Hasan Âli Yücel, “Biz, istiklal mücadelesinden itibaren sosyal hayatımızda yaptığımız büyük devrimleri köylere götürecek adam yetiştirmek isteriz. Çünkü ümmet devrinin böyle bir adamı vardır. Bu, imamdır. İmam, insan doğduğu vakit kulağına ezan okuyarak, vefat ettiği vakit mezarının başında telkin vererek, doğumundan ölümüne kadar bu cemiyetin manen hâkimidir. Bu manevi hâkimiyet, maddi tarafa da intikal eder. Çünkü köylü hasta olduğu vakit de sual mercii imam olur. Biz imamın yerine, köye devrimci düşüncenin adamını göndermek istedik” sözüyle bunun önemini vurgulamıştı.
Karşıtlar güçleniyor
Tartışan, sorgulayan gençler, ülkenin ve dünyanın etrafında gelişen olayları daha iyi kavrıyor, olaylara daha farklı bir gözle bakıyorlardı. Hak, hukuk kavramlarını bildiklerinden köylerdeki ağalık ve aşiret düzenine başkaldırıyorlardı. Artık köylüler ağaların önünde diz çökmüyor, şeyhlerin, şıhların eteklerini öpmüyor, toprak sahiplerinin karşısında eğilmiyordu. Elbette ki bu şekilde yetişen gençlerin çoğalması, bazı zümreler için büyük bir tehlikeyi işaret ediyordu. Şehirlerdeki bu insanlar, köy enstitülerinden yetişen gençleri sürekli olarak aşağılıyor, türlü saçmalıklar öne sürerek enstitülerin kapatılması için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde kültür tarihi dersleri de veren Sabahattin Eyüboğlu, bu karşıtların sözlerini Köy Enstitüleri Üzerine adlı denemelerinde toplamıştı. “Bunlar Shakespeare’in, Gogol’un eserlerini okuyorlarmış, güler misin, ağlar mısın? Bu eserleri biz bile okuyup anlayamıyoruz”, “Köylü çocuklarını şımartıyoruz. Enstitüde okuduk diye çalımlarından geçilmiyor. Göreceksiniz bunlar bize kafa tutacaklar. Besle kargayı oysun gözünü”, “Kendim görmesem inanmazdım. Ankara Halkevi’nde Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri Fraust’u görmeye gelmişler. İlkin asker zannettim. Kaba saba elbiseler, kapkara yüzler, korkunç bir ter kokusu. Bir facia. Bunlar öğretmen olacak da…” tarzında hafifsemelerle aslında kendilerini aşağılayan bu insanları Eyüboğlu, “Kemalist devrime inanmayan şehirliler” olarak nitelendirmişti.
Köy enstitülerinin kapatılması süreci de büyük ölçüde bir korkuya dayanıyordu. Buradan yetişen öğrenciler vurgulandığı gibi bilime önem veriyor, ülke sorunlarını tartışıyor, ağalık sistemini ve köylünün geri kalmışlığını sorguluyordu. Bilinçlenen köylü haktan ve hukuktan güç alıyor, ağalara, beylere, tarikat şeyhlerine karşı çıkıyordu. Atatürk ilke ve devrimlerini her şeyi üzerinde tutuyor, tüketimi değil üretimi savunuyordu. Bu yüzden köy enstitülerine karşı olanlar, büyük ölçüde Cumhuriyet değerlerine de karşı olanlardı. Buna karşılık, ülkede hızla yükselen bir karşı devrim süreci başlatılmıştı ve Demokrat Parti (DP) kurulmuştu. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin içinden ve dışarıdaki muhaliflerin örgütlenmesi sonucu kurulan DP, karşı devrim sürecini başarıyla yürütüyordu. Muhaliflerin tek derdi vardı. O da köy enstitülerinden yetişen gençlerden duydukları rahatsızlıktı. Bu gençlerin “komünist” olduklarını öne sürüyorlar ve enstitülerin kapatılmasını istiyorlardı. Yaklaşmakta olan 1946 seçimleri, ülkede yepyeni bir süreci başlatmak üzereydi. Çok partili sürecin ilk adımı olan seçimler öncesi güçlenen muhalifler, CHP içindeki muhalifleri de yanlarına çekerek Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye müthiş bir baskı uyguluyorlardı. Sonuçta istediklerini başardılar ve enstitülerin amaçlarından saptıklarını iddia edenler, 1946 yılında yapılan müfredat değişikliği ile enstitüleri gerçek amaçlarından uzaklaştırdılar. 1950 yılında DP’nin iktidar olmasının ardından Adnan Menderes’in başbakanlığı döneminde ise 16 bin 400 öğretmen, 7 bin 300 sağlık memuru, 8 bin 756 eğitmen yetiştirmiş olan köy enstitülerinin içleri tamamen boşaltılmış, 1953 yılında ise kapatılmıştır. Sonuç olarak Kemalist devrim karşıtlarından büyük eleştiriler alan köy enstitülerini kimileri “komünist yuvası”, kimileri ise “köylü çocuklara angarya işlerin yüklenildiği” yerler olarak görüp, gerçek değerlerini anlayamadılar.
Peki, köy enstitüleri kapatılmasaydı ve bu hayal devam ediyor olsaydı, şimdiki yaşantımıza ne tür yansımaları olabilirdi? İşlenilmemiş toprak, kullanılmamış su, okumayan çocuk ve genç, üretim yapmayan fabrika kalır mıydı? Özelleştirme belası ülkemizin dört bir yanını kaplamış olur muydu? Yeteneksiz siyasetçiler elinde heba olmuş bir ulus mu olurduk? “Babalar gibi satarım” zihniyeti mi aşılanırdı halka, yoksa üretim içinde eğitim şiarı mı? Varoş kelimesini biliyor olur muyduk acaba? Ya da terör belasını? Gelişmişliğini, kalkınmışlığını sağlamış köyler boşaltılmak zorunda kalır mıydı? Ya da köyden kente göç ihtiyacı? Töre cinayetleri ya da berdelleri mi okurduk gazetelerin üçüncü sayfalarında? Yolsuzluk, hırsızlık, gasp gibi toplumsal yaralar mı açılırdı zihinlerde? Paralı eğitime gerek mi kalırdı? Ya da eğitimde uçurum yaratan dershanelere? Ulusal kültürümüze ve değerlerimize sahip çıkmalıyız diye haykırmamıza ne lüzum kalırdı? Zaten kültürümüzü yitirip yabancılaşmamış olurduk.
Mustafa Kemal’in işaret ettiği gerçek muasır medeniyetler seviyesine ulaşma hedefimizi, köy enstitülerini kapatarak ıskaladık bizler. Gerçek medeniyet ve uygarlığı Batı değerlerinde aramak yerine, kendi ulusal kültürümüze sahip çıkmayı tercih ettiğimiz gün ise yeniden ışık görünecek koridorun öteki ucunda.
(Nigar Özafacan)