Çin Bambu Ağacı

Çevrimdışı mavado

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 93
  • 3
  • 93
  • 3
# 23 Haz 2007 15:00:45
ATA SPORUMUZ GÜREŞ Mİ ?
  Tüm dünyanın Çinliler'e ait olduğunu düşündüğü karate sanatı aslında özbeöz biz Türkler'e aitmiş. Çinliler kendilerinden daha az sayıda olan Türkler'e karşı savaş meydanlarında perişan oluyorlarmış. Onların deyimiyle; bir türlü bu bir avuç çapulcuyla baş edememişler. Sonuçta Çin Seddi'ni inşa etmişler.

Ama Türkleri durdurmak mümkün mü? Hayır! Duvarı aşıp akın akın geliyorlarmış. Bunun üzerine Çin hükümdarı Türkler'in yenilmezliklerinin sırrını araştırmaları casuslar yollamış. Bunlardan aylarca haber alınamamış. Çin hükümdarı daha fazla casus yollamış. Ama giden gelmiyormuş. En sonunda bir tanesi geri dönebilmiş. Ancak ağır yaralıymış. Türklerin enfes bir dövüş sanatına sahip olduğunu, bu nedenle hiç yenilmediklerini söyleyip son nefesini vermiş.

Çin hükümdarı artık ne yapacağını biliyormuş: başka casuslar yollayıp bu dövüş sanatının inceliklerini öğrenmek. Vezirine ülkedeki Türk'e benzeyen her genci toplayıp getirtmesini ve casus olarak yetiştirilmelerini buyurmuş. Bir kaç ay sonra yüzlerce genç, Türklerin arasına sızmaları için gönderilmiş.

Seneler sonra bu gençlerden sadece üç tanesi birer dövüş ustası olarak geri dönebilmiş. Hemen her birine ayrı okul kurulmuş. Çin kültürüne uygun olarak bu dövüş sanatına ''karate'' adını vermişler. Karate kısa bir sürede ülkenin dört bir yanına yayılmış.

Ama karate öğrenen Çin askerleri, Türklerle ilk savaşlarında yine hüsrana uğramış.Türkler ata sporlarında çok ustalarmış. Bu savaşta bozguna uğrayan hükümdar, karatenin Çin'e gelmesini sağlayan hükümdarın oğluymuş ve ne yapacağını bilememiş. Ama babasının veziri, kurnaz bir adammış, yeni bir plan geliştirmiş. Hükümdar da bu planı çok beğenmiş.

Çok iyi işleyen plan şöyleymiş: Önce Türkleri pasif hale getirmek için, "güreş" adında bir spor geliştirmişler. Güreş kelimesi eski Çince'de ''pasiflik'' anlamına geliyormuş. Güzel Çinli prensesler aracılığıyla bu sporu Türk beylerine oradan da halka benimsetmişler. Sonuçta Türkler'in karateden iyice kopmasını sağlamışlar. Birkaç kuşak sonra Türkler karateyi tamamen unuturken Çinliler karatenin ustası olmuşlar. Bu yolla Çinliler, Türkler'i yenmekle kalmamış onların Orta Asya'dan göç etmelerine neden olmuşlar. Şimdi de gerçek ata sporumuzu bize öğretiyorlar. 
:) 8) :)

Çevrimdışı mavado

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 93
  • 3
  • 93
  • 3
# 23 Haz 2007 15:02:13
HAYAT SANTRANCI

Genç bir adam kendi yöresinde çok tanınan bir bilgenin yanına gitti. Derdi biraz farklıydı. Genç yaşında hep başarı kazanmıştı. Babasından devraldığı küçük işi hızla büyütmüş, zengin olmuştu. Çevresindeki herkes ona saygı gösteriyordu. Düşmanı yoktu. Evlilikleri başarılı olmuş, çok genç yaşlarda başlayarak birkaç kez baba olmuştu. Ve genç adamın derdi de buradan sonra başlıyordu. Bu kadar erken başarı, çok başarı, çok sayılmak yüzünden bütün çevresindeki insanları "küçük" görmeye başlamıştı. Genç adam için "önemli" hiçbir iş, hiçbir insan, hiçbir durum kalmamıştı. Hiçbir konuşmayı birkaç dakikadan fazla dinleyemiyor, okumaya başladığı herşeyi birkaç dakika içinde elinden bırakıyordu.

Bilge kişi genç adamı uzun uzun dinledi. Genç adam anlattıkça anlattı.Sonra da bilge kişi sordu: "Yaparken zevk aldığın, her şeyden daha fazla ilgini çeken hiçbir şey yok mu?" Genç adam bir süre düşündü ve cevap verdi: "Satranç..." dedi, "Ama satrancı da çok iyi oynadığım için rakip bulamıyorum." Bilge kişi "Güzel" dedi, "Burada bir öğrencim var, o da iyi satranç oynuyor." Öğrencisini çağırdı, satranç masası kuruldu. Genç adam ve öğrenci karşılıklı oturdular. Bilge kişi aniden "Bir dakika" dedi, "Bu satranç karşılaşması biraz farklı olacak. Kaybeden, kafasını da kaybedecek. Kaybedenin kafasını ben kendi elimle, kendi hançerimle keseceğim. Tamam mı?" Öğrencisi "Tabii efendim" deyince genç adam da daha zayıf bir sesle "Tamam" dedi.

Oyun başladı. "Her şeyi en iyi yapan", "Her şeyde en başarılı" genç adam boncuk boncuk terliyordu. Yaptığı her atak bilgenin öğrencisi tarafından ustaca savuşturuluyordu. Genç adam terlemeye devam ediyordu. Bir süre sonra savunmaları düşmeye başladı. Öğrenci usta hamlelerle genç adamı sıkıştırmıştı. Genç adam bir an bilge kişiye baktı. Gözleri korku doluydu. Bilge kişi o an, bir el darbesiyle satranç masasını devirdi: "Tamam bitti! Hiç kimsenin kafası kesilmeyecek!" Genç adam önüne bakıyordu. Bilge kişi konuştu: "İşte tekrar tutkuyu yaşadın... Dikkatini toplamayı öğrendin... Hiç kimseyi küçümsememen gerektiğini gördün... Her an ölümün yanında yaşadığın için her şeye değer vermen gerektiğini anladın..." Sonra bilge ve öğrencisi yere saçılmış satranç taşlarını birlikte toplayıp kutusuna koydular. :) 8) :)

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 23 Haz 2007 19:53:19
Bir gün dolmuşa bindim  Çavdır'a gidiyorum. Dolmuşta yanıma genç, güzel bir köylü kadını oturdu. Çok meraklı ve hoşsohbetti. Ardı arkası kesilmeyen sorular soruyordu bana.
-Nerelisin  gali?
-Samsun'luyum.
-Burdur'da ne yapıyyon ?
 -Okuyorum.
Ne okuyyon?
(İşte burada eğitim yüksek okulu  dersem anlamaz belki diye kestirmeden cevap verdim.)
-Öğretmen okulunda. Öğretmen olacağım.
-Ne öğretmeni olacan? 
(Yine  sınıf öğretmeni dersem anlamaz belki diye)
-İlkokul öğretmeni olacağım.
 dedim....Dedim ama birden meraklı gözlerindeki bakış değişti, Acımaklı bir hal aldı...Sonra:
-Olsun gali, olsun.....dedi.
- Memur ol da güçüğünden ol  .... diyerek beni teselli etmeye çalıştı...

                                      BENUSA

Çevrimdışı en_alttaki

  • Uzman Üye
  • *****
  • 567
  • 543
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 567
  • 543
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 23 Haz 2007 20:02:25
Annemin sadece bir gözü vardı. Öteki gözü çukurdu, yani boştu. Ondan nefret ediyordum. Çünkü bu durum beni arkadaşlarımın arasında utandırıyordu. Babam, ben daha küçükken bir kazada öldüğünden, ailemizi geçindirmek de anneme kalmıştı. Bunun için okulda aşçılık yapıyordu. İlk okulda iken bir gün annem bana “merhaba” demeye gelmişti. Sanki, yerin dibine geçmiştim. Bunu bana nasıl yapabilirdi.? Onu görmezden geldim, ona nefretle bakarak oradan kaçtım...

Ertesi gün sınıfta bir arkadaşım bana, “..Senin annenin sadece bir gözü var. Diğeri ne biçim.!” Dedi. Diğerleri de gülüşüyorlardı. O anda yerin dibine girmek ve de annemin ortadan kaybolmasını istedim. Bu yüzden, o gün onunla karşılaşınca dedim ki:
-“Beni gülünç duruma düşüreceğine, ölsen daha iyi!..”
Annem karşılık vermedi. Sadece, tek gözüyle bana biraz baktı ve uzaklaştı gitti... Dediklerim hakkında bir saniye bile düşünmemiştim, çünkü çok kızmıştım. Onun duyguları beni hiç ilgilendirmiyordu. Onu evde istemiyordum ama ev onun üzerineydi...

Çok çalıştım, kendime yeter oldum, sonunda Singapur’a okumaya gittim. Bir süre sonra da evlendim. Birikimime borç ekleyerek kendime bir ev aldım. Daha sonra çocuklarım oldu ve hayatımdan memnundum. Annemi unutmuştum...

Bir gün annem bizi ziyarete gelmişti. Öyle ya, kaç yıldır beni görmemişti. Kapıya gelince, çocuklarım tek gözlü birini görünce birden korktular, sonrada güldüler. “Babaanneniz” diyemedim. İçeri girince ilk fırsatta ona:
-“Evime gelip çocuklarımı nasıl korkutabilirsin.? Buradan hemen git.!” Dedim.
Bu çıkışıma annem sessizce:
-“Kusura bakmayın, ben yanlış adrese geldim galiba.!” Dedi ve çıktı-gitti...

Aradan yine uzun bir zaman geçmişti. Bir gün “mezunlar toplantısı” için okulumdan bir mektup aldım. Karıma; “..iş seyahatine gidiyorum” diye bahane uydurdum. Mezunlar toplantısından sonra, birden aklıma düştü.‘Sadece meraktan’ eski evime gittim. Eski komşularımıza sorduğumda, “annemin öldüğünü” söylediler. Önce biraz sevinç duyar gibi oldum ama içimde bir burukluk ve sızı hissettim. Ben şaşkınca beklerken, “bana verilsin diye annemin bir mektup bıraktığını” söylediler. Açtım ve okumaya başladım:

-"En sevgili oğlum... Her zaman seni düşündüm. Singapur’a gelip çocuklarını korkuttuğum için üzüldüm... Mezunlar gününde geleceksin diye çok sevindim. Ama; “seni görmek için yataktan kalkabilir miyim” diye çok düşündüm... Seni büyütürken, ‘tek gözümle’ sürekli bir utanç kaynağı olduğum için de üzgünüm... Biliyor musun biricik oğlum.? Sen küçücükken, babanla birlikte bir kaza geçirmiştin ve sen, bir gözünü kaybetmiştin. Bir anne olarak senin tek bir gözle büyümene dayanamazdım... Bu yüzden, babandan kalan tarlayı satarak, ameliyat masraflarına yatırdım. İşte, şimdi o yeri boş olan gözümü de sana vermiştim. Nakil çok başarılı geçmişti, hiç fark edilmiyordu. “O gözle, biricik oğlum görüyor ya...” diye çok mutlu oluyordum. Ana yüreği ya oğul, sana “sen benim gözümle görüyorsun” diyemedim... Başarılarından dolayı seninle o kadar gurur duyuyordum ki, bu bana yetiyordu. Her şeye rağmen, sen benim oğlumsun... Bütün sevgilerimle... Annen."

Ben bu mektubu ayaküstü sessizce okurken, etrafımda toplanan komşularım gözlerini silerek, tek tek uzaklaşıyorlardı. Ortada yalnız kalakaldım.....

Çevrimdışı aladag44

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 184
  • 86
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 184
  • 86
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 23 Haz 2007 21:02:11
[linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
Annemin sadece bir gözü vardı. Öteki gözü çukurdu, yani boştu. Ondan nefret ediyordum. Çünkü bu durum beni arkadaşlarımın arasında utandırıyordu. Babam, ben daha küçükken bir kazada öldüğünden, ailemizi geçindirmek de anneme kalmıştı. Bunun için okulda aşçılık yapıyordu. İlk okulda iken bir gün annem bana “merhaba” demeye gelmişti. Sanki, yerin dibine geçmiştim. Bunu bana nasıl yapabilirdi.? Onu görmezden geldim, ona nefretle bakarak oradan kaçtım...

Ertesi gün sınıfta bir arkadaşım bana, “..Senin annenin sadece bir gözü var. Diğeri ne biçim.!” Dedi. Diğerleri de gülüşüyorlardı. O anda yerin dibine girmek ve de annemin ortadan kaybolmasını istedim. Bu yüzden, o gün onunla karşılaşınca dedim ki:
-“Beni gülünç duruma düşüreceğine, ölsen daha iyi!..”
Annem karşılık vermedi. Sadece, tek gözüyle bana biraz baktı ve uzaklaştı gitti... Dediklerim hakkında bir saniye bile düşünmemiştim, çünkü çok kızmıştım. Onun duyguları beni hiç ilgilendirmiyordu. Onu evde istemiyordum ama ev onun üzerineydi...

Çok çalıştım, kendime yeter oldum, sonunda Singapur’a okumaya gittim. Bir süre sonra da evlendim. Birikimime borç ekleyerek kendime bir ev aldım. Daha sonra çocuklarım oldu ve hayatımdan memnundum. Annemi unutmuştum...

Bir gün annem bizi ziyarete gelmişti. Öyle ya, kaç yıldır beni görmemişti. Kapıya gelince, çocuklarım tek gözlü birini görünce birden korktular, sonrada güldüler. “Babaanneniz” diyemedim. İçeri girince ilk fırsatta ona:
-“Evime gelip çocuklarımı nasıl korkutabilirsin.? Buradan hemen git.!” Dedim.
Bu çıkışıma annem sessizce:
-“Kusura bakmayın, ben yanlış adrese geldim galiba.!” Dedi ve çıktı-gitti...

Aradan yine uzun bir zaman geçmişti. Bir gün “mezunlar toplantısı” için okulumdan bir mektup aldım. Karıma; “..iş seyahatine gidiyorum” diye bahane uydurdum. Mezunlar toplantısından sonra, birden aklıma düştü.‘Sadece meraktan’ eski evime gittim. Eski komşularımıza sorduğumda, “annemin öldüğünü” söylediler. Önce biraz sevinç duyar gibi oldum ama içimde bir burukluk ve sızı hissettim. Ben şaşkınca beklerken, “bana verilsin diye annemin bir mektup bıraktığını” söylediler. Açtım ve okumaya başladım:

-"En sevgili oğlum... Her zaman seni düşündüm. Singapur’a gelip çocuklarını korkuttuğum için üzüldüm... Mezunlar gününde geleceksin diye çok sevindim. Ama; “seni görmek için yataktan kalkabilir miyim” diye çok düşündüm... Seni büyütürken, ‘tek gözümle’ sürekli bir utanç kaynağı olduğum için de üzgünüm... Biliyor musun biricik oğlum.? Sen küçücükken, babanla birlikte bir kaza geçirmiştin ve sen, bir gözünü kaybetmiştin. Bir anne olarak senin tek bir gözle büyümene dayanamazdım... Bu yüzden, babandan kalan tarlayı satarak, ameliyat masraflarına yatırdım. İşte, şimdi o yeri boş olan gözümü de sana vermiştim. Nakil çok başarılı geçmişti, hiç fark edilmiyordu. “O gözle, biricik oğlum görüyor ya...” diye çok mutlu oluyordum. Ana yüreği ya oğul, sana “sen benim gözümle görüyorsun” diyemedim... Başarılarından dolayı seninle o kadar gurur duyuyordum ki, bu bana yetiyordu. Her şeye rağmen, sen benim oğlumsun... Bütün sevgilerimle... Annen."

Ben bu mektubu ayaküstü sessizce okurken, etrafımda toplanan komşularım gözlerini silerek, tek tek uzaklaşıyorlardı. Ortada yalnız kalakaldım.....

ÖĞRETMENİM ÇOK GÜZEL BİR YAZI.BİZİMLE PAYLAŞTIĞINIZ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜRLER.BEN "ÇİN BAMBU AĞACI"NIN SADIK OKUYUCULARINDAN BİRİYİM.SİZİN DE YAZINIZI ÇOK BEĞENDİM.BENUSA VE DİĞER YAZAN ARKADAŞLARIMA DA TEŞEKKÜRLER.OKUMAYA DEVAM EDECEĞİM...SAYGILAR...

Çevrimdışı sudee

  • Yönetim Ekibi
  • *****
  • 7.534
  • 14.530
  • 7.534
  • 14.530
# 23 Haz 2007 22:18:56
Yine birbirinden güzel paylaşımlar; çok teşekkür ederim tüm herkese  :)

İşte kısa ama çok anlam taşıyan bir hikaye daha :



Küçük kedi durmadan kuyruğunu kovalıyormuş. Yakalayamadıkça da sinirlenmiş, daha da hırsla atılmış.

Bunu gören büyük kedi, küçük kediye sormuş:

"Neden kuyruğunu yakalamak istiyorsun?"

Küçük kedi cevap vermiş:

"Bana, kuyruğumu yakalarsam mutluluğu bulacağımı söylediler de ondan "

Büyük kedi gülmüş ve demiş ki:

"Yıllar önce ben de senin gibiydim, kovaladım, kovaladım, ama yakalayamadım.

 Bir gün kovalamaktan vazgeçtim ve yürümeye başladım. O benim peşimden geldi."




Mutluluğun sırrı bu mu gerçekten, ne dersiniz ?  :)



Çevrimdışı humeyra7

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.399
  • 4.170
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 2.399
  • 4.170
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 23 Haz 2007 22:40:54

Adam 3 yasindaki kizini, pahali bir hediyelik kaplama kagidini ziyan
ettigi icin azarlamisti. Kucuk kiz, koskoca bir paket altin yaldizli
kagidi bir kutuyu egri bugru sarmak icin kullanmisti....
Yilbasi sabahi kucuk kizi, paketi getirip "Bu senin babacigim"
dediginde uzuldu. Acaba gereginden fazla mi tepki gostermisti kizina...
Bir gece once yaptigindan utandi...
Ne var ki paketi acinca yeniden ofkelendi.Kutunun ici bostu... Kizina gene
bagirdi
"Birisine bir hediye verdiginde, kutunun icinde bir sey olmasi lazim.
Bunuda mi bilmiyorsun kucuk hanim? " Kucuk kiz gozlerinde yaslarla
babasina bakti, " O kutu bos degil ki baba" dedi... "Icini opucuklerimle
doldurmustum!...."
Adam oyle fena oldu ki...Kostu...Kizina sarildi...Beraberce agladilar.
Adam o altin kutuyu omrunun sonuna kadar yataginin basucunda
sakladi. Ne zaman keyfi kacsa, ne zaman morali bozulsa, ne
zaman kendini kotu hissetse, kutuya kosar, icinden minik kizinin
sevgi ile doldurdugu hayali opucuklerinden birini cikarirdi.
ALINTI

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 23 Haz 2007 23:54:59
paylaşımda bulunan ve bambu ağacından yolu geçen herkese çok teşekkür ederim. hepinizin öyküleri de çok harika. ellerinize sağlık.

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 24 Haz 2007 08:07:02
                RÜZGARLA YAPRAK
Rüzgarla yaprak dost oldular. Artık rüzgar savurmuyordu yaprağı.
-Söyle dostum, nereye istersen oraya  götüreyim seni. dedi rüzgar yaprağa.
Yaprak düşündü taşındı, aklına hiçbir şey gelmedi. Tekrar sordu rüzgar :
-Hadi söyle, seni istediğin yere taşıyayım.
Tekrar düşündü yaprak, aklına hiçbirşey gelmedi...
-Bilmiyorum rüzgar kardeş, aklıma hiçbir şey gelmiyor sen söyle. dedi.
Rüzgar:
-Gideceğin yeri bilmedikten sonra rüzgar dostun olsa neye yarar? Savrulur gidersin! dedi ve bildiği gibi esti tekrar. Yaprak yine savruldu. Üstelik savuran bu kez dostuydu...

Çevrimdışı en_alttaki

  • Uzman Üye
  • *****
  • 567
  • 543
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 567
  • 543
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 24 Haz 2007 09:43:31
Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğuna takmış kafayı... Bulduğu hiçbir cevap ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş.. Ama aldığı cevaplar da ona yetmemiş. Fakat mutlaka bir cevabı olmalı diyormuş. Dolaşıp herkese bunu sormaya karar vermiş. Köy, kasaba, ülke dolaşmış bu arada zaman da durmuyor tabi ki. Tam umudunu yitirmişken bir köyde konuştuğu insanlar ona "Şu karşıki dağları görüyor musun, orada yaşlı bir bilge yaşar. İstersen ona git belki o sana aradığın cevabı verebilir." demişler.

Çok zorlu bir yolculuk sonunda bilgenin yaşadığı eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş. Bilge "Sana bunun cevabını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor." demiş. Adam kabul etmiş. Bilge bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş. "Şimdi çık ve bahçede bir tur at tekrar buraya gel. Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin eğer bir damla eksilirse kaybedersin." Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış "Evet, kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı?". Adam şaşkın bir şekilde şunu söylemiş: "Ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki.". Bunun üzerine bilge "Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel." demiş. Adam tekrar bahçeye çıkmış gördüğü güzellikler büyülemiş muhteşem bir bahçedeymiş çünkü. Geri geldiğinde bilge, adama "Bahçe nasıldı?" diye sormuş. Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini anlatmış. Bilge gülümsemiş, "Ama kaşıkta hiç yağ kalmamış." demiş ve eklemiş: "Hayat senin bakışınla anlam kazanır. Ya sadece bir noktayı görürsün hayatın akıp gider sen farkına varmazsın.. Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın akıp giden zamanın anlam kazanır... Hayatının anlamı senin bakışlarında gizlidir.".......

Çevrimdışı esrani

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 173
  • 96
  • 173
  • 96
# 24 Haz 2007 10:21:38
HİDAYET TÜRKOĞLU’NUN YAŞADIĞI GERÇEK BİR OLAY
Ünlü basketbolcu Hidayet Türkoğlu esiyle birlikte, Eminönü’nde geziyordu.

Önce akvaryumcuları dolaştılar, Kapalıçarşı, Nurosmaniye, Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya, Sultanahmet, Topkapı Sarayı, Gülhane Parkı derken, Yeni Caminin önüne kadar geldiler. Orada bağıra bağıra simit satan bir çocuk vardı. Basketbolcu birden durakladı... Sonra simitçiye yaklaştı:
- Simit'in kaça koç ?
- 300 bin abi. Çıtır çıtır....
- Tezgahta kaç simit var ?
- 70-80 tane var herhalde...
- Hepsini alsam ne tutar ?
- Seksen desek 24 milyon.

- Al sana 30 milyon... Farz et ki hepsini aldım...

-Sağ ol abi... sağ ol...

Basketbolcu üç onluk çıkartıp simitçinin önüne bıraktı. Eşi şaşkındı. Üç beş adım yürümüşlerdi ki eşine yaklaşıp fısıldadı.
- Hidayet sen deli misin ?

- Yooo
- Peki yemediğimiz simitlerin parasını niye verdin ?

- Boş ver sorma.
- Diyelim ki soruyorum. Hem de ısrarla soruyorum.

- Öyleyse söyleyeyim.
- Lütfedersiniz beyefendi.

- Tablanın kenarı dikkatini çekti mi ?

- Hayır.

- Baksan görecektin. Tahtaya bir isim kazınmıştı.

- Nasıl bir isim ?

- Hidayet !
- Yoksa ?

- Evet o tezgah, eskiden benimdi.

(Bu hikayeyi Hidayet tv8 de katıldığı bir programda kendisi anlatmıştır..)

Çevrimdışı humeyra7

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.399
  • 4.170
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 2.399
  • 4.170
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 24 Haz 2007 11:13:02
Esrani ve en alttaki öğretmenlerim hikayeler çok etkileyici...zevkle okuyorum..yeni hikayeleri bekliyorum...

Çevrimdışı merve55

  • Uzman Üye
  • *****
  • 261
  • 31
  • 261
  • 31
# 24 Haz 2007 11:26:21
yazılanların hepsi birbirinden güzel.paylaşımlarınız için hepinize çok teşekkür ederim.

Çevrimdışı en_alttaki

  • Uzman Üye
  • *****
  • 567
  • 543
  • 3. Sınıf Öğretmeni
  • 567
  • 543
  • 3. Sınıf Öğretmeni
# 24 Haz 2007 12:19:34
Affet Babacıığım
 Evliliğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve 'Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak' diyerek rest çekti.

Eşini kaybetmeyi göze alamazdı. Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hala onu ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can 'Baba ben de seninle gelmek istiyorum' diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.

Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik can sürekli babasına 'Baba nereye gidiyoruz ?' diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu. Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı. En son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi. Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki Dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu. Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terk etti.

Arabaya bindiler. Can yol çıktıklarında ağlamaya başladı neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. Can 'Baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim' diye sorunca Dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında 'Beni affet baba' diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu 'Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet' diye hatasını belli ediyordu.. Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu...

'Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum 

Çevrimdışı esrani

  • Tecrübeli Üye
  • ****
  • 173
  • 96
  • 173
  • 96
# 24 Haz 2007 13:43:10
Paylaşmaya devam o zaman... ;)

ÇAMURLU AYAKKABILAR
       
Fakir bir ailenin ortanca çocuğuydu. İlkokulu, tek sınıflı bir köy okulunda bitirmişti. Ortaokula devam edebilmek için köyünden kilometrelerce uzaklıktaki ilçeye gitmesi gerekiyordu. Okumaya olan sevgisinden dolayı her gün bu yolu gidip gelmek ona zor gelmiyordu.

Ondan bir yaş büyük olan abisi okumamıştı. İlçede bir lokantada çalışıyordu. Ara sıra geliyordu eve.

Son gelişinde kardeşinin ayağındaki delik ayakkabıları görünce: “Al kardeşim, sen okuyorsun. Sen bunları giy! Hiç olmazsa sen kurtar kendini!” dedi ve kendi ayağında olan ve yeni aldığı botları ona verdi. Çok sevinmişti botlar için. Çünkü kış gelmişti. Biraz büyüktü botlar ama razıydı buna…

Bir gün yine okula gitmek için evden çıkmıştı. Hava yağmurluydu. Ayağında abisinin verdiği botlar vardı. Bin bir zorlukla okula ulaşmıştı; ama ders başladığı için ayakkabılarındaki çamurları yıkayacak vakti kalmamıştı. Dersi de kaçırmak istemiyordu… Öğretmeninden özür dileyerek sınıfa girmiş, sessizce sırasına oturmuştu.

Öğretmen onun çamurlu ayakkabılarla sınıfa girdiğini görünce, ayakkabılarındaki çamurların sebebini sormadan: “Tahtaya gel.” dedi. O, ürkek adımlarla tahtaya yaklaştı. Kıpkırmızı bir yüzle, korku dolu, şaşkın bakışlarla öğretmeni süzüyor; onun söyleyeceklerini bekliyordu. Öğretmen ona sert bir üslupla: “Ne bu pislik?” dedi. Bu sözü duyunca tahtada iyice ezilmiş, sınıfın karşısında rezil olduğunu hissetmişti.

Bir an gözünün önünden sınıfa gelmek ve dersi dinleyebilmek için çektiği sıkıntılar geçiverdi. Bir takım elbisesi vardı. Tam üç yıldır her gün aynı elbiseyle okula gidip geliyordu. Allah’tan hafta sonları okul yoktu da annesi bu elbiseyi yıkayıp kömürlü ütüyle ütüleyebiliyordu. Temizliğine çok dikkat ediyordu. Babası, okul masraflarını karşılayabilmek için ev halkının rızkı olan yumurtaları satıyor, ineklerinden sağdıkları sütleri içmeyip satarak parasını ona veriyordu. Annesi de akşama kadar tarlalarda çalışıyor, saçını süpürge ediyor, çocuklarının masraflarını karşılamak için fedakârlık yapıyordu. Bütün aile onun okuması için ellerinden gelen her türlü fedakârlığı yapıyordu. Çünkü o okuyacak, ailenin bütün hayallerini gerçekleştirecekti. Bütün bunları aklından geçirirken öğretmeninin söylediği bu sözler onu çok üzmüş, yıkmıştı. Gözleri dolmuştu. Arkadaşlarından utanmasa hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı, kendisini zor tutuyordu.

Daha şoku üzerinden atamamıştı ki öğretmen ona bir soru daha sordu: “Yayla nedir?” Aslında cevabını biliyordu bu sorunun; ama cevabı söyleyecek hâli kalmamıştı. Öğretmenin sorusunu bile zor duymuştu. Yüzüne dik dik bakmakta olan öğretmen ondan sorusunun cevabını bekliyordu. Ama söyleyemedi işte. Biraz kırgındı. Sınıfa da rezil olmuş, onuru kırılmıştı. Birden öğretmen setleşti ve ona: “Otur yerine, sıfır verdim sana!” dedi. Sanki sırtında tonlarca ağırlık taşıyormuşçasına zorlukla yerine oturabildi. “Ben öğretmen olsam, kimseye böyle davranmam.” diyordu içinden…

Yıllar birbirini kovaladı. Üniversiteyi iyi bir dereceyle bitirmişti. Genç bir öğretmendi artık. Mesleğinde kısa sürede başarılı oldu. Öğrencileri onu çok sevdi. Ödüller aldı.

Bir gün parkta otururken yaşlı bir adam gördü. Bu adam, dikkatini çekmişti. Bir yeden tanıyorum; ama nereden, diye düşünüyordu. Biraz dikkatle bakıp hafızasını da azıcık zorlayınca o kişinin orta okuldaki öğretmeni olduğunu fark etti. Bir anda yıllar önce yaşadığı ve hayatı boyunca unutmadığı ve kendisinde çok büyük izler bırakan acı olay gözünün önünden geçse de aldırmadı. Gidip öğretmeninin elini öpüp hâlini hatırını sormayı düşündü. Ona da bu yakışırdı. Yaklaştı. Öğretmenine kendisini tanıttı. Öğretmeni onu görünce çok sevinmişti. Kimsenin yüzüne bakmadığı bir yaşta genç bir insan: “Ben sizin eski bir öğrencinizim!” diye elini öpüyordu. Öğretmen sordu: “Ne iş yapıyorsun?” “Ben de öğretmen oldum, hocam!” diye cevapladı soruyu. “Ya...!” dedi öğretmeni. “Nasıl oldu da bu zor mesleği seçtin?” Öğretmeninin bu sorusu karşısında kafasını biraz kaldırdı, gökyüzüne baktı, sonra etrafını süzdü, gözleri doldu, kısa bir iç çekişten sonra tane tane ve yumuşak bir tonda:

“Çamurlu ayakkabılar hocam!” dedi. “Çamurlu ayakkabılar...!”

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK