İbretlik Hikayeler

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.889
  • 227.984
  • 28.889
  • 227.984
# 04 Mar 2015 17:16:11
Bizim çocukluğumuzda annelerimiz çalışmazdı.
Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.
Hatta Babamın bile anahtarı yoktu.
Annem evimizin bir parçası gibiydi, hep evdeydi.
Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da
gidilecek bir yer yoktu ki. . .
En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.
Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.
Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.
Okula arkadaşlarımızla gider, birlikte çıkar, oynaya, zıplaya yürüyerek gelirdik.
Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi.
Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık.
Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.
Mahallemizdeki teyzeler Annemiz gibiydi.
Susayınca girer evlerine su içerdik.
Ya da pencereden bize bir sürahi bir bardak uzatırlar, hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.
Kısacacı evine gidip gelen elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.
Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi.
Bu bazen bir kurabiye, bazen bir meyve olurdu.
Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık.
Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.
Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştırırlardı bizi...
Polisler gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.
Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz,
onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi,
en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine oyuna dalardık.
Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık.
Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık.
Azar işitip, acillere taşınmazdık.
Düşerdik ekmek çiğner basarlardı alnımıza, oyuna devam ederdik.
Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.
Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.
Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki.
Komşumu tanımıyorum ama evinin camında,
temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsin der konuşurum.
Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem.
Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece ;
bilmem kaç kuruş hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.
Evlerimiz var, içinde yaşayan yok.
Parklarımız var, içinde oynayan çocuk yok.
Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar,
ışıl ışıl vitrinler, girip çıkan yapay insanlar...
Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz..
Tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız,
onlara dede, nene diye hatırını soran çocuklarımız yok oldu.
Ben kapılarında ' vale ' lerin, ' bady ' lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir.
Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp,
taksidini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek ters gelir bana.
Benim değildir bu kültür. Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.
Nedir bunlar?
Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.
Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.
İyi de neden böyle olduk ?
Biz mi istemiştik? Yoksa birileri mi böyle istedi?..

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.889
  • 227.984
  • 28.889
  • 227.984
# 04 Mar 2015 19:31:15
Nakşî silsilesinin büyüklerinden Şeyh Hasan El-Harakânî Hazretleri'nin kendisine mürid olmak isteyen bir kişi ziyaret maksadıyla evine gelip kapısını çaldı. Hasan-ı Harakânî Hazretleri evde yoktu. Karısı açtı kapıyı:

- "Kim o, ne istiyorsunuz?" diye sordu.

Adam çok uzaklardan geldiğini, Sâdâtı görmek istediğini söyledi.

Kadın ziyarete gelen adama:

- "Sen deli misin? Nesi var o adamın görecek? Bir de ta Talkan'dan gelmişsin. Onun inanılacak bir tarafı yoktur. Her hareketi saçmalıklarla doludur. Onu sizin gibi akılsızlar şımartıyor, o da kendisini bir şey zannediyor. Var git işine, kendini boşuna yorma!" dedi.

Nasıl olurdu bu? Mübareğin hanımı resmen kendisine münkirlik yapıyordu.

Ziyarete gelen adam, kadından bu sözleri dinledi ama, yine de kalbi bozulmuş değildi, inanıyordu, Hasan-ı Harakânî Hazretleri'nin büyüklüğüne...

"Bu kadın ne sapık bir kadınmış. Ben illâ da onu bulacağım" diyerek çarşıya çıktı ve Mübareğin nerede olabileceğini sordu. Onu tanıyanlardan birkaç kişi dağda olabileceğini ve oduna gitmiş olduğunu söylediler.
Adam dağın yolunu tuttu, içinden bazı şeyler geçiyor, bu adam hakkında neden bu kadar kötü konuştu bu kadın diye düşünüyordu ki, şehirden epeyce uzaklaşmıştı.
Baktı ki karşıdan acayip bir şey geliyor. Ama öyle bir geliş ki, tozu dumana katarak geliyor.
İyice gelen şeyin ne olduğu farkedilecek kadar yaklaştığında baktı ki, bir arslan, arslanın arkasında bir hayli odun, üzerinde de bembeyaz entarili, nûrdan yüzlü ve heybetli bir adam oturmakta...
Şaşırmıştı adamcağız, bu nasıl şeydir böyle diye...

İyice yaklaştıktan sonra Hasan El-Harakânî Hazretleri arslanın üzerinden indi.
Adam hemen Mübareğin sağ eline yapışıp ziyaret aldı.

Harakânî Hazretleri kendisini ziyarete gelen adama şöyle dedi:
- "Biliyorum başına neler geldiğini... Eve gittin, sana bir takım şeyler söylediler ama, sen inanmadın. Fakat şunu iyi bil ki, sabır bütün sıkıntıları savar. Ben o kadına sabretmeseydim belki de bu dereceye ulaşamazdım. Ben onun yükünü çekmeseydim, bu arslân da benim yükümü çekmezdi." dedi.

Ziyarete gelen müridin imanı bir kat daha artmıştı. Orada ona teslim oldu ve müridlik şerefine nail oldu...

Şeyh Hasan-ül Harakânî Hazretleri'nin merkad-i şerîfi Kars'ta medfundur.

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 04 Mar 2015 19:37:00
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Nakşî silsilesinin büyüklerinden Şeyh Hasan El-Harakânî Hazretleri'nin kendisine mürid olmak isteyen bir kişi ziyaret maksadıyla evine gelip kapısını çaldı. Hasan-ı Harakânî Hazretleri evde yoktu. Karısı açtı kapıyı:

- "Kim o, ne istiyorsunuz?" diye sordu.

Adam çok uzaklardan geldiğini, Sâdâtı görmek istediğini söyledi.

Kadın ziyarete gelen adama:

- "Sen deli misin? Nesi var o adamın görecek? Bir de ta Talkan'dan gelmişsin. Onun inanılacak bir tarafı yoktur. Her hareketi saçmalıklarla doludur. Onu sizin gibi akılsızlar şımartıyor, o da kendisini bir şey zannediyor. Var git işine, kendini boşuna yorma!" dedi.

Nasıl olurdu bu? Mübareğin hanımı resmen kendisine münkirlik yapıyordu.

Ziyarete gelen adam, kadından bu sözleri dinledi ama, yine de kalbi bozulmuş değildi, inanıyordu, Hasan-ı Harakânî Hazretleri'nin büyüklüğüne...

"Bu kadın ne sapık bir kadınmış. Ben illâ da onu bulacağım" diyerek çarşıya çıktı ve Mübareğin nerede olabileceğini sordu. Onu tanıyanlardan birkaç kişi dağda olabileceğini ve oduna gitmiş olduğunu söylediler.
Adam dağın yolunu tuttu, içinden bazı şeyler geçiyor, bu adam hakkında neden bu kadar kötü konuştu bu kadın diye düşünüyordu ki, şehirden epeyce uzaklaşmıştı.
Baktı ki karşıdan acayip bir şey geliyor. Ama öyle bir geliş ki, tozu dumana katarak geliyor.
İyice gelen şeyin ne olduğu farkedilecek kadar yaklaştığında baktı ki, bir arslan, arslanın arkasında bir hayli odun, üzerinde de bembeyaz entarili, nûrdan yüzlü ve heybetli bir adam oturmakta...
Şaşırmıştı adamcağız, bu nasıl şeydir böyle diye...

İyice yaklaştıktan sonra Hasan El-Harakânî Hazretleri arslanın üzerinden indi.
Adam hemen Mübareğin sağ eline yapışıp ziyaret aldı.

Harakânî Hazretleri kendisini ziyarete gelen adama şöyle dedi:
- "Biliyorum başına neler geldiğini... Eve gittin, sana bir takım şeyler söylediler ama, sen inanmadın. Fakat şunu iyi bil ki, sabır bütün sıkıntıları savar. Ben o kadına sabretmeseydim belki de bu dereceye ulaşamazdım. Ben onun yükünü çekmeseydim, bu arslân da benim yükümü çekmezdi." dedi.

Ziyarete gelen müridin imanı bir kat daha artmıştı. Orada ona teslim oldu ve müridlik şerefine nail oldu...

Şeyh Hasan-ül Harakânî Hazretleri'nin merkad-i şerîfi Kars'ta medfundur.
+5

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.889
  • 227.984
  • 28.889
  • 227.984
# 05 Mar 2015 14:53:59
Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti.

O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, "Bir insanın ana vatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır."Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, "Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır." Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.
Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. "Oğlum bugün ödevini yaptın mı?" Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da
*sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, "cık" sesini çıkarıyordu.* Kızıyordum, söyleniyordum, "Niye yapmıyorsun ödevini!" diyordum.
Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. "Ben ne biçim babayım," diye kendime sordum. Seminer için geldiğim*
İstanbul'dan çalışma yerim olan Kayseri'ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!*
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam.
Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?*
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, "Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış!
Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz."

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim.
Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve "Hayır!" anlamına gelen "cıkk" dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım.

Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti.

"Ne büyük tehlike!" diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, "Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın," demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim!
Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!*
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye.
Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler.
Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. "Çok mu kötü hocam?" diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. "Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?"

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım.
İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. "O kadar mı kötü?" diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım.
Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum.Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
"Gel seni yeniden kucaklayayım!" dedim. Kucaklaştık.
"Çocuklar Gülsün diye!" yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur.
Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler.
Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.
Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

Doğan CÜCELOĞLU

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 05 Mar 2015 17:04:45
Eski vak'aları bilip söyleyenlerden bir hikaye dinle de, bu üstü örtülü sırdan bir koku al.
Bir yılancı, efsunlarla yılan tutmak için dağlık yerlere gitti.
Arayan ister yavaş gitsin, ister hızlı, nihayet aradığını bulur. İki elini de aramaktan çekme. Aramak, yolda en iyi bir kılavuzdur.
İnsan, geçim için, rahatlık için yılan arar; gamdan kurtulmak için gam yiyip durur. O da karda kışta dağları dönüp dolaşmakta, iri bir yılan arayıp durmaktaydı. Derken bir dağda, iri bir ölü yılan gördü. Şeklinden bile gönlü korku ile doldu. Yılancı, o şiddetli kış mevsiminde yılan ararken o koskoca ölü ejderhayı gördü. Yılancı, halkı hayretlere düşürmek için o yılan aldı.
İşte sana halkın bilgisizliği! İnsan, bir dağa benzer. Dağ nasıl aldanır, nasıl olur da bir yılana hayran olur? Zavallı âdemoğlu kendisini tanımadı, bilmedi. Fazilet makamından gelip, bu noksan âlemine düşüverdi. İnsan kendisini ucuza sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı gitti! Yüz binlerce yılan ve dağ ona hayranken, o niçin hayretlere düştü, yılan sevdasına kapıldı?
Yılancı, o ejderhayı aldı; halkı hayrete düşürmek için Bağdat"a getirdi. Birkaç kuruş kazanmak için, o çadır direği gibi ejderhayı çekip sürükledi. “Ölü bir ejderha getirdim. Avlamak için ne zahmetler çektim” diyordu. O, ejderhayı ölü sanıyordu. Fakat iyi dikkat etmemişti; çünkü ejderha diriydi. Kıştan, soğuktan donmuş, kaskatı kesilmişti. Diriydi, ama ölü gibi görünüyordu.
Âlem de donmuştur da adı "cemad" (cansız) olmuştur. Üstadım! Camid, "donmuş/cansız" demektir. Mahşer güneşi doğuncaya kadar sabret de âlem cisminin hareketini gör. Mûsâ"nın elinde asâ, yılan oldu ya… Bütün âlemi de buna kıyas et.
Yılancı, o yılanı yüzlerce zahmetle çeke çeke Bağdat"a kadar geldi. O maceracı adam, çarşıda bir hengâmedir koparmak için yılanı Şat kıyısına[3] koydu. Bağdat şehrinde bir gürültüdür koptu. “Bir yılancı ejderha getirmiş! Görülmemiş, kocaman bir şey! Nasıl da avlamış?” diye, yüz binlerce ahmak adam toplandı. Ahmaklıklarından onlar da yılancı gibi yılana avlandılar. Onlar, yılanı görmek için bekleşiyorlardı. Yılancı da, etraftaki halk tamamıyla toplansın diye bekliyordu. “Halk iyice toplansın da elime geçecek para çok olsun” diyordu. Yüz binlerce meraklı ahmak toplandı, sıkı sıka halka oldular. İzdihamdan, erkeğin kadından haberi yoktu. Kıyamet günü gibi, herkes birbirlerine girmişti.
Yılancı, yılanı sardığı kilimi kımıldattıkça, halk onu görmek için parmaklarının ucuna basıp boyunlarını uzatıyordu. Ejderha, karakıştan donmuştu. Yüz çeşit kilim ve örtünün altındaydı. Yılancı, ihtiyatı elden bırakmamış, onu kalın iplerle bağlamıştı. Fakat halkın toplanmasını beklerken epeyce bir zaman geçmiş, Irak güneşi, yılanın üstüne vurmuştu. Güneş onu epeyce ısıtınca bedenindeki soğukluk, uyuşukluk sıyrılıp gitmişti. O müddet zarfında ölü bir halde bulunan ejderha dirildi, kımıldamaya başladı. Ölü yılanın kımıldadığını gören halkın hayreti bir iken yüz bin oldu. Şaşkınlıklarından bağrışarak hep birden kaçışmaya başladılar. Ejderha, halkın gürültüsü arasında çatır çatır bağlarını koparmaya başladı. Bağlarını koparıp kilimin altından sıyrılınca bir de ne görsünler, aslan gibi kükreyen çirkin ejderha! Kaçarken halk birbirini çiğnedi. Hezimette birçok kişi ayakaltında kalıp öldüler. Ölülerden yüzlerce yığın oldu.
Yılancı, “Ben meğerse dağdan, ovadan ne getirmişim!” diye korkusundan yerinde kaskatı kaldı, kaçamadı. O kör koyun, kurdu uyandırdı; cahilce Azrail"in yanına kendi ayağıyla gitti. Ejderha o ahmağı bir lokma ediverdi. Haccac"a[4] kan dökmekten kolay ne var? Ejderha yılancıyı yuttuktan sonra, bir direğe sarılıp kendisini sıkarak, karnındaki adamın kemiklerini çatır çatır kırdı.
Ey insanoğlu! Senin nefsin de bir ejderhadır. O nasıl olur da ölüdür? Ölmüş görünse bile ölmemiştir. Günah işlemek için eline fırsat geçmediğinden ötürü, gamdan uyuşmuş bir halde, donmuş gibi beklemektedir. Nefis güçlense, fırsat bulsa, Firavun"un eline geçenler onun da eline geçse neler yapmaz?!
Nefis ejderhası, yokluğa, yoksulluğa, fakirliğe düşerse, elinde bir kurtcağıza dönüşür. Fakat mevki ve mal yüzünden nefis sivrisineği büyür, çaylak kesilir! Nefis ejderhasını ayrılık karları içinde tut. Aklını başına al da, sakın onu Irak güneşinin altına getirme. Dikkat et! Ejderhan donmuş bir halde iken selâmettesin, fakat kurtuldu, kendine geldi mi ona lokma olursun. Onu mat et de mat olmaktan emin ol. Ona acıma; o, acımaya ve iyiliğe layık değildir. Üstüne şehvet güneşinin harareti vurdu mu, o geberesice hemen yarasa gibi kanatlarını çırpmaya, uçmaya başlar. Onunla yiğitçe cihad et ve savaş ki, buna karşılık Allah sana kendisiyle buluşmayı ihsan etsin.
O adam ejderhayı getirip de o korkunç şey, sıcak havada kendine gelince, o fitneleri meydana çıkardı. Azizim, hatta söylediklerimizin yüz kat üstününü yaptı!
Sen o nefse zahmet ve eziyet vermeden, riyazet ve mücadehe etmeden, onu uslu, rahat ve vefakâr bir halde tutmayı mı umuyorsun? Nefsi zabtetmek her aşağılık kişiye nasip mi olur? Ejderhayı öldürmek için Mûsâ olmak gerek. Hz. Mûsâ"nın ejderha şekline giren asasından korktukları için, yüz binlerce kişi kaçarken ayak altında kalmış, Hakk"ın takdiri ile ölüp gitmişlerdi! (Mesnevi Cilt: III, beyit nu: 976-1066)

Çevrimdışı seliali

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.869
  • 31.328
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 4.869
  • 31.328
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 05 Mar 2015 17:24:51
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Eski vak'aları bilip söyleyenlerden bir hikaye dinle de, bu üstü örtülü sırdan bir koku al.
Bir yılancı, efsunlarla yılan tutmak için dağlık yerlere gitti.
Arayan ister yavaş gitsin, ister hızlı, nihayet aradığını bulur. İki elini de aramaktan çekme. Aramak, yolda en iyi bir kılavuzdur.
İnsan, geçim için, rahatlık için yılan arar; gamdan kurtulmak için gam yiyip durur. O da karda kışta dağları dönüp dolaşmakta, iri bir yılan arayıp durmaktaydı. Derken bir dağda, iri bir ölü yılan gördü. Şeklinden bile gönlü korku ile doldu. Yılancı, o şiddetli kış mevsiminde yılan ararken o koskoca ölü ejderhayı gördü. Yılancı, halkı hayretlere düşürmek için o yılan aldı.
İşte sana halkın bilgisizliği! İnsan, bir dağa benzer. Dağ nasıl aldanır, nasıl olur da bir yılana hayran olur? Zavallı âdemoğlu kendisini tanımadı, bilmedi. Fazilet makamından gelip, bu noksan âlemine düşüverdi. İnsan kendisini ucuza sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı gitti! Yüz binlerce yılan ve dağ ona hayranken, o niçin hayretlere düştü, yılan sevdasına kapıldı?
Yılancı, o ejderhayı aldı; halkı hayrete düşürmek için Bağdat"a getirdi. Birkaç kuruş kazanmak için, o çadır direği gibi ejderhayı çekip sürükledi. “Ölü bir ejderha getirdim. Avlamak için ne zahmetler çektim” diyordu. O, ejderhayı ölü sanıyordu. Fakat iyi dikkat etmemişti; çünkü ejderha diriydi. Kıştan, soğuktan donmuş, kaskatı kesilmişti. Diriydi, ama ölü gibi görünüyordu.
Âlem de donmuştur da adı "cemad" (cansız) olmuştur. Üstadım! Camid, "donmuş/cansız" demektir. Mahşer güneşi doğuncaya kadar sabret de âlem cisminin hareketini gör. Mûsâ"nın elinde asâ, yılan oldu ya… Bütün âlemi de buna kıyas et.
Yılancı, o yılanı yüzlerce zahmetle çeke çeke Bağdat"a kadar geldi. O maceracı adam, çarşıda bir hengâmedir koparmak için yılanı Şat kıyısına[3] koydu. Bağdat şehrinde bir gürültüdür koptu. “Bir yılancı ejderha getirmiş! Görülmemiş, kocaman bir şey! Nasıl da avlamış?” diye, yüz binlerce ahmak adam toplandı. Ahmaklıklarından onlar da yılancı gibi yılana avlandılar. Onlar, yılanı görmek için bekleşiyorlardı. Yılancı da, etraftaki halk tamamıyla toplansın diye bekliyordu. “Halk iyice toplansın da elime geçecek para çok olsun” diyordu. Yüz binlerce meraklı ahmak toplandı, sıkı sıka halka oldular. İzdihamdan, erkeğin kadından haberi yoktu. Kıyamet günü gibi, herkes birbirlerine girmişti.
Yılancı, yılanı sardığı kilimi kımıldattıkça, halk onu görmek için parmaklarının ucuna basıp boyunlarını uzatıyordu. Ejderha, karakıştan donmuştu. Yüz çeşit kilim ve örtünün altındaydı. Yılancı, ihtiyatı elden bırakmamış, onu kalın iplerle bağlamıştı. Fakat halkın toplanmasını beklerken epeyce bir zaman geçmiş, Irak güneşi, yılanın üstüne vurmuştu. Güneş onu epeyce ısıtınca bedenindeki soğukluk, uyuşukluk sıyrılıp gitmişti. O müddet zarfında ölü bir halde bulunan ejderha dirildi, kımıldamaya başladı. Ölü yılanın kımıldadığını gören halkın hayreti bir iken yüz bin oldu. Şaşkınlıklarından bağrışarak hep birden kaçışmaya başladılar. Ejderha, halkın gürültüsü arasında çatır çatır bağlarını koparmaya başladı. Bağlarını koparıp kilimin altından sıyrılınca bir de ne görsünler, aslan gibi kükreyen çirkin ejderha! Kaçarken halk birbirini çiğnedi. Hezimette birçok kişi ayakaltında kalıp öldüler. Ölülerden yüzlerce yığın oldu.
Yılancı, “Ben meğerse dağdan, ovadan ne getirmişim!” diye korkusundan yerinde kaskatı kaldı, kaçamadı. O kör koyun, kurdu uyandırdı; cahilce Azrail"in yanına kendi ayağıyla gitti. Ejderha o ahmağı bir lokma ediverdi. Haccac"a[4] kan dökmekten kolay ne var? Ejderha yılancıyı yuttuktan sonra, bir direğe sarılıp kendisini sıkarak, karnındaki adamın kemiklerini çatır çatır kırdı.
Ey insanoğlu! Senin nefsin de bir ejderhadır. O nasıl olur da ölüdür? Ölmüş görünse bile ölmemiştir. Günah işlemek için eline fırsat geçmediğinden ötürü, gamdan uyuşmuş bir halde, donmuş gibi beklemektedir. Nefis güçlense, fırsat bulsa, Firavun"un eline geçenler onun da eline geçse neler yapmaz?!
Nefis ejderhası, yokluğa, yoksulluğa, fakirliğe düşerse, elinde bir kurtcağıza dönüşür. Fakat mevki ve mal yüzünden nefis sivrisineği büyür, çaylak kesilir! Nefis ejderhasını ayrılık karları içinde tut. Aklını başına al da, sakın onu Irak güneşinin altına getirme. Dikkat et! Ejderhan donmuş bir halde iken selâmettesin, fakat kurtuldu, kendine geldi mi ona lokma olursun. Onu mat et de mat olmaktan emin ol. Ona acıma; o, acımaya ve iyiliğe layık değildir. Üstüne şehvet güneşinin harareti vurdu mu, o geberesice hemen yarasa gibi kanatlarını çırpmaya, uçmaya başlar. Onunla yiğitçe cihad et ve savaş ki, buna karşılık Allah sana kendisiyle buluşmayı ihsan etsin.
O adam ejderhayı getirip de o korkunç şey, sıcak havada kendine gelince, o fitneleri meydana çıkardı. Azizim, hatta söylediklerimizin yüz kat üstününü yaptı!
Sen o nefse zahmet ve eziyet vermeden, riyazet ve mücadehe etmeden, onu uslu, rahat ve vefakâr bir halde tutmayı mı umuyorsun? Nefsi zabtetmek her aşağılık kişiye nasip mi olur? Ejderhayı öldürmek için Mûsâ olmak gerek. Hz. Mûsâ"nın ejderha şekline giren asasından korktukları için, yüz binlerce kişi kaçarken ayak altında kalmış, Hakk"ın takdiri ile ölüp gitmişlerdi! (Mesnevi Cilt: III, beyit nu: 976-1066)
6 saat😞
+++1

Çevrimdışı hacile

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 28.889
  • 227.984
  • 28.889
  • 227.984
# 05 Mar 2015 23:59:54
Kim Allah’a Kavuşmayı Severse | Bir Kıssa Bin Hisse
Hz. Âişe [r.a] validemiz anlatıyor:
Rasûlullah [s.a.v] buyurdu ki:
Kim Allah’a Kavuşmayı Severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Kim Allah’la buluşmayı hoş görmezse Allah da onunla buluşmayı hoş görmez.”
Ben bunu duyunca:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Bu bahsettiğiniz durum ölümü hoş görmemek midir? Halbuki bizim hiçbirimiz ölümden hoşlanmaz.” diye sordum;
Rasûlullah [s.a.v] şöyle buyurdu:
“Hayır, durum o değil. Fakat mü’mine ölüm geldiğinde melekler tarafından kendisine Allah’ın rahmeti, rızası ve cenneti müjdelenir. İşte o zaman mü’min Allah’a kavuşmayı sever, Allah da ona kavuşmayı sever. Ölen kâfir ise ona Allah’ın azabı ve gazabı haber verilir. O zaman kâfir Allah’a kavuşmayı hoş bulmaz, Allah da ona kavuşmaktan hoşnut olmaz.
Kaynak; [Buhârî, Rikâk, 41; Müslim, Zikir, 5 [nr: 2065]

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 06 Mar 2015 20:19:39
Bir haftanın yorgunluğundan sonra baba ,pazar sabahı kalkmış .eline gazetesini almış ve akşama kadar oturup dinlenecek olmanın tadını çıkartayım demiş,

Ama baba bunları düşünürken oğlu yanına gelmiş ve kendisini parka götürmek için geçen hafta söz verdiğini hatırlatmış.

Canı hiç dışarı çıkmak istemediği için bir bahane bulup evde oturayım dinleneyim diye düşünmüş.Birden gazetenin promosyon olarak verdiği dünya haritasi gözüne ilişmiş.

Bu haritayi önce parçalara ayırmış.Oğluna uzatmış:

Oğlum bu haritayi birleştirebilirsen hemen gidelim parka demiş.

Sonra da içinden derin bir ohh çekmis.Bunu dünyanın cografya profösörlerinden birini getirsen yine de bir araya toplayamaz.İyi düşündüm diye sevinmiş..

Aradan 10 dakika geçmeden çocuk koşarak babasının yanına gelmis.

Baba haritayı düzelttim parka gidebiliriz demiş.

Adam önce inanmamış ve görmek istemiş.

Görünce de şaşırarak nasıl yaptığını sormuş…

Çocuk demiş ki; bana verdiğin haritanın arkasında insan resmi vardı.........

İNSANI DÜZELTİNCE DÜNYA KENDİLİĞİNDEN DÜZELDİ....

Çevrimdışı adamın biri

  • Bilge Üye
  • *****
  • 5.099
  • 23.864
  • 5.099
  • 23.864
# 06 Mar 2015 20:22:06
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
"BİR ANNENİN OĞLUNA YAZDIĞI İBRETLİK
MEKTUP" Annemin sadece bir gözü vardı. Öteki gözü
çukurdu, yani yeri boştu. Ondan nefret
ediyordum. Çünkü bu durum beni
arkadaşlarımın arasında utandırıyordu.
Babam, ben daha küçükken bir kazada
öldüğünden, ailemizi geçindirmek de anneme
kalmıştı. Bunun için okulda aşçılık yapıyordu.
İlk okulda iken bir gün annem bana
"merhaba" demeye gelmişti. Sanki, yerin
dibine geçmiştim. Bunu bana nasıl
yapabilirdi.? Onu görmezden geldim, ona
nefretle bakarak oradan kaçtım...
Ertesi gün sınıfta bir arkadaşım bana, "..Senin
annenin sadece bir gözü var. Diğeri ne
biçim.!" Dedi. Diğerleri de gülüşüyorlardı. O
anda yerin dibine girmek ve de annemin
ortadan kaybolmasını istedim.
Bu yüzden, o gün onunla karşılaşınca dedim
ki:
-"Beni gülünç duruma düşüreceğine, ölsen
daha iyi!.." Annem karşılık vermedi. Sadece, tek gözüyle
bana biraz baktı ve uzaklaştı gitti...
Dediklerim hakkında bir saniye bile
düşünmemiştim, çünkü çok kızmıştım. Onun
duyguları beni hiç ilgilendirmiyordu. Onu
evde istemiyordum ama ev onun üzerineydi...
Çok çalıştım, kendime yeter oldum, sonunda
Singapur'a okumaya gittim.
Bir süre sonra da evlendim. Birikimime borç
ekleyerek kendime bir ev aldım.
Daha sonra çocuklarım oldu ve hayatımdan
memnundum. Annemi unutmuştum...
Bir gün annem bizi ziyarete gelmişti. Öyle ya,
kaç yıldır beni görmemişti.
Kapıya gelince, çocuklarım tek gözlü birini
görünce birden korktular, sonrada güldüler.
"Babaanneniz" diyemedim. İçeri girince ilk
fırsatta ona:
-"Evime gelip çocuklarımı nasıl korkutabilirsin
.? Buradan hemen git.!" Dedim
Bu çıkışıma annem kısık bir sesle:
-"Kusura bakmayın, ben yanlış adrese geldim
galiba.!" Dedi ve çıktı-gitti...
Aradan yine uzun bir zaman geçmişti.
Bir gün "mezunlar toplantısı" için okulumdan
bir mektup aldım.
Karıma; "..iş seyahatine gidiyorum" diye
bahane uydurdum.
Mezunlar toplantısından sonra, birden aklıma
düştü.'Sadece meraktan' eski evime gittim.
Eski komşularımıza sorduğumda, "annemin
öldüğünü" söylediler.
Önce biraz sevinç duyar gibi oldum ama
içimde bir burukluk ve sızı hissettim.
Ben şaşkınca beklerken, "bana verilsin diye
annemin bir mektup bıraktığını" söylediler.
Açtım ve okumaya başladım:
_En sevgili oğlum... Her zaman seni
düşündüm.
Singapur'a gelip çocuklarını korkuttuğum için
üzüldüm...
Mezunlar gününde geleceksin diye çok
sevindim ve bekledim.
Ama; "seni görmek için yataktan kalkabilir
miyim" diye çok düşündüm...
Seni büyütürken, 'tek gözümle' sürekli bir
utanç kaynağı olduğum için de üzgünüm...
biliyormusun biricik oğlum. .?
Sen küçücükken, babanla birlikte bir kaza
geçirmiştin. Baban öldü fakat sen, bir gözünü
kaybetmiştin. Bir anne olarak, senin tek bir
gözle büyümene dayanamazdım...
Bu yüzden, babandan kalan tarlayı satarak,
ameliyat masraflarına yatırdım.
İşte, şimdi o yeri boş olan gözüm var ya, onu
sana vermiştim. Nakil çok başarılı geçmişti,
hiç fark edilmiyordu. "O gözle, biricik oğlum
görüyor ya..." diye çok mutlu oluyordum. Ana
yüreği ya oğul, sana 'sen benim gözümle
görüyorsun 'diyemedim...
Başarılarından dolayı seninle o kadar gurur
duyuyordum ki, bu bana yetiyordu.
Her şeye rağmen, sen benim oğlumsun...
Bütün sevgilerimle... Annen.
| Sadece 1 Anneniz Var. Annenizi Üzmeyin...
+1

Çevrimdışı Gülirem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 5.123
  • 17.811
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 5.123
  • 17.811
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 06 Mar 2015 22:08:48
Hacile öğretmenim,  bizim çocukluğumuzda...hikâyesi çok güzelmiş.


          KABEYİ GÖREMEDİM
Sultan, Ayasofya'da arkasında bulunan ve çoğunluğu devlet erkanından oluşan cemaate  namaz kıldırmak
icin hazırdır.  Tekbirini alır,  fakat bağlamaz ellerini Sultan...  Onu, arkadan fark eden cemaat de bağlamaz ellerini, yana salar. Ikinci defa kaldırır ellerini Sultan, ama yine bağlamaz...  Üçüncü tekbir için ellerini kaldırır ve namaza durur bu defa Sultan.

Namaz sonunda  cemaatte bir merak, bu halin sebebini öğrenmek isterler... Sorar Sultan a yakın  olan isimler:
" Sultanım neden üç defa tekbir aldınız? " Gönlü Allah sevgisi ile dolu olan Sultan cevaplar:
"Ne yapayım.  Ancak üçüncü tekbirde Kabeyi karşımda görebildim. "

Çevrimdışı seliali

  • Bilge Meclis Üyesi
  • *****
  • 4.869
  • 31.328
  • 2. Sınıf Öğretmeni
  • 4.869
  • 31.328
  • 2. Sınıf Öğretmeni
# 07 Mar 2015 07:00:32
SEN BU SUYU GÖNÜL ATEŞİYLE ISITMIŞSIN....

Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri, her sabah, hiç aksatmadan, erkenden kalkar, hocasının abdest suyunu ısıtıp hazırlayarak bekler.
Bir sabah uykuya dalmış ve ancak vaktin sonuna doğru uyanabilmiştir.
Hocasının ayak sesleri gelir. 
Fırlayıp kalkar. İbriği kaptığı gibi koşar, fakat ısıtmaya vakit yoktur.
Hocasının yanına varır varmasına ama buz gibi suyu dökmeye kıyamaz.
İbriği göğsüne bastırmış bekler.
Hocası Üftade Hazretleri eğilerek:
 Haydi, evladım, suyu dök, der.
Hüdaî ise ibrik göğsünde, öylece durur…
Buz gibi suyu, çok sevdiği hocasının ellerine dökmeye bir türlü kıyamaz.
Üftade Hazretleri tekrar söyler tatlı ve müşfik sesiyle:
 Haydi, evladım, geç kalıyoruz. Ne duruyorsun?
Deyince dökmeye başlar suyu çekine çekine…
İçinden bir şeylerin koptuğunu hisseder.
Öylesine üzülmüş, öylesine üzülmüştür ki tarif edilmez.
Adeta bu üzüntü ve ıstırap bir ateş olmuş yüreğini yakmaktadır.
Elleri titreye titreye döker suyu bu duygular içinde.
 Aman evladım! Der Üftade Hazretleri, bu su ne kadar da çok ısınmış böyle!
Bu sözler üzerine içinde bulunduğu duygulardan uyanan Hüdaî'nin üzüntüsü iyice artar.
Hocasının îma yollu uyarıda bulunduğunu düşünür.
 Affedin hocam, der… Dalmışım, geç uyandım, suyu ısıtmaya vakit kalmadı.
Ne yapacağımı bilemedim. Ne olur, ne olur beni affedin, diye inler adeta.
 Nasıl olur evladım! Der. 
Görmüyor musun?
Bu su ne kadar da sıcak! 
Şaşırır Hüdai Hz. leri…
Haaa anlaşıldı! Der… 
Üftade Hazretleri!
Sen bu suyu gönül ateşiyle ısıtmışsın!
Evladım, der Üftade Hazretleri Aziz Mahmud Hüdaî'ye, bu hal senin hizmetinin tamam olduğunu gösteriyor artık…

Aziz Mahmut Hüdai HZ. Hayatından Alıntıdır...

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 07 Mar 2015 16:12:38
Padişahın yüzüğündeki yazı

[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]

Çevrimdışı ferdem

  • Bilge Üye
  • *****
  • 4.415
  • 27.381
  • 4.415
  • 27.381
# 07 Mar 2015 16:19:14
Bu da Geçer Ya Hû!   
Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini tavsiye ederler.
Derviş yola koyulur,birkaç köylüye daha rastlar.Onların anlattıklarından Şakirin bölgenin en zengin kişilerinden biri olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad  adında başka bir çiftlik sahibidir.

Derviş Şakir’in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de aileside hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır…

Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin olduğun için hep şükr et.”der. Şakir ise şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen gerçeğin ta kendisi değildir.Bu da Geçer Ya Hû!    ”

Derviş Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Bir kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir’i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylüler ile sohbet ederken Şakir den söz eder. “Haa o Şakir’mi” der köylüler, “O iyice fakirledi, şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor.”

Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider, Şakir’i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkarıdır.

Şakir bu kez Derviş’i son derece mutevazi olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır… Derviş vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı alır: Üzülme… Unutma,bu da geçer…”

Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olup biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı içinde bütün varını yoğunu en sadık hizmetkarı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır. Şakir Haddad’ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır.

Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu da geçer…”

Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da Geçer Ya Hû!   ”

Derviş, “ölümün nesi geçecek?” diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır nede mezar. Büyük bir sel gelmiş,tepeyi önüne katmış, Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır…

O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın… Hiç kimse Sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş’i bulup yardım isterler. Derviş, Sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük Sultan’a sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “”Bu da Geçer Ya Hû!    yazmaktadır.

Çevrimdışı paptyaeylüler

  • Uzman Üye
  • *****
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 1.071
  • 7.292
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 07 Mar 2015 20:27:46
Satılık Köpek Yavruları" ilanın altında küçücük bir çocuğun başı gözüktü ve çocuk dükkan sahibine sordu:
"Köpek yavrularını kaça satıyorsunuz?"
Dükkan sahibi,
"30 dolarla 50 dolar arasında değişiyor fiyatları" dedi.
"Benim 2 dolar 37 sentim var" dedi çocuk,
"Bir bakabilir miyim yavrulara?"
Dükkan sahibi gülümsedikten sonra bir ıslık çaldı ve köpek kulübesinden beş tane yumak halinde yavru çıktı. Yavrulardan biri arkadan geliyordu. Küçük çocuk yürümekte zorluk çeken sakat yavruyu işaret edip sordu:
"Bunun nesi var?"
Dükkan sahibi onun kalça çıkığı olduğunu ve hep sakat kalacağını açıkladı. Küçük çocuk heyecanlanmıştı.
"Ben bu yavruyu satın almak istiyorum."
Dükkan sahibi,
"Hayır, o yavruyu satın alman gerekmiyor. Eğer gerçekten istiyorsan, o yavruyu sana bedava veririm."
Küçük çocuk birden sinirleniverdi. Dükkan sahibinin gözlerinin içine dik dik bakarak,
"Onu bana vermenizi istemiyorum. O da diğer yavrular kadar değerli ve ben fiyatını tam olarak ödeyeceğim. Aslında, size simdi 2 dolar 37 sent vereceğim ve geri kalan borcumu da her ay 50 sent olarak tamamlayacağım."
Dükkan sahibi çocuğu ikna etmeye çalıştı.
"Bu köpeği gerçekten satın almak istediğini sanmıyorum. Bu yavru hiç bir zaman diğer yavrular gibi koşup, zıplayamayacak ve seninle oynayamayacak."
Bunun üzerine küçük çocuk eğildi, pantolonunu sıvadı ve büyük bir metal parçasının desteklediği sakat bacağını dükkan sahibine gösterip tatlı bir sesle,
"Ben de çok iyi koşamıyorum ve bu yavrunun kendisini çok iyi anlayacak bir sahibe gereksinimi var" dedi.

Çevrimdışı ugurlucky

  • Üyeliği İptal Edildi
  • 12.957
  • 33.478
  • Müdür Yardımcısı
  • 12.957
  • 33.478
  • Müdür Yardımcısı
# 07 Mar 2015 21:21:59
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Satılık Köpek Yavruları" ilanın altında küçücük bir çocuğun başı gözüktü ve çocuk dükkan sahibine sordu:
"Köpek yavrularını kaça satıyorsunuz?" Dükkan sahibi,
"30 dolarla 50 dolar arasında değişiyor fiyatları" dedi.
"Benim 2 dolar 37 sentim var" dedi çocuk,
"Bir bakabilir miyim yavrulara?" Dükkan sahibi gülümsedikten sonra bir ıslık çaldı ve köpek kulübesinden beş tane yumak halinde yavru çıktı. Yavrulardan biri arkadan geliyordu. Küçük çocuk yürümekte zorluk çeken sakat yavruyu işaret edip sordu:
"Bunun nesi var?" Dükkan sahibi onun kalça çıkığı olduğunu ve hep sakat kalacağını açıkladı. Küçük çocuk heyecanlanmıştı.
"Ben bu yavruyu satın almak istiyorum." Dükkan sahibi,
"Hayır, o yavruyu satın alman gerekmiyor. Eğer gerçekten istiyorsan, o yavruyu sana bedava veririm." Küçük çocuk birden sinirleniverdi. Dükkan sahibinin gözlerinin içine dik dik bakarak,
"Onu bana vermenizi istemiyorum. O da diğer yavrular kadar değerli ve ben fiyatını tam olarak ödeyeceğim. Aslında, size simdi 2 dolar 37 sent vereceğim ve geri kalan borcumu da her ay 50 sent olarak tamamlayacağım." Dükkan sahibi çocuğu ikna etmeye çalıştı.
"Bu köpeği gerçekten satın almak istediğini sanmıyorum. Bu yavru hiç bir zaman diğer yavrular gibi koşup, zıplayamayacak ve seninle oynayamayacak." Bunun üzerine küçük çocuk eğildi, pantolonunu sıvadı ve büyük bir metal parçasının desteklediği sakat bacağını dükkan sahibine gösterip tatlı bir sesle,
"Ben de çok iyi koşamıyorum ve bu yavrunun kendisini çok iyi anlayacak bir sahibe gereksinimi var" dedi.
asil sakat olan saticiymis bence

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK