Mutluluk Üzerine...
Mutluluğun yerini, ona nasıl ulaşılacağını merak edenler için...
Bir çokları gibi bende düşündüm, insanları mutlu eden şeyler, büyük emeller, büyük amaçlar, büyük tutkular, büyük beklentiler midir diye... Bırakın kumarhaneleri, at yarışlarını, ama en azından, devletin Loto, Toto, Sayısal Loto, Millî Piyango gibi kumar kuruluşlarına olan büyük rağbete bakarak bu soruya, "Evet, öyle!" denilebilir. Oysa, kendilerine "Önemlice bir ikramiye kazanırsanız ne yaparsınız?" diye soru sorulan kişilerin yanıtlarına bakarsanız pek de öyle olmadığını görürsünüz. Pek çoğu, "Bir ev alırım, bir araba alırım" diye yanıtlar sizi. Bir dünya gezisine çıkarım diyenler, parmakla gösterilecek kadar azdır. Bir kısmı ise, paramı vadeli mevduata yatırır, çalışmadan yaşarım der. Öteki dünyadaki yerini sağlamlaştırmak için hayır yapacağını söyleyenlere de rastlanır aralarında...
Para içinde yüzen insanlar, daha doğrusu o parayı emek harcamadan kazananlar, paralarıyla ne yapacaklarını bilemezler. Gece kulüplerinde tabak kırarak, ceket yakarak eğlendiklerini sananlar, göbek dansçılarının koyunlarına dolarları tıkıştıranlar, orta yere para saçanlar, düğünlerde, partilerde kompleksini tatmin edecek şekilde şampanya patlatanlar, aslında mutluluğun ne olduğunu bilmeyenlerdir.
Tabiî, kıt kanaat geçinecek kadar para kazanabilenler de ne yapacaklarını bilemezler! Türkiye'de, yirmi birinci yüzyılın başında, asgarî ücret, dört kişilik bir ailenin ekmek parası; bir gecelik mutluluk parası bile değil!
Orta sınıfın hali de farklı değil. Sabahları çok erken bir saatte kalkar, akşamdan kalma çökelmiş kahvelerini ısıtıp, aceleyle bir iki lokma atıştırarak yollara dökülürler, yoğun trafik akışına dalar, egzoz kokularını içlerine çekerek iş yerlerine ulaşırlar. İşlerinden hoşlanıp hoşlanmadıklarını, iş arkadaşlarını sevip sevmediklerini düşünmeye bile fırsat bulamadan aslında akıllarından hiç çıkmayan, bir sabah ansızın işsiz kalabilecekleri korkusuyla, akşama kadar bir robot gibi çalışır, öğleyin, çok kez ayakta, fast-food yiyip kola içer, akşam olunca yorgunluktan bitkin bir hâlde evlerine dönerler. Eşlerine sarılacak, çocuklarıyla oynayacak güçleri bile kalmamıştır. Akşam yemeğinde televizyon seyreder, daha sonra, yine televizyon karşısında, koltuk ya da kanepelerinde bir süre uyukladıktan sonra yataklarına çekilir ve hemen uyurlar. Evet, evlerinde her çeşit dayanıklı tüketim malı vardır. Fırın, çamaşır ve bulaşık makineleri, buzdolapları, televizyonlar, en gelişmiş müzik setleri, kapının önünde arabaları... "Acaba?" diyor insan...
"Para mutluluk getirmez, ama parasız da mutluluk olmaz!"........
Haydi bu kategorilerin dışında olanlar var diyelim. Hoşlandıkları bir işte çalışıyor olsunlar. Kazandıkları da onlara haydi haydi yetsin. Günlerinde mesai saati diye bir şey olmasın. Canlarının istediğini istedikleri zaman yapabilsin bu insanlar... Hayal, ütopya ama neyse olsun. Bana kalırsa böyle kişiler bile mutluluğun yanından geçemezler. Neden mi? Çünkü hep korktukları bir şeyler vardır. Çünkü her an, ne ölçüde dayanıklı inşa edildiğini bilmedikleri evlerinin 7.2 şiddetinde bir depremle kafalarına çöküp çökmeyeceği konusunda şüpheliler. Suratlarını bir kalaşnikoftan çıkan mermilerin dağıtıp dağıtamayacağından, kontak anahtarını çevirir çevirmez arabalarının havaya uçup uçmayacağından emin değiller. Ramazanda oruç tutmadıkları için evlerinin taşlanabilme ihtimalini ve de tesettürlü dolaşmadığı için eşlerinin sokak serserilerinin saldırısına uğrayabilme ihtimalini düşünmek zorundalar. Herkes öyle aslında. Her an tepelerine hafifletilmiş bir nükleer uçak mermisinin düşebileceğini düşünmek zorunda herkes... Ne acı değil mi?
Eeee... Ne yapacağız peki mutlu olabilmek için?
Cevabını ben de bilemiyordum. Ta ki geçenlerde sıradan bir Şarlo güldürüsü izleyene kadar. Charlie Chaplin, filmin bir sahnesinde, ormanlık ve karlı bir yerde; çevresinde kan gövdeyi götürüyorken; bombalar, tüfekler ateş saçıyorken, bir elinde tüfeği, saf saf sağına soluna bakınıyor, gözü biraz ilerde karlar arasında yeni açmış bir kardelen çiçeğine ilişiyor. Tüfeğini bir yana bırakarak eğilip, çiçeği kopararak yakasına iliştiriyor. Her şeye karşın mutlu olduğu belli.
Bir süre düşündüm o sahne hakkında. Şarlo'nun ne demek istediğini biraz geç anlayabildim... Mutluluk neredeydi, savaş meydanı nerede?.. Her şey bir yana herhalde mutluluğu bulmak o kadar da zor bir şey değil.. Kasmaya gerek yok gibi... Hem kassan ne fark eder ki?
öğretmen olmaktan mutlumuyuz ? konusuna yazdığım düşüncelerimle çelişerek buraya aktardım. çok güzel bir yazı. okumanızı tavsiye ederim.
şarlonun yerinde ben olsaydım ne yapardım?
diye düşündüm...yorgunluktan uyuyakalırdım...savaş meydanında bile...