliydi. Hızlı hızlı hastane
merdivenlerinden indi. Gördüğü herkese
gülümsüyordu. Kapıdaki dilenci çocuğa çıkarıp
20 milyon verdi. Çocuk şaşkınlık içinde gözleri
faltaşı gibi açılmış:
“-Bu çok değil mi abla?” diyebildi.
Tebessüm ederek yolun karşısına geçti. Bir
taksiye binip doğruca beyinin dükkânına gitti.
İçeride müşteriler vardı. Telaşla içeri girince
beyi:
“-Ne oldu Hatice?!” dedi. Hatice:
“-Seninle çok önemli bir konuyu konuşmam
lâzım. Burada olmaz!” deyince, beyi merak
içinde onu bir çay bahçesine götürdü. Hatice
hanım, beyini sakinleştirmeye çalışırken kendi
içi içine sığmıyordu:
“-Muratçığım, sâkin ol şimdi, sana bir haberim
var! Duyunca lütfen heyecanlanıp bağırma!”
Beyi daha bir meraklanmış ve:
“-Hadi ne olduğunu anlatmayacak mısın?”
deyince, Hatice hanım, sırrını beyinin kulağına
fısıldadı.
“-Hâmileyim!..”
Beyi önce duraksadı, sonra:
“-Allah'ım, Sana şükürler olsun!” diye
bağırmaya başladı. Âdetâ çocuklar gibiydi,
yerinde duramıyordu. Bütün gücüyle çığlık
atmak ve “baba” olduğunu bütün dünyaya ilân
etmek istiyordu. Herkes başlarını çevirmiş
tebessümle onları izliyordu.
Murat bey:
“-Hatice, ben bile unuttum, kaç yıldır bu
bebeğin yolunu gözlüyoruz!..” dedi.
“-10 yıldır, Murat'ım, 10 yıldır!..” dedi Hatice
hanım.
Murat bey, annesine, akrabalarına telefon
açıyor; Hatice hanım da sevinç gözyaşlarıyla
onu seyrediyordu…
Sanki evliliklerinin en güzel günlerini
geçiriyordu Hatice… Ne istese ânında
oluyordu. Kahvaltısı yatağına geliyor, bir
dediği iki edilmiyordu. Hem şaşkın, hem de
sevinç içindeydi.
Kayınvâlidesiyle de problemleri sanki bir anda
bitmiş, ana-kız gibi olmuşlardı.
Hamileliğin üçüncü ayında, doktor, ultrasonla
bebeği inceliyordu. Birden yüzü değişti.
Hatice'nin kalbinin atışı değişmiş, bakışını
doktorun mimiklerine odaklamıştı.
Doktor sıkıntıyla Murat beyi de çağırdı.
Hatice'yle beyi çok korkmuşlardı. Neler
oluyordu. Doktor:
“-Sizi üzmek istemem, ama gerçekleri
söylemem gerekiyor. Bu çocuğun beyninde bir
tümör var. Doğarsa zekâ özürlü olacak.
İsterseniz hemen kürtaj yapalım, isterseniz bir
hafta düşünün. Sonra karar verirsiniz.” dedi.
Hatice olduğu yere yıkıldı. Beyi ise o kadar
şaşkındı ki, gözü Hatice'yi bile görmüyordu.
Sevinç yumağı olan evleri bir anda mâtem
ocağına dönmüştü. Kimsenin ağzını bıçak
açmıyordu.
Haberi, yavaş yavaş bütün akrabaları duydu.
Herkes akıl vermeye başladı.
“-Nasıl uğraşacaksın onunla. Biz, akıllı
çocukla bile baş edemiyoruz, aldır gitsin!..”
diyenler bir tarafta…
“-Müftüye danış, günah!..” diyenler, “Onunla
her gün uğraşırken tahammül edemez,
sonunda sert davranmaya başlarsın. O zaman
her gün vicdanının kâtili olacağına, bir kere
aldır, bir kere kâtil ol!..” diyenler…
Artık kimseyle görüşüp konuşmak
istemiyorlardı. İşin garip tarafı, eskisi gibi
birbirleriyle de konuşmuyorlardı.
Murat bey:
“-Hatice, kararı çabuk vermemiz lâzım!”
deyince, Hatice hanım:
“-Ne yapalım?” dedi. Murat bey:
“-Bence kürtaj!.. Allah, sonra tekrar verir!”
dedi. Hatice bu cevaptan irkilmişti:
“-Yani evlat kâtili mi olacağız?” diyebildi.
Beyi:
“-Ama zekâ özürlü olacak, nasıl bakarız?
Elâlemin içine nasıl çıkarız? Nasıl «bu
çocuğumuz!» deriz.” diye cevap verdi. Hatice
büyük bir kararlılıkla:
“-Hayır, ben bu çocuğu yıllardır Allah'tan
diliyorum. Şimdi verdi ve bizi imtihan ediyor.
Murat'ım, ne olur aldırmayalım!” dedi.
“-Hatice, ben zekâ özürlü bir çocuk
istemiyorum!”
“-Allah'ın sana verdiğine râzı değil misin?
Hatırlasana ne kadar sevinmiştin baba
olacağına!..”
Murat susuyordu. Hatice gözyaşlarıyla devam
etti:
“-Belki akıllı olsa hayırsız olacaktı, o zaman,
«Keşke akılsız olsa da hayırsız olmasa!»
derdik. Kimbilir belki bu bizim için hayırlıdır.
Ne olur, evlad kâtili olmayalım!”
Hatice hanım, bütün gece duâ etti, ağladı.
Rabbine sığındı:
“Rabbim! Ne olur nefsime uydurma!..
Başkalarının sözüne bakıp da kâtil olmama
izin verme! Dayanma gücü ver. Şifâ ancak
Sen'de!..”
Sabah olunca Murat Bey:
“-Eğer çocuğu aldırmazsan senden ayrılırım!..”
diyerek Hatice'nin dünyasını bir kez daha
başına yıkmıştı.
Hatice hanımın bir karşılık vermesini
beklemeden kapıyı çarpıp çıkan Murat bey,
arabasına bindi ve kontağı çevirmeye
başlamadan önce düşüncelere daldı:
“Ben senden ayrılamam Hatice, ayrılamam.
Ama senden bu çocuğu aldırmanı istiyorum.
Aldırmıyorsun!..” diye söylendi.
Hatice eşyalarını topladı, annesinin evine gitti.
Olanları annesine anlattı. Annesi Hatice'ye
kızıp:
“-Beyin haklı, sen çocuk hasretiyle ne
istediğini bilmiyorsun!” diye çıkıştı.
Onları, sessiz köşesinde Kur'ân okuyan Şefika
nine dinliyordu. Annesi mutfağa gidince
Hatice'yi yanına çağırdı. Hatice'nin başını
kucağına yaslayıp:
“-Kızım, canı veren Allah'tır. Almak da O'nun
hakkıdır. Korkma! Allah kimseye gücünün
yetmeyeceği yükü yüklemez. Demek, sen bunu
kaldıracaksın ki, sana veriyor. Belki rızası
bunda gizlidir. Sabret ve kâtil olma!” dedi.
Hatice kararını verdi. Doktoruna gitti:
“-Yavrumu doğurmak istersem, benim
sağlığıma bir zararı olur mu, doktor hanım?”
diye sordu. Doktor:
“-Hayır, hâmileliğin normal, anormal olan
çocuk!” dedi.
“-O zaman aldıramam!” dedi ve geri döndü.
Beyine telefon açıp, kesinlikle çocuğu
doğuracağını, Allah katında sorumlu olmaktan
korktuğunu söyledi ve “Ben kaderime râzıyım!”
diyerek telefonu kapattı.
Beyi telefonda duyduklarından sonra yaptığına
pişman olmuş ve başkalarının dediklerine
kulaklarını tıkayarak, vicdanın sesini
dinlemeye karar vermişti. O akşam Hatice'nin
yanına gitti, bir demet kırmızı gül yaptırmış,
güllerin üstüne de küçük bir not eklettirmişti:
“Ben de kaderime râzıyım!..”
Sevinçle evlerine döndüler. Korkuyla geçen altı
ay sonra doğum zamanı gelmiş çatmıştı. Hem
üzgün, hem sevinçli, hem buruk… bütün zıt
duyguları beraber yudumluyorlardısanki.
Dört saatlik bir beklemeden sonra bebeğin
ağlaması koridorda duyuldu. Murat Bey
olduğu yere çöktü. Ellerini açtı ve:
“-Rabbim sevgisini de, sabrını da ver. İsyân
ettirme!” diye duâ etti.
Bu sırada yanına kadar gelmiş olan
hemşirenin sesiyle irkildi:
“-Müjde oğlunuz oldu!..”
İki eliyle gözyaşını sildi. Bebeği kucağına aldı.
Bir anda sıcacık bir sevgi seli aktı kalbine,
öptü kokladı.
“-Hoş geldin Sabri!” diye mırıldandı. Bir anda
ağzından çıkan bu isim, onu korkuttu. “Evet,
adı Sabri!” dedi.
Ertesi gün bebeğin tahlilleri yapıldı. Doktor,
tedirginlikle bekleyen anne-babanın yanına
giderek sevinçle:
“-Müjde, bebeğiniz çok sağlıklı! Sandığımız
gibi zekâ özrü yokmuş!” dedi.
Odadaki herkes sevinç gözyaşları döküyordu.
Murat bey, kendisinden utandı.
“-Rabbim beni affet, affet!” diye ağlamaya
başladı. Hatice'ye döndü:
“-Eğer senin îmân kuvvetin ve kararlılığın
olmasaydı, şimdi bir evlad kâtili olacaktım.
Sen de beni affet!” dedi.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.217
  • 28.776
  • 227.217
# 12 Ara 2015 14:38:41
ALLAHIM SEN NE BÜYÜKSÜN
.
Mûsâ aleyhisselâm bir fakiri gördü. Giyeceği
olmadığı için kumun içine girmişti. Mûsâ
aleyhisselâma, "Bana duâ et, Cenâb-ı Hak
bana yetişecek dünyalık versin, çünkü
zaruretten bittim." dedi. Mûsâ aleyhisselâm
duâ edince, Allahü teâlâ ona dünyalık verdi.
Mûsâ aleyhisselâm birkaç gün sonra o fakiri,
yakalanmış ve kalabalık halk, onun başına
toplanmış olarak gördü. Sebebini sorduğunda
dediler ki:
"Bu adam şarap içmiş, kavga etmiş, birisini
öldürmüş. Şimdi onu kısas yerine
götürüyorlar."
Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın adaletine
bir kere daha îmân ve bu cüretinden dolayı
istiğfar etti ve meâlen şu âyet-i kerimeyi
okudu:
"Eğer Cenâb-ı Hak kullarına rızkı lüzumundan
fazla verseydi, yeryüzünde ne azgınlıklar
yaparlardı."
Herşeyin yaratıcısı olan Allahü teâlâ, herkese
lâyık olduğu şeyi vermiştir. Seni zengin
Hetmeyen, sana münasip olanı senden daha iyi
bilir. Miskin kedinin eğer kanadı olsaydı,
Hdünyadan serçenin neslini kaldırırdı. Öküzdeki
iki boynuz eğer merkepte olsaydı, kimseyi
yanına sokmazdı.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.217
  • 28.776
  • 227.217
# 13 Ara 2015 18:59:18
Adamın biri camiye gitmek üzere evinden çıkar,
fakat karanlıktır ve giderken yolda ayağı takılır
düşer, kalkıp üstünü silkeleyip evine geri döner,
elbisesini değiştirip temiz kıyafetlerle tekrar yola
çıkar, fakat yine düşer. Yeniden eve gidip üstünü
değiştirir ve yola çıkar. Yolda elinde lamba ile birini
görür. Yolunu aydınlatan bu adamla beraber
mescide doğru ilerlerler. Adam lambayı tutan
kişiden namazı kendisinin kıldırmasını ister lambayı
tutan adam ise kabul etmez.
Düşen adam ısrarla teklif eder tekrar red cevabını
alınca merak edip sorar neden kıldırmıyorsun?
Lamba tutan adam kendisinin şeytan olduğunu
söyler..
Adam şok olur ve neden kendine ışık tutup yolunu
aydınlattığını sorar;
Şeytan der ki:
Seni düşüren bendim mescide gitmemen için ve sen
ilk düştüğünde eve gidip elbiseni değisip tekrar
mescide doğru çıkınca Allah senin tüm günahlarını
affetti. Ben seni ikinci defa düşürdüm sen tekrar
üşenmedin eve gidip elbiseni değiştin tekrar yola
çıktın, bu defa Allah senin ehli beytinin günahlarını
bağışladı. Ben korktum ki üçüncü düşmende Allah
bu kez tüm ülkenin günahlarını bağışlayacak ve
benim onca uğraşım boşa gidecek. O sebeple senin
güvenli bir şekilde mescide ulaşman için lambayla
senin yolunu aydınlattım.
Senin takvan aileni ve milletini felaketlerden
korunmasına vesile olur.
Bütün hamd ve övgüler ancak Allah'adır..
Kuran-ı taşıdığında şeytanda baş ağrısı olur
onu açtığında şeytan yıkılır
onu okuduğunda şeytan solar ve bayılır
onunla amel ettiğinde şeytan yanından kaçar.

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.217
  • 28.776
  • 227.217
# 14 Ara 2015 07:01:33
Hz.Cebrail'i Ağlatan İki Olay [ Mutlaka Okuyun ]

Bir bayram günü Peygamber Efendimizin torunları Hz.Hasan'la Hüseyin'in elbise istediği rivayet edilir.

Peygamber Efendimiz yoksul Damadı Hz Ali ve kızı Hz Fatıma fakir Hz.Cebrail'in bile gözünü yaşartan güzide torunların bu isteği iki tane bembeyaz kumaştan elbiseyi Peygamber Efendimize hediye etmesiyle neticelenir. Ama çocuklar pek memnun kalmazlar ve "keşke renkli olsaydı" diye ağlamaya başlarlar.

Torunları Hasan ve Hüseyin’in elbisenin rengini beğenmemesi üzerine Peygamberimiz HzCebrail'e bakar Hz Cebrail Efendimiz'e "su atın üzerine Efendim çocuklar hangi rengi istiyorsa o renge bürünsün" der.
Efendimiz elbiselerin üzerine biraz su serptiğinde HzHasan'ın elbisesi sarıya Hz Hüseyin'in elbisesi kırmızıya dönüşür Hz Cebrail ağlamaya başlar.
Peygamber Efendimiz bunun üzerine "Çocuklar memnun kaldılar Niye ağlıyorsun ki?" der HzCebrail "Ne acı ki Hz Hasan ileride zehirlenerek vefat edecek Hz Hüseyin al kanlarla öbür âleme yürüyecek". Bu renkler onun rengidir.

Taberani'nin Mu'cemu'l-Evsat'ta belirttiğine göre Enes bin Malik (RA)'dan şöyle rivayet edilmiştir: Bir gün Hz Cebrail alışılmışın dışında bir saatte Hz Peygamber (SAV)'e geldiğinde yüzünün rengi iyi değildir.
Hz Peygamber kendisine: "Niye yüzünün renginin uçuk olduğunu" sorduğunda Hz Cebrail şöyle der; “Cehennem ateşinin kabir azabının her şeyden ağır olduğunu bilen kimsenin bunlardan emin olmadıkça (yani oraya girmeyeceği garanti olmadıkça) yüzü gülmemelidir" der.

Bunun üzerine Hz Peygamber (SAV) Cebrail'e: "Ey Cebrail! Bana cehennemi anlat" der. Cebrail yüreklere korku salan müthiş şeylerden bahseder Bunun üzerine Peygamber Efendimiz"Bu kadar yeter daha anlatma! Nerdeyse kalbim parçalanıp öleceğim" der ve ağlamaya başlar.

Fakat Cebrail'e bakınca onun da ağladığını görür. Bunun üzerine "Ey Cebrail! Allah katındaki mevkiine ve derecene rağmen sende mi ağlıyorsun?" der Hz Cebrail şöyle cevap verir: "Neden ağlamayayım ki? Kim bilir belki de benim de başıma Şeytan’ın başına gelen şeyler gelebilir.
Zira (başlangıçta) o da iyilerdendi Kim bilir Harut ile Marut'un uğradığı akıbete ben de uğrayabilirim." Cebrail’in bu sözleri üzerine ikisi beraber ağlamaya devam ederler.

Nihayet kendilerine şöyle bir ses gelir: "Ey Muhammed ve Ey Cebrail! Allah sizleri kendine asi gelmekten emin kıldı..

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.776
  • 227.217
  • 28.776
  • 227.217
# 14 Ara 2015 16:27:03
“Bilge kral yaşlanır ve görevini halkından akıllı, sorumlu ve dürüst bir gence emanet etmek ister. Ülkesinin gençlerini toplatır, ellerine birer buğday danesi tutuşturur ve ‘Seneye burada kim bu daneyi saksıda o daha iyi ve daha sorumluca beslerse’ yeni kralınız o olacak diye ilan eder.
Ertesi yıl meydanda toplanan ellerinde koca boylar atmış başaklı buğdaylarla gelen gençlere bakar kral. Arkalarda bir gencin saksısı boş olarak ve mahcup şekilde beklediğini görür, yaklaşır. Buğdayına ne olduğunu ve neden üzüntülü beklediğini sorar. Genç, ‘Efendim, buğdayıma elimden gelen en iyi şekilde bakmaya çalıştım, lakin ne yaptıysam yeşermedi, bu yüzden huzurunuzda mahcubum.” cevabını verir.
Kral gencin elinden tutup onu kürsüye çıkarır ve halka hitap eder: ‘Ben aranızdan en dürüstünü ve en güvenilir olanı seçmek istedim. Bu yüzden sizlere suda pişirilmiş daneler verdim. Buğdaylarınız yeşeremezdi. Aranızdan bu genç dürüstlüğünü terk etmedi ve başarısız olsa da cesaretle gerçekle yüzleşti. Güvenli geleceğinizi yönetecek olan ve sizin de idarenizi korkusuzca emanet edebileceğiniz yeni kralınız işte bu gençtir.’
Bu hikâye aslında kaderin hikâyesidir: Dosdoğru olmayı emreden Evren Saltanatı’nın Sultan’ı, ‘Herkese yaptıklarının karşılığı verilecek ve kimseye zerre haksızlık yapılmayacak.’ (Nahl, 111) Buyurmuştur.
Öyleyse ‘kaderin sunduğu buğdayları yeşertemiyorum’ diye üzülmesin insan. Kalbine ve yaptığına baksın. İnsan dürüst ve azimliyse, zamanı gelince kıyamet kalabalığında korunanlardan olur.”

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK