İbretlik Hikayeler

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.775
  • 227.211
  • 28.775
  • 227.211
# 31 Ara 2020 08:42:20
Sultan Murad Han o gün bir hoş"tur. Telaşeli görünür.
Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer.
Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
-- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah?..
-- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
-- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar;
-- Kimdir bu?
Ahali: - Aman hocam hiç bulaşma, derler.
Ayyaşın meyhusun biri işte!..
-- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz... Bir başkası tafsilata girer;
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır.
Azaplar çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar...
Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
- isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada!..
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :
-- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
-- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem...
Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır.
Defini tamamlamak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
-- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
-- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
-- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması,paklanması var. Tekfini, telkini...
-- Merak etme ben beceririm.
Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
-- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...
-- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur.
Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin.
Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
-- Nasıl yani?..
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
-- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.
Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar...
Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki.
Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir...
Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..
-- Niye?
- Ümmeti Muhammed içmesin diye...
-- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi.
Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi.
Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal.
Hucceti islam okurdum...
-- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...
-- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya...
Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek.inan cenazen kalacak ortada...
-- Doğru, öyle ya?..
- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
-- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra;
- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?


Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.775
  • 227.211
  • 28.775
  • 227.211
# 04 Oca 2021 21:57:43
İki hasta adam aynı hastane odasında kalıyordu.
Hastalardan birine akciğerlerindeki sıvının akması için öğleden sonraları bir saatliğine dik durmasına izin verilmişti.
Onun yatağı odadaki tek pencerenin yanındaydı.
Diğer hasta ise tüm gününü yatağında uzanarak geçirmek zorundaydı.
Birbirleriyle saatlerce konuşurlardı; eşlerinden, ailelerinden, askerlik anılarından, gittikleri tatil yerlerinden…
Pencerenin yanındaki hasta her öğleden sonra yatağında doğrulduğunda zamanını pencerenin dışındaki gördüğü her şeyi oda arkadaşına anlatarak geçiriyordu.
Diğer yataktaki adam ise bir saatlik bu dilimde dış dünyadaki tüm yaşantılarla ve renklerle kendi hayatını genişletiyor ve canlandırıyordu.
Pencere güzel bir gölün yanındaki parka bakıyordu. Gölde çocuklar oyuncak gemilerini yüzdürürken ördekler ve kuğular da suyun üzerinde oynuyordu. Genç âşıklar her renkten çiçeklerin arasında kol kola yürüyorlardı ve şehrin silueti uzakta görülebiliyordu.
Pencerenin yanındaki adam bunları en ince ayrıntısıyla anlatırken, diğer taraftaki adam gözlerini kapatıp bu hoş manzarayı hayal ediyordu.
Sıcak bir öğle sonrası, pencerenin yanındaki adam ilerleyen bir bando takımından bahsetti.
Diğeri bandoyu duymamasına rağmen pencerenin yanındakinin açıklayıcı kelimelerinin yardımıyla sesleri zihninde canlandırdı.
Günler, haftalar, aylar geçti. Bir sabah hemşire hastaların odasına banyo suyu getirdiğinde pencerenin yanındaki hastanın ölü bedenini buldu – sessizce ölmüştü.
Hemşire üzüldü ve ölü bedeni alması için hastane görevlilerini çağırdı.
Makul gördüğü en kısa zamanda diğer hasta pencerenin yanına taşınmak istediğini belirtti. Hemşire bu bu isteği mutlulukla yerine getirdi ve hastanın rahat ettiğinden emin olduktan sonra odadan ayrıldı.
Hasta, yavaşça ve acı çekerek dışarıdaki gerçek dünyaya bakmak için kendini dirseğiyle destekleyerek doğruldu. Yatağın yanından pencereye dönmeye çabaladı.
Onu boş bir duvar karşıladı.
Hemşireyi çağırıp ona pencerenin dışındaki öylesine harika şeylerden bahseden merhum oda arkadaşın neden böyle bir şeye gerek duyduğunu sordu.
Hemşire merhumun kör olduğunu, duvarı bile göremediğini söyledi,
ve “Belki de sadece seni cesaretlendirmek istemiştir” dedi.
***
Son söz:
Başkalarını mutlu etmenin muazzam bir mutluluğu vardır, kendi halimize rağmen.
Kederi paylaşmak yükünü hafifletir, ama paylaşılan mutluluk ikiye katlanır.
Eğer zengin hissetmek istiyorsan paranın satın alamadığı, senin sahip olduğun her şeyi gözünün önüne getir.
‘Bugün bir hediyedir, bu yüzden ona Allahın lütfü denir.’


Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.775
  • 227.211
  • 28.775
  • 227.211
# 09 Oca 2021 22:42:18
ADI AYBERK AKSU.

Kendisi %98’lerde otistik bir çocuktu. Annesi ve babası o küçükken ayrıldı. Bir tek babasıyla iletişim kuruyordu. Annesi hastalığını kabullenmişti. Ona bakıcı tutulmuş, krize girmesin diye ne istiyorsa yapılıyordu. Ayberk’in aldığı eğitim onu kendi dünyasından çıkaramamıştı. Hastalığından dolayı saçına bile dokundurtmuyordu. 90 kilo civarındaydı. Ağız kaslarını kontrol edemediğinden salyası akıyordu. Yani görüntüsü hiç de iyi değildi.

Babası Naciye adlı biriyle evlenmiş, yurtdışına çıkmıştı. Daha sonra Naciye Aksu,eşine Ayberk’i yanına almayı istediğini söyledi. Ayberk için yeni bir ev aldılar, yüzmeyi sevdiği için havuzluydu. Bir gün Naciye Aksu, Ayberk havuzdayken, havuza havlu attı. Ayberk gidip onu aldı ve belli bir seviyede ona geri verdi. Bunu daha uzak olarak 3 kere yaptı ve üçünde de geri getirdi. En son getirişinde farketti ki, Ayberk ona gülümsüyordu. Naciye, onun dünyasına girmeyi başarmıştı. Otizmi araştırmaya başladı ve ödül almış bir bilim adamının aslında otistik olduğunu öğrendi. Bu onda büyük umut yarattı ve Ayberk için uğraşmaya başladı. İlk olarak ona ”ver” demeyi öğretti. Bunun için en sevdiği soslu makarnayı kullandı. Ver demeyi öğrenmesi için onu aç yatırdığı bile oldu. Ve başardı, Ayberk ”makarna ver.” dedi. eğitimi yanında onun görünüşünün de düzelmesi gerekiyordu. Sürekli ”sallanma Ayberk, ağzını kapa Ayberk” diyerek onu uyarmaya başladı. Uyarma süreleri arasındaki fark günden güne açılıyordu. Evet bunu da başarmıştı.

Yüzme yanında yürüyüş bandında da çalışmasını istedi. Ayberk başta istemedi, krize girdi. Ama Naciye Aksu, bu sefer de patates kızartmasıyla kandırarak onu banda çıkardı ve yürüyüşe başlattı. Ayberk giderek kilo veriyor ve fit bir görünüm elde ediyordu. Kendi isteğiyle berbere gitti ve saçını kestirdi. Kendine baktıkça mutlu oluyordu. Bu sırada eğitiminde ilerleme kaydederken yemeğe ilgisi olduğunu farkettiler. o geleceğin aşçısı olacaktı.

İlerlemeler çok iyi sonuç verdi, Otizm %20’lere kadar geriledi. Ayberk artık normal bir genç gibiydi ve bir ilki gerçekleştirdi. O ilk otistik fotomodel oldu!

Anlatmaktaki amacım, bunun yayılmasını istiyorum. Çünkü ülkemizde hala otizmin tedavisi yok diye biliniyor. Otizmin tedavisi var; SEVGİ !

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.775
  • 227.211
  • 28.775
  • 227.211
# 17 Oca 2021 23:21:34
Şahsiyetine Değil, Günâhına Kızıyorum
Bir kıssa

Sahâbeden Ebu’d-Derdâ Hazretleri bir gün şehri dolaşırken, halkın, bir günahkâra ağır sözlerle hakaret etmekte olduğunu gördü. Onlara;
“–Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz, onu oradan çıkarmaz mısınız?” diye sordu.
“–Evet, çıkarırız!” dediler. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-;
“–O hâlde kardeşinize ağır sözler söylemeyin, size afiyet veren Allâh’a hamd edin!” dedi. Onlar;
“–Siz bu günahkâra kızmıyor musunuz?” dediler.
Ebu’d-Derdâ Hazretleri şöyle cevap verdi:
“–Ben onun kendisine ve şahsiyetine değil, günahına kızıyorum, günâhını terk ettiğinde, o yine benim din kardeşimdir.”

Kaynak; Abdürrazzâk, Musannef, XI,180;
Ebû Nuaym, Hilye, I, 225

Çevrimdışı meyvrik

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 28 Oca 2021 15:24:55
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸
           Kız Babası İçin Damat Seçimi Çok
                                 Önemlidir
                                 (Menkıbe)
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸
Gelibolulu Süleyman Efendi'nin torunu Abdurrahman bin Muhammed, Osmanlı Şeyhülislamının damadı idi. "Mecma’ul-enhür" adındaki (Mülteka şerhi) kitabı, "Damat" ismi ile meşhurdur. 1668 senesinde vefat etti.

Abdurrahman bin Muhammed hazretleri; ana-babası, küçükken vefat etmiş olup Edirnekapı’nın dışında iki odalı bir bağ evinde yaşıyordu...

Medresede talebe iken, karlı bir kış gecesi mum ışığında, evinde ders çalışıyordu. O gece  kapısı çalındı. Besmeleyle açtı ve genç bir kızın beklediğini gördü.

Ona, "Efendim, evimizde yangın çıktı. Kaçarken yolumu kaybettim, evimi bulamadım. Bir ışık gördüm. Sığınmak için buraya geldim. Dışarısı çok soğuk. Beni bu gece misafir alır mısınız?" dedi.

"Peki" deyip, içeri aldı. Yandaki odayı gösterdi. Kendisi yine ders çalışmaya devam etti... 

Aradan biraz zaman geçince, kız endişeye kapıldı. Acaba bu genç kendisine ne yapacaktı? Merak edip kapı aralığından baktı. Talebe ders çalışırken, arada bir elini mum alevine tutuyor, yanınca geri çekiyordu. Bu hâl sabaha kadar devam etti. Sabah olunca kızcağız evine gitti. Ailesi perişandı. Kızının geceyi nerede geçirdiğini sordu.

“Bütün gece seni aradık” dediler.

Kız da, “Evimizin yolunu kaybedince, Edirnekapı civarında şehre uzak bir yerde bir ışık gördüm. İki odalı bir kulübeydi. Oraya sığındım. Bir genç ders çalışıyormuş, beni içeri aldı” dedi. Babası şaşkına döndü ve; 

"Kızım ne diyorsun sen? Yalnız yaşayan bir gencin evinde nasıl kalabildin?" deyince kız,

“Baba korkma, benim yüzüme bile bakmadı. Beni öbür odaya geçirdi. Sabaha kadar ders çalıştı. Bir ara kapı aralığından baktım, dersine ara verip yanan mumda parmağını yakıyordu. Sabaha kadar buna devam etti” dedi...

Bu, bir Osmanlı şeyhülislamının kızıydı. İki asker gönderip, genci makamına getirtti ve ona;

“Dün gece benim kızım yolunu kaybetmiş, sizin eve misafir olmuş, doğru mu?” diye sordu.

Genç de, “Evet efendim doğrudur” dedi.

“Ders çalışırken ara verip, arada bir parmağını muma tutup yakmışsın, sonra elini çekip derse devam etmişsin. Bu hâl sabaha kadar devam etmiş. Neden ara sıra parmağını yaktın?" diye sorunca, genç cevabında; 

“Efendim, ders çalışırken şeytan vesvese verdi. Ben de, eğer şeytana uyarsan, yarın vücudunun tamamı yanacak. 'Şimdi sadece parmağının acısına dayanamıyorsun. Bütün vücudun yanınca nasıl dayanacaksın' dedim ve parmağımı sabaha kadar muma tuttum... Kızınızın yüzüne bile bakmadım” dedi.

Kızına, namaz kılan ve haram işlemeyen bir damat arayan Şeyhülislam da;

“Artık benim damadımsın, kızımı sana verdim. Her türlü tahsil masrafların da bana aittir” deyip, seçimini yapmıştı...

İşte daha sonra, bu gencin yazdığı çok kıymetli bir fıkıh kitabı, hep "Damat" olarak bilindi.
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸

Çevrimdışı meyvrik

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 30 Oca 2021 09:09:42
🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹
                GÜZEL, ZENGİN ve BEKÂRDI
                                (Menkıbe)
🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹

Hifa Hatun “radıyallahü anha”, Medineli kadın sahabilerden.

Güzel, zengin ve bekârdı.
Evlenmeyi düşünmüyordu.

Bir gün, Resulullah efendimiz aleyhisselama gelerek;
- Ya Resulallah, bana bir iş emret ki, onu yaparak Cenneti kazanayım, dedi.

Efendimiz aleyhisselam cevaben;
- Önce evlenmelisin, buyurdular.

Hayretle sordu:
- Evleneyim mi ya Resulallah?
- Evet. Böylece dininin yarısını korumuş olursun.

Hiç tereddüt etmeden;
- Peki ya Resulallah! dedi.

Ve arzetti peşinden:
- Ama benim dengim kim olabilir ki ya Resulallah? Ben, padişah Necaşi’yi reddettim. Nice zengin beyleri geri çevirdim. Ama madem emriniz böyledir, baş üstüne!

Ve ekledi:
- Siz kimi uygun görürseniz, razıyım.

İyi de, damat kim olacaktı?
Böylesine güzel, zengin ve saliha bir hanımla evlenmeyi kim istemezdi?

Efendimiz aleyhisselam, kimsenin alınmaması için bir yol buldular.

Hifa hatuna dönerek;
- Yarın sabah, mescide kim önce gelirse, onunla evlen! buyurdular.

O yine;
- Peki ya Resulallah! dedi.

Bu haber, anında yayıldı gençler arasında.
Ve sabah oldu.

Resulullah efendimiz aleyhisselam, mescide ilk gelenin kim olacağını merakla beklerken, Süheyb adında bir delikanlı girdi içeri.

İyi de, kimdi bu genç?
Hiç kimsesi bulunmayan, dünyalığı ve cemal güzelliği olmayan, rengi siyaha yakın esmer, boyu normalden uzun, bünyesi zayıf bir garipti.

Resulullah efendimiz onu işaret ettiler Hifa hatuna:
- İşte senin dengin!

Cevap aynıydı:
- Peki ya Resulallah!

Teslimiyet denen şey, bu olsa gerek.

Resulullah efendimiz aleyhisselam, nikahlarını kıyıp Süheyb’e döndüler:
- Kalk ya Süheyb! Zevcenin elinden tut da evine götür!

Garip büktü boynunu:
- Benim evim yok ki.

Durumu Hifa hatuna bildirdiler.

Hemen Efendimiz aleyhisselamın huzuruna geldi ve;
- Ya Resulallah, filan yerdeki konağımı ona hibe ettim, dedi. Şu bir kese altını da ona verin lütfen. Beni evimize götürsün.

Yeni evli çift, Resulullah efendimize veda edip ayrıldılar.
Konakta, Hifa hatun bir teklifte bulundu beyine:

- Ya Süheyb!
- Buyur hanım.

- Takdir edersin ki, ben sana nimetim, sen bana mihnet.
- Evet, öyle.

- Sen, şükretmelisin, ben de sabır.
- Çok doğru.

- Öyleyse bu geceyi ibadetle geçirelim, ne dersin?
- Çok iyi olur.

- Sana, şükredenlerin, bana da sabredenlerin sevabı verilir.
- İnşallah.

Ve öyle yaptılar.

Sabah oldu.
Süheyb, sabah namazı için mescide gitti.

Ama ondan evvel, Cebrail aleyhisselam gelmiş, onların halini Resulullah efendimize bildirmişti.

Efendimiz aleyhisselam sordular Süheybe:
- Bu geceyi nasıl geçirdiniz?

Başını öne eğdi:
- Allah ve Resulü daha iyi bilir.

Resulullah efendimiz, o geceki hallerini bir bir anlatıp müjdeyi verdiler:
- İkiniz de Cennetliksiniz!

Süheyb “radıyallahü teâlâ anh” öyle çok sevindi ki, Resulullah efendimizin önünde şükür secdesine kapandı hemen.

Ve secdede;
- Ya Rabbi, tekrar günaha bulaşmadan al ruhumu! diye yalvardı.

Ve kalkamadı secdeden.
Ruhunu teslim etmişti.

Bunu gören sahabiler gözyaşlarını tutamadılar.
Efendimiz aleyhisselam eshaba döndüler:

- Size, daha çok şaşıracağınız bir haber vereyim mi?
- Buyurun ya Resulallah.

- Cebrailden öğrendim. Hifa da, şu anda evinde ruhunu teslim etti.

Hayretlerinden, yüksek sesle tekbir aldılar:
- Allahü ekber!

Cenaze hizmetleri eda edildi.
İkisi yan yana defnedildi.
🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.775
  • 227.211
  • 28.775
  • 227.211
# 30 Oca 2021 23:00:58
Kalbimin dünyevileşmesine esef içinde yana yakıla gözyaşı döktüğüm günlerin birinde, bir okuyucumdan e-posta aldım.
‘Hocam, sizi rüyamda gördüm. Kâbe’de idiniz, şöyle böyle ağlayarak dualar edip yakarıyordunuz.’ diyordu. Bu satırları okuyunca içim titredi.
Rüyayı, mübarek bir kişi düzeyine erişmiş olabileceğim anlamında yorumladım. Hayalimden tasdik sesleri yükselmeye başladı. ‘Evet, çok içten ve ihlaslı dua ediyordum. Başarmıştım.’ Mutluluk vericiydi. Çocuklar gibi şenlendim, seke seke yürüyordum, sevinçten uçuyordum.
Birkaç gün sonra başka birisinden tam zıddı bir e-posta geldi. ‘Hocam, sizi rüyamda gördüm. Sabah namazlarına kalkamıyordunuz. Namaz konusundaki o zayıf halinizi garipsedim.’ diyordu.
Kıpkırmızı kesildim. Bakışlarım dondu. Üzüldüm ve üzüntüm saatlerce sürdü. İlahi rahmetten kovulmuş muydum? Ben ne yaptım? Önceki haberle kalbimi teşvik eden yüce Mevla, şimdi bu haberle beni neden tokatlıyordu?
Avuçlarıma kapanıp düşünürken kalbimde şeytanın günlerdir gezinen fısıltısını hissettim. Konuşuyordu benimle: ‘Başardın. Erdin. Yükseldin. Bak kamil adam oldun; belki de evliyasın. İnsanların rüyalarına bile giriyorsun. Aferin sana!’ diyordu. Ben de bu ihlas katilini euzu çekmeden ve tövbesiz dinlemenin keyfini sürüyordum.
Hamdolsun o anda, ilahi inayet sayesinde sağdan yaklaşan şeytanı fark etmem nasip oldu. İhlassız ibadetin ölü olduğunu hatırladım. Euzu besmeleye tutundum; tövbeye sığındım ve o zamandan beri şeytanın şerrinden yüce Allah’a sığınmaya daha çok dikkat etmeye çabalıyorum. 'Eûzubillahimineşşeytanirraciy m' diyorum. Rabbimiz kalbimizi şeytanın gizli tuzaklarından korusun.”

Dr. Muhammed Bozdağ


Çevrimdışı meyvrik

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 01 Şub 2021 08:26:38
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸
                HAYIR, SATMAM BU FİYATA!
                                (Menkıbe)
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸
Medine’de müthiş bir kıtlık olmuştu bir sene.
Eshab mutazarrır olmuştu bu kıtlıktan.

Ancak hazret-i Osman “radıyallahü teâlâ anh” büyük kervanlarla buğday ticareti yapıyordu o aralar.

Herkesin açlıktan kırıldığı bir zamanda onun “Buğday kervanı” girdi şehre.
Tam yüz deve vardı kervanda.

Haber alan koştu hemen:
- Sağol ya Osman! Buğday da tam zamanında geldi.
- Evet kardeşlerim, elhamdülillah.

- Ölçeğine yedi dirhem versek, ne dersin?
- Hayır, bu fiyata satamam!

Eshab hiç böyle bir cevap beklemiyorlardı ondan.

Fena halde şaşırdılar:
- Neden ya Osman?
- Daha fazla veren var çünkü.

Ne kadar ısrar ettilerse de bir türlü razı edemediler.
Mahzun halde ayrılıp hazret-i Ebu Bekir’ e “radıyallahü teâlâ anh” geldiler.

O, bunları üzgün görünce sordu:
- Siz bir şeye mi üzüldünüz?
- Evet ya Eba Bekir. Osman bin Affan’ın yanından geliyoruz. Ona çok kırıldık.

- Hayrola, ne oldu?
- Biliyorsunuz bugün onun buğday kervanı geldi.

- Evet, biliyorum.
- Buğdayın ölçeğine yedi dirhem verdik, razı olmadı. Ne kadar ısrar ettiysek de “Hayır, olmaz!” diyor.

- Nedenmiş o?
- Bizden fazla veren varmış. Şu kıtlıkta bize böyle davranması yakışır mı ona?

Hazret-i Ebu Bekir nasihat etti onlara:
- Osman’a su-i zan etmeyin. Başka maksadı vardır onun.
- Ne maksadı olacak ya Eba Bekir?

- Pekala, gelin birlikte gidelim. Hakikatı anlarız elbet.

Ve gittiler.

Hazret-i Ebu Bekir girdi söze:
- Ya Osman! Eshab sana kırılmış.
- Neden kırılmışlar?

- Buğdayın ölçeğine yedi dirhem vermişler, satmamışsın.
- Evet satmadım.

- Neden?
- Daha fazla veren var çünkü.

- Kim, ne kadar veriyor?
- Ya Eba Bekir! Onlar “Bire yedi” verdiler. Halbuki Cenâb-ı Hak “Bire yediyüz” veriyor. Nasıl kabul edeyim o fiyatı?

Böyle deyip, çağırdı hizmetçisini.

Ve emretti ona:
- Bu gelen buğdayın tamamını bedava dağıtın eshaba! Develeri de kesip, etlerini taksim edin fukaraya!

Hizmetçi:
- Baş üstüne, deyip çıktı.

Hazret-i Ebu Bekir kalktı, alnından öptü.
Eshab huzur içinde ayrıldılar yanından.
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸

Çevrimdışı meyvrik

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 02 Şub 2021 13:37:47
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸
                      KUŞ, KÖPEK ve ZEHİR
                                (Menkıbe)
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸
Bir gün hazret-i Ömer “radıyallahü anh” evinde oturuyordu ki, bir haberci geldi huzuruna.

Ve arzetti:
- Bizanstan elçi geldi efendim.

Halife hazretleri;
- Peki, içeri alın! buyurdu.

Elçiyi odaya aldılar.
Bizans imparatoru, hazret-i Ömer’e üç hediye göndermişti bu elçisiyle.

Neler mi?
Bir kuş, bir köpek ve bir şişe zehir.

Hazret-i Ömer önce kuşu gösterdi o elçiye:
- Bu nedir?
- Doğan kuşu efendim.

- Peki, neye yarar?
- Yaman avcıdır. Pençesinden kurtulan olmadı bugüne kadar.

Halife emretti adamlarına:
- Çözün bağlarını, salın gitsin!

Çözüp saldılar o kuşu.

Sonra köpeği gösterdi elçiye:
- Bu nedir?
- Cins bir tazı köpeği efendim.

- Bu ne işe yarar?
- O da yaman avcıdır. Elinden kurtulan olmadı bugüne dek.

Emretti yine:
- Çözün zincirini, salın gitsin!

Çözüp saldılar onu da.
Sıra “zehir” e gelmişti.

Sordu elçiye:
- Bu şişede ne var?
- Zehir var efendim.

- Ne işe yarar?
- Zerresi bir insanı öldürür efendim. Tebânızdan bir düşmanınız varsa, bunun sayesinde kurtulursunuz ondan.

- Peki, ver bakayım onu.

Elçi kalkıp, hürmetle uzattı şişeyi.
- Buyurun efendim.

Halife hazretleri o zehir şişesini alıp döndü elçiye:
- Bunun zerresi, bir insanı öldürür dedin değil mi?
- Evet efendim.

- Düşmanlarıma karşı tavsiye ediyorsun.
- Evet.

- Bak elçi, tebâmdan bana düşman kimse yoktur. Ama benim bir tek ve çok tehlikeli bir düşmanım var ki, o da bizzat içimdedir.

Elçi şaşırmıştı:
- Anlamadım. Kimdir o düşmanınız efendim?
- Kendi nefsim, dedi.

Sonra dayadı zehir şişesini ağzına.
Ve “Besmele” okuyarak içti tamamını.

Elçi, gördüğü manzaradan dehşete kapılıp titremeye başladı.
Ve bayılıp düştü yere.

Ayılınca, sağ salim gördü Halifeyi.
Kafası karışmış, kalbi değişmişti.

Kapandı Halifenin nurlu  ayaklarına.
Doğrulurken “kelime-i şehadet” i okuyordu.
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸

Çevrimdışı meyvrik

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 03 Şub 2021 08:29:50
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸
                    MÜMİN NASIL OLMALI?
                               (Menkıbe)
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸
Dursun Fakih “rahmetullahi aleyh”, Şeyh Edebali hazretlerinin "rahmetullahi aleyh" mümtaz bir talebesidir.

Kabr-i şerifi, Bilecik’te, hocasının türbesi içindedir.

Sevdiği bir genç;
- Efendim, mümin nasıl olmalı? diye sordu bu büyük zata.

Cevaben;
- Mümin o kişidir ki, Allah korkusundan benzi sararır. Mahşerde Rabbine vereceği hesabı düşünüp titrer, buyurdu.

Ve ekledi.
- İşlediği günahlar sebebiyle uykusu kaçar. Bu yüzden mahzun ve boynu büküktür daima.

Şöyle bitirdi:
- Mümin, günahı “ateş” bilir. Kendi kusurlarını düşünmekten, göremez başkasının ayıp ve günahını.

ONU SEVMİYORDU, AMA...

O devirde ilim ehli bir kişi vardı ki, sevmiyordu bu zatı.

Bir gece, Resulullah efendimiz aleyhisselamı gördü rüyasında.
Yanında Dursun Fakih hazretleri de vardı.

Yaklaşıp elini öpmek istedi Efendimiz aleyhisselamın.

Fakat o da ne?
Resulullah efendimiz başlarını çevirdiler ondan.

Adam çok üzüldü.
Ve Dursun Fakih hazretlerine sokuldu bu defa.

Ağlayarak yalvardı ona:
- Ne olur, bir şeyler yapın da kabul etsinler beni.

Büyük Veli dayanamadı yine.
Kalkıp gizlice bir şeyler arzetti Efendimiz aleyhisselama.

Bunun üzerine kabul buyurdu onu Peygamber efendimiz.
Mübarek ellerini öperken uyandı adam.

Kan ter içindeydi.
Sabah erkenden dergahta aldı soluğu.

Büyük Veli, ona tebessümle bakıp;
- Mübarek olsun, buyurdu. O eli öpmek herkese nasip olmaz.

Nefreti, hayranlığa dönüşmüştü.
Sarıldı ellerine.

Öptü, öptü ve yalvardı:
- Size haksızlık etmişim. Ne olur affedin beni.

NİÇİN AĞLARSINIZ?

Bir gün de Kur’an-ı kerim okuyordu ki, birden ağlamaya başladı bu mübarek zat.

Sordular:
- Efendim, niçin ağlarsınız?

Sesi titreyerek cevapladı:
- Kardeşlerim, Allahü teâlâ bizim gibi günahkârları kendisine muhatap kılıyor, daha ne olsun. Bizimle konuşuyor. “Ey müminler!...” diye hitab ediyor bize. Bu ne büyük rütbe, düşünebiliyor musunuz?

Ve ekledi:
- Mahşer gününde de, kâfirleri kendi hallerine bırakırken, bize hitab edecek. “Ey iman edenler!....” diye hitap edecek. Düşmanlarından ayıracak bizi. Orada da muhatap kılacak kendisine. Bu nimeti bize ihsan ettiği için, sevincimden ağlıyorum.
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸

Çevrimdışı meyvrik

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 04 Şub 2021 08:54:16
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸
                      SENİ RUMA SALDIM!
                              (Menkıbe)
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸
Sarı Saltuk Dede "rahmetullahi aleyh", İznik ilinin manevi kumandanlarından.

Kabr-i şerifi, İznik’te, Lefke kapısı dışındadır.

Ahmed Yesevi hazretlerinin yetiştirdiği Hak aşıklarındandır bu zat.

Mücahid gazi,
Ve bir kumandandır.

Hocası çağırdı bir gün onu:
- Saltuk Mehmedim!
- Emredin hocam!

- Seni Ruma saldım. Var git, o diyarda hizmet et İslam’a. Namın kıyamete kadar unutulmasın.
- Baş üstüne efendim!

Gerçekten de nice asırlar geçti.
Yine de unutulmadı Sarı Saltuk adı.

Bu Allah adamlarının ağzından bir söz çıkmaya görsün.
Mutlaka yerini bulur.
Rabbimiz mahcup etmez onları.

İşte Sarı Saltuk, bu emir üzerine aldı askerini, düştü yola.
Anadoluya vardığında, Peygamber efendimiz aleyhisselamı gördü rüyada.

Edeple yaklaştı.
Resulullah efendimiz aleyhisselam, ona şefkatle bakıp;
- Edirne’yi fethet! O yeri koma düşmana! buyurdu.

Emir büyük yerdendi.
Onu ve askerini durdurabilene aşk olsun artık.

Rumeliye geçti hemen.
Ve emri getirdi yerine.

KALK YA FİLAN!

O devirde bir genç vardı ki, gününü gün eden, nefsinin esiri biriydi.
Yani habersizdi İslamiyet’ten.

Bir gece, rüyasında yaşlıca bir zat geldi yanına.

Ve seslendi kendisine:
- Kalk ya filan! Abdest al, namaz kıl!

Baktı, nur yüzlü ve sevimli bir kişiydi bu seslenen.
İtiraz edemedi.
Fırlayıp kalktı.

Ama arzetti peşinden:
- Ama ben abdest namaz bilmem ki.
- Olsun yavrum. Ben sana öğretirim.

- Sahi mi? Çok sevinirim.

Ve bir güzel öğretti ikisini de.
Genç abdest alıp kıldı namazını.
Uyandığında, sabah ezanları okunuyordu.

ACELE KOŞTU CAMİYE

Ok gibi fırladı yatağından.
Acele abdest alıp koştu camiye.

Mihrapta nur yüzlü, sevimli bir Hoca Efendi vardı.
Dikkatle baktı.

Fakat o da ne?
Bu, o zattı.

Rüyada görünüp, kendisine abdest ve namazı öğreten o mübarek zat.
Göz göze geldiler bir an.

Sevinç ve heyecanla koştu yanına:
- Sizdiniz! Beni gafletten uyandıran sizdiniz!

Sarı Saltuk Dede, eğildi gencin kulağına ve;
- İfşa etme! Sır kalsın aramızda! buyurdu.

Genç adam;
- Baş üstüne efendim! dedi.

Talebesiydi artık.
Ve bir daha ayrılmadı yanından.
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸

Çevrimiçi hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.775
  • 227.211
  • 28.775
  • 227.211
# 04 Şub 2021 21:09:11

Birkaç yıl önce, bağlı bulunduğumuz Genel Müdürlük; dört arkadaşımla birlikte, beni bir ilimizde, memur statüsünde işçi almak üzere görevlendirmişti. Sözünü ettiğim ilde on personel alacaktık ve bunlar il müdürlüğü bünyesinde görevlendirilecekti.

Biz beş arkadaş birleşerek, sözünü ettiğim ile gittik. Önceden ayrılan bir misafirhaneye indik. İle gelişimizi kimsenin duymasını istemiyorduk. Beşimizin de kanaati oydu ki, hak edeni kazandıralım, siyasi ve diğer baskılara boyun eğmeyelim. Biliyorduk ki, katılım yoğun olacak ve herkes bir "referans'la bizi rahatsız edecekti, çünkü Türkiye'nin gerçeği buydu. Bunun için çok dikkatli davranıyorduk.

İl'e ikindi vakti gittik, ikindi namazını kılmak içirt tarihi bir cami olup olmadığını sorduk. Biliyorduk ki bu ilimiz cami bakımından biraz fakirdi. Tarihi bir cami olduğunu söylediler. Beş arkadaş, arabamıza atlayarak oraya gittik. Kimse bizi tanımıyor, zaten cami de şehrin biraz dışında, ikindi namazı kılınmış, caminin avlusu boş. Beşimiz de şadırvana oturarak abdest almaya başladık. Ayakkabılarımı çıkarıp çoraplarımı da sıyırmaya başlamıştım ki, ayaklarımın önüne bir takunya kondu. Bu takunyaları önüme kim bıraktı diye başımı kaldırınca, yüzüme tebessümle bakan, yirmibeş yaşlarında bir gençle karşılaştım:

"Ben buraları bilirim, siz yabancıya benziyorsunuz; namaz kılana hizmet, Allah'ın rızasını kazandırır, Allah kabul etsin!" dedi. Gencin tebessümü, davranışı bizi çok etkiledi. Sordum: "Sen kimsin? Adın nedir?"

"Adım Bilâl. Bu mahallede oturuyorum."

Bir an abdest almayı bırakarak, gençle ilgilenmeye başladım.

"Ne işle meşgulsün Bilâl?"

"Şimdilik işim yok. Ama inşallah yakında işe gireceğim."

"Nasıl olacak o?" dedim. Yüzüne huzurun ve mutluluğun tebessümünü kuşanarak:

"Üç gün sonra …….. Müdürlüğünde sınavla adam alınacak. Rabbim, oraya girmeyi nasip edecek; inşallah" dedi.

Arkadaşlarım da abdest alırlarken, Bilâl'le aramızda geçen bu diyaloga kulak vermişlerdi.

"Peki Bilâl, bu zamanda işe girmek zor, senin torpilin var mı? Referansın kim? İşe nasıl gireceksin?"

Bilâl'in o mütevekkil halini hiç unutamıyorum!

Hepimizin üzerinde bomba tesiri oluşturacak sözü söyleyiverdi:

"Benim referansım Allah (cc)'tır; ne güzel vekildir O. Dün gece O'na dilekçemi sundum. Hiç yetimin duasını geri çevirir mi O?"

Yâ Rabbi! Ne işe tutulmuştuk! Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Gözlerimin buğulandığını ona göstermemeliydim.

"Bilâl, baban yok mu?"

"Yok, ben üç yaşındayken ölmüş. Anneciğim büyüttü beni."

Temiz bir saflık üzerindeydi. Bütün söylediklerini gönülden söylüyordu. Bu, o kadar meydanda idi ki, kalbi adeta yüzüne vurmuştu.

"Askerliğini yaptın mı?"

"Yaptım ya, hem de çavuş olarak."

"Evli misin Bilâl?" Bir anda gözleri yere düştü. Yine o mütevekkil hâli bütün yüzünü kaplamıştı.

"He ya, evli değil de sözlüyüm, inşallah, işe girer girmez hemen düğünümü yapacağım!"

"Ama Bilâl, üç gün sonraki sınav için o kadar kesin konuşuyorsun ki, sanki kazanmış gibisin!"

Gözlerini ufka dikti, daldı, sustu ve biraz sonra:

"Ben Rabbimi seviyorum, inanıyorum ki O da beni seviyor. Seven sevene yardım etmez mi?"

Ona söyleyecek lâf bulamıyordum. Allah, bizi kocaman kocaman(!) müdürleri, Bilâl kuluna hizmet etmek için oraya göndermişti, adeta. Kim müdür, kim garibandı? Bilâl dilekçesini büyük makama verince, melekler harekete geçtiler, daireler, müdürler harekete geçtiler ve hep birlikte ona koşmaya başladılar; çünkü emir büyük makamdandı. Allah'a malik olan insanın mahrumiyeti söz konusu olabilir miydi? Sormaya devam ettim:

"Bari Bilâl, evlenecek kız bulabildin mi? Bu zaman-da hem yetim, hem de işsize kim kız verir ki?"

Başını salladı ve "doğru" diyerek ekledi:

"Zor nişanlandım ya. Allah razı olsun, kayınpederim olacak olan insan, "Sözde Müslüman" değil, hakiki mü'min. "Bu zamanda namazında-niyazında damat nerde bulunur, hem rızkı veren Allah'tır" dedi ve kızını bana verdi. Rabbim rızkımızı verecek inşallah."

Bilâl lise mezunuydu. Üçyüz kişinin katıldığı yazılı sınavı başarıyla geçti. Ve bizler, önümüze sunulan -Bakanlık dahil- tüm referansları bir kenara koyarak, Bilâl'in referansını en öne koyduk.

Mülakat gününe kadar bizi göremedi. Mülakata girdiğinde karşısında bizi görünce birden şaşırdı, yüzü kızardı ve gözleri yere düştü. Sessizliği bozdum:

"Bilâl, bizi tanıdın mı?"

"Evet!"

"Peki ne diyeceksin şimdi?"

Ağlamaya başladı. Çocuk gibi ağlıyordu. İster istemez bizler de ona uyduk. Sabah makamında hıçkırıklar boğazımızda düğümlenmişti.. Bilâl, ellerini kaldırdı ve dua etmeye başladı:

"Ey Rabbim, ben niyazımı Sana sunmuştum. Hâlimi Sana açmıştım. Şimdi burdaki müdürlerime karşı mahcubum. Ey Allah'ım, ben Sen'den başkasından istememeyi istedim, Sen'den, yine de öyleyim." Sessizlik odayı doldurmuştu. "Ne olur bana izin verin çıkayım" dedi.

"Peki Bilâl" dedik, "Güle güle, Allah işini, aşını, eşini mübarek kılsın!" . .

Allah'tan isteyenler muratlarına erdiler de gayrısından isteyenler helak oldular. Allah dilerse bütün dünyayı Bilâllere hizmetçi yapar. Bilâl yüreğine ve saflığına ulaşmak gerek.



Çevrimdışı meyvrik

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 06 Şub 2021 08:21:15
🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹
                        SU OLSA DA İÇSEM
                                (Menkıbe)
🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹
O Server “sallallahü aleyhi ve sellem” sekiz yaşlarında dedesini kaybedince, amcası Ebu Talibin evinde kalmaya başlamıştı.

Ebu Talibin çocukları sabah kalktıklarında saçları dağınık, gözleri çapaklı iken, o Server, Cennet kokan saçları taranmış olarak kalkıyordu yatağından.

Üstelik gözleri sürmelenmiş, yüzü pırıl pırıldı.
Belli ki, bu hizmeti gören melekler vardı.

ÇOK SUSADIM

Ebu Talip ile aziz yeğeni “sallallahü aleyhi ve sellem” sahraya çıkmışlardı bir gün.
Hava çok sıcaktı.

Epey yol yürüdükten sonra Ebu Talip mecalsiz kalmıştı susuzluktan.

Gayr-i ihtiyari mırıldandı:
- Çok susadım. Su olsa da içsem!

Ancak sahrada su ne arasın.
O Server, amcasının “Susadım” dediğini işitince yere çöktü hemen.
Topuklarının kumlara değdiği noktadan bir pınar kaynamaya başladı.

Suyu gayet lezizdi.
Ve de serin.

Ebu Talip kana kana içip giderdi susuzluğunu.

Bu, bir mucizeydi tabii.
Hak teâlâ her şeye kadirdir şüphesiz.
Hele ki, şerefine bütün kâinatı yarattığı “Sevgili Habibi” için bu bir şey midir?

ŞU ZATI TANIYOR MUSUNUZ?

İnsanların ve cinlerin Peygamberi yirmi yaşlarında iken melekler görünmeye başladı kendilerine.

Bir gün, yine iki melek göründü.
Ve biri diğerine Resulullah efendimizi göstererek sordu:

- Şu zatı tanıyor musun?
- Tanımaz mıyım.

- Kimdir peki?
- O, bütün alemlerin hidayetine sebep olacak Peygamberdir. Ama henüz davet zamanı gelmedi.

HEPİNİZ BİR SÜRÜNÜN ÇOBANI GİBİSİNİZ

Sevgili Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, eshab-ı kiramla sohbet ederken;
- Koyun gütmeyen hiçbir Peygamber yoktur, buyurdular.

Sahabilerden biri sordu:
- Siz de koyun güttünüz mü ya Resulallah?
- Evet, benim de güttüğüm olmuştur.

Büyüklerden birine sordular:
- Bütün Peygamberlerin koyun gütmüş olmalarının hikmeti nedir acaba?

Buyurdu ki:
- Çobanlık yapanlarda merhamet hissi çoğalır. Böylece ümmetlerini daha çok hatırlamalarına vesile olur bu iş.

Nitekim kendileri de bir gün buyurdular ki:
- Ey eshabım, hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Nasıl ki çoban, sürüsünü her tehlikeden korursa, siz de evlerinizde ve emirleriniz altındakileri Cehennem ateşinden korumalısınız.
🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹

Çevrimdışı meyvrik

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 07 Şub 2021 08:42:39
🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹
                TAM BİR İNSAN AZMANIYDI
                                (Menkıbe)
🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹
Kâfirlerin içinde iri yarı, çok kuvvetli bir cengaver vardı.
Amr bin Abdud

Tam bir insan azmanı.
Karşısına çıkacak kimse yoktu o devirde.
Bir savaşta o varsa, mutlak galip gelirdi o taraf.

İşte bu Amr, küffârla birlikte Hendek harbine gelmiş, dövüşmek için er istemişti Müslümanlardan.

Peygamber efendimiz aleyhisselam, hazret-i Ali’yi “radıyallahü teâlâ anh” çağırıp;
- Ya Ali, çık şu Amr’ın karşısına! buyurdular. Allah yardımcın olsun.

Hazret-i Ali;
- Baş üstüne! dedi.

Ve ilerleyip yiğitçe dikildi kâfirin karşısına.

Ve sordu:
- Ya Amr! Senin, Kureyşe verdiğin bir sözün varmış, öyle mi?

Amr homurdandı:
- Ne sözüymüş o?

- Kureyşten her kim benden iki şey isterse, muhakkak birini yaparım demişsin, doğru mu?
- Evet, öyle bir söz vermiştim vaktiyle.

- Bilirsin, ben de Kureyştenim. Benim de senden iki isteğim var şimdi.
- Söyle bakalım, neymiş onlar?

- Birincisi, iman et de kurtar şu vücudunu “sonsuz Cehennem” den!

Amr yüzünü buruşturdu.
- Geç bunu ya Ali, öbür isteğini söyle!

- Öyleyse sen bu cengi bırak ve Mekke’ye dön!

Amr dişlerinin arasından fısıldadı:
- Giderim, ama bir şartla.

- Nedir şartın?
- Ebu Bekir’in, Ömer’in ve Osman’ın başlarını kesip de öyle geri dönerim.

BEN İZİN VERİR MİYİM?

Şah-ı merdan gök gürler gibi gürledi:
- Ey ahmak! Ben izin verir miyim ki kılına dokunasın onların?

Bu söz fena kızdırdı Amr’ı.
- Ya Ali! Lafına dikkat et. Genç olmasaydın şu anda öldürürdüm seni.

Allah’ın Aslanı kükredi:
- Ama ben, seni öldüreceğim. Resulullah efendimizin duası var bende.

Amr’ın, kan sıçradı beynine.
Zira beklemiyordu bunu ondan.

Attan inip şiddetle savurdu kılıcını.
Hazret-i Ali, kalkanıyla kurtuldu bu korkunç darbeden.

Ama parçalandı çelik kalkanı.
Hamle sırası ona gelmişti.

Bir anda kaldırdı Zülfikârı.
Havada hızla döndürüp şiddetle çaldı Amr’ın boynuna.

Sanki şimşek çakmıştı.
Kâfirin miğferli başı bir yana uçarken, oluk gibi kan fışkırıyordu devrilen iri vücudundan.

“Tekbir” sesleri sardı dört bir yanı.
Selameti kaçmakta buldu kâfirler.
🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹

Çevrimdışı meyvrik

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 414
  • 1.832
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 08 Şub 2021 08:51:57
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸
          YA EBA BEKİR, ÇOK SIKINTIDAYIM
                               (Menkıbe)
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸
Hazret-i Ebu Bekir’ in “radıyallahü anh” yanına biri geldi bir gün.

Ve dert yandı:
- Ya Eba Bekir, çok sıkıntıdayım.

- Hayırdır, nedir derdin?
- Acilen onbin akçeye ihtiyacım var.

Hazret-i Ebu Bekir üzüntüsünü bildirdi:
- Yardımcı olmayı çok isterdim ama şu an için mümkün değil.

- Neden?
- Bütün servetimi fakirlere dağıttım. Dünyalık hiç birşey kalmadı elimde.

Adam büktü boynunu:
- İyi ama senden başka gidecek kimsem yok ki benim. Ne olur, bir şeyler yap da kurtar beni bu dertten.

Hazret-i Ebu Bekir “radıyallahü teâlâ anh” dayanamadı.

Ve kalkıp gitti zengin bir yahudiye:
- Bana onbin akçe ödünç verebilir misin?
- Veririm, ama bir şartla.

- Nedir şartın?
- Üç gün sonra ödeyeceksin.

- Olur, öderim inşallah.
- Ya ödeyemezsen?

- Ödeyemezsem köle olurum sana. Ya çalıştırırsın beni, ya da satarsın.
- Tamam, anlaştık o zaman.

GÖZYAŞINDAN MÜCEVHER

Yahudiden onbin akçeyi alıp verdi o fakire.
Ancak üç gün içinde ödeyemedi.

Sözünü yerine getirmek için çıktı evden.
Ama kızı hazret-i Aişe çok ağladı arkasından.

Akan gözyaşlarından irice bir "mücevher" yarattı Hak teâlâ.

O bunu görünce çok sevindi.

Ve koşup yetiştirdi o mücevheri babasına:
- Babacığım bunu sat da, öde borcunu.

Hazret-i Ebu Bekir, aldı o mücevheri.
Kuyumcuya giderken Hak teâlâ emretti hazret-i Cebraile:

- Ya Cebrail! Cennet hazinesinden onbin altın alıp yetiş Ebu Bekir’e. O altınlarla satın al onun elindeki mücevheri.

Hazret-i Cibril, herhangi bir insan şekline girip, bir anda geldi hazret-i Ebu Bekir’in yanına:
- Ya Eba Bekir! O elindekini bana satar mısın?
- Olur, satarım.

- Onbin altına alırım onu.
- Peki, ben de sattım, dedi.

Ve onbin altını alıp gitti o yahudiye.

Yahudi, altınları görünce çok şaşırdı.
Zira dünya altınlarına benzemiyordu bunlar.

Şöyle ki; ön yüzünde “İhlas-ı şerif” yazılıydı.
Arkasında “Kelime-i tevhid”.

Çok duygulandı.
Kalbinde tatlı tatlı bir şeylerin dolaştığını hissetti.
Ve oracıkta söyledi “Şehadet” i.

Peki ya o altınlar?
Allah yolunda dağıttı hepsini.
🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK