Paylaşmaya devam o zaman...
ÇAMURLU AYAKKABILAR
Fakir bir ailenin ortanca çocuğuydu. İlkokulu, tek sınıflı bir köy okulunda bitirmişti. Ortaokula devam edebilmek için köyünden kilometrelerce uzaklıktaki ilçeye gitmesi gerekiyordu. Okumaya olan sevgisinden dolayı her gün bu yolu gidip gelmek ona zor gelmiyordu.
Ondan bir yaş büyük olan abisi okumamıştı. İlçede bir lokantada çalışıyordu. Ara sıra geliyordu eve.
Son gelişinde kardeşinin ayağındaki delik ayakkabıları görünce: “Al kardeşim, sen okuyorsun. Sen bunları giy! Hiç olmazsa sen kurtar kendini!” dedi ve kendi ayağında olan ve yeni aldığı botları ona verdi. Çok sevinmişti botlar için. Çünkü kış gelmişti. Biraz büyüktü botlar ama razıydı buna…
Bir gün yine okula gitmek için evden çıkmıştı. Hava yağmurluydu. Ayağında abisinin verdiği botlar vardı. Bin bir zorlukla okula ulaşmıştı; ama ders başladığı için ayakkabılarındaki çamurları yıkayacak vakti kalmamıştı. Dersi de kaçırmak istemiyordu… Öğretmeninden özür dileyerek sınıfa girmiş, sessizce sırasına oturmuştu.
Öğretmen onun çamurlu ayakkabılarla sınıfa girdiğini görünce, ayakkabılarındaki çamurların sebebini sormadan: “Tahtaya gel.” dedi. O, ürkek adımlarla tahtaya yaklaştı. Kıpkırmızı bir yüzle, korku dolu, şaşkın bakışlarla öğretmeni süzüyor; onun söyleyeceklerini bekliyordu. Öğretmen ona sert bir üslupla: “Ne bu pislik?” dedi. Bu sözü duyunca tahtada iyice ezilmiş, sınıfın karşısında rezil olduğunu hissetmişti.
Bir an gözünün önünden sınıfa gelmek ve dersi dinleyebilmek için çektiği sıkıntılar geçiverdi. Bir takım elbisesi vardı. Tam üç yıldır her gün aynı elbiseyle okula gidip geliyordu. Allah’tan hafta sonları okul yoktu da annesi bu elbiseyi yıkayıp kömürlü ütüyle ütüleyebiliyordu. Temizliğine çok dikkat ediyordu. Babası, okul masraflarını karşılayabilmek için ev halkının rızkı olan yumurtaları satıyor, ineklerinden sağdıkları sütleri içmeyip satarak parasını ona veriyordu. Annesi de akşama kadar tarlalarda çalışıyor, saçını süpürge ediyor, çocuklarının masraflarını karşılamak için fedakârlık yapıyordu. Bütün aile onun okuması için ellerinden gelen her türlü fedakârlığı yapıyordu. Çünkü o okuyacak, ailenin bütün hayallerini gerçekleştirecekti. Bütün bunları aklından geçirirken öğretmeninin söylediği bu sözler onu çok üzmüş, yıkmıştı. Gözleri dolmuştu. Arkadaşlarından utanmasa hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı, kendisini zor tutuyordu.
Daha şoku üzerinden atamamıştı ki öğretmen ona bir soru daha sordu: “Yayla nedir?” Aslında cevabını biliyordu bu sorunun; ama cevabı söyleyecek hâli kalmamıştı. Öğretmenin sorusunu bile zor duymuştu. Yüzüne dik dik bakmakta olan öğretmen ondan sorusunun cevabını bekliyordu. Ama söyleyemedi işte. Biraz kırgındı. Sınıfa da rezil olmuş, onuru kırılmıştı. Birden öğretmen setleşti ve ona: “Otur yerine, sıfır verdim sana!” dedi. Sanki sırtında tonlarca ağırlık taşıyormuşçasına zorlukla yerine oturabildi. “Ben öğretmen olsam, kimseye böyle davranmam.” diyordu içinden…
Yıllar birbirini kovaladı. Üniversiteyi iyi bir dereceyle bitirmişti. Genç bir öğretmendi artık. Mesleğinde kısa sürede başarılı oldu. Öğrencileri onu çok sevdi. Ödüller aldı.
Bir gün parkta otururken yaşlı bir adam gördü. Bu adam, dikkatini çekmişti. Bir yeden tanıyorum; ama nereden, diye düşünüyordu. Biraz dikkatle bakıp hafızasını da azıcık zorlayınca o kişinin orta okuldaki öğretmeni olduğunu fark etti. Bir anda yıllar önce yaşadığı ve hayatı boyunca unutmadığı ve kendisinde çok büyük izler bırakan acı olay gözünün önünden geçse de aldırmadı. Gidip öğretmeninin elini öpüp hâlini hatırını sormayı düşündü. Ona da bu yakışırdı. Yaklaştı. Öğretmenine kendisini tanıttı. Öğretmeni onu görünce çok sevinmişti. Kimsenin yüzüne bakmadığı bir yaşta genç bir insan: “Ben sizin eski bir öğrencinizim!” diye elini öpüyordu. Öğretmen sordu: “Ne iş yapıyorsun?” “Ben de öğretmen oldum, hocam!” diye cevapladı soruyu. “Ya...!” dedi öğretmeni. “Nasıl oldu da bu zor mesleği seçtin?” Öğretmeninin bu sorusu karşısında kafasını biraz kaldırdı, gökyüzüne baktı, sonra etrafını süzdü, gözleri doldu, kısa bir iç çekişten sonra tane tane ve yumuşak bir tonda:
“Çamurlu ayakkabılar hocam!” dedi. “Çamurlu ayakkabılar...!”