KİMLİK 14. BÖLÜM
Şehirler arası yolda beş altı saat daha gittikten sonra belli bir noktadan şehir içine dalarak, bir nehrin iki yanında uzanan yol boyunca, evler tenhalaşıp azalana, hemen hemen tek başına bir evle, ona en az yüz metre mesafede ikinci bir ev haline gelene ve yavaş yavaş şehir merkezi görüntüsü değişip ıssızlık iyice artana kadar ilerlediler. Neden sonra bahçe içindeki tek katlı bir evin önünde durdular. Gündüz saatleri olmasına rağmen görünürde kimseler yoktu. Küçük bir kulübeyi andıran ev uzun zamandır kullanılmıyormuş gibi tüm perdeleri kapalıydı. Terk edilmiş bir ev olma ihtimali yüksekti. Sakallı adam etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonra araçtan indi. Erkan sanki araçtan inmezse bu hayata başlamamış olabilirmiş gibi bir süre daha minibüsün içinde oturdu ama sakallı adamın başıyla yaptığı 'gel' işaretinden sonra o da minibüsten inmek zorunda kaldı.
"Neresi burası? Nereye geldik?"
Sakallı adam bir şey demeden eve doğru yöneldi. Bahçe kapısını açıp içeri girerken Erkan'ın hala duraksadığını görünce gözleriyle evi işaret ederek ekledi.
"Hadi gel. Dikkat çekme orada."
Erkan etrafına dikkatlice yeniden baktı. Dışarıda hiç kimsenin olmadığına kanaat getirdikten sonra kollarını iki yana açtı.
"Ben bile nerede olduğumuzu bilmiyorum. Bizi kim tanıyacak ki. Zaten etrafta da kimse yok."
Sakallı adam hafifçe eğdiği başını hareket ettirmeden sadece gözleriyle etrafı yeniden kontrol ederken,
"Yol ortasında bunları söyleyip dikkat çekmeye devam edersen mutlaka tanıyan birileri çıkacaktır. Sen görmesen de etrafta seni gören, fark eden birileri her zaman olur. Bu kadar suçluyu nasıl yakaladığımızı zannediyorsun?"
Erkan daha fazla tartışmak istemediği için cevap vermedi ama sakallı adamın çok bilmiş haline sinirlendiği, ağzından aldığı nefesi burnundan sesli bir şekilde verip, dudaklarını ısırarak yürümesinden anlaşılabiliyordu.
Dış kapıya geldiklerinde, kapının hemen sağında evin uzun zamandır kullanılmadığı imajını bozan, hiç de bakımsız kalmış gibi görünmeyen, koca bir saksının içinde neredeyse yetmiş beş santimetreye ulaşmış, iri yeşil yapraklı bir Dieffenbachia bitkisi göze çarpıyordu. Sakallı adam hiç yabancılık çekmeden eliyle koymuş gibi saksıdaki anahtarı alıp kapıyı açınca Erkan'ın şüpheci bakışları arasında içeri girdiler. Dış kapı doğrudan salona açıldığı için içeri girer girmez her yeri görmek mümkündü. Evin içi gayet düzenli görünüyordu. Pek bir eşya olduğu söylenemezdi ama filmlerde kaçakların kullandığı o izbe evlere de benzemiyordu. Daha çok düzenli bir öğrenci evini andırıyordu. Muhtemelen 2+1 evlerden biriydi. Camın önünde dört sandalyeli kare bir masa vardı. Küçük, muhtemelen 55 ekran eski bir televizyon, yine eski tip bir televizyon sehpasının üzerinde duruyordu. Erkan'ın salonundaki kocaman 4K televizyonun yanında oyuncak gibi dursa da, o eski televizyon ve minik televizyon sehpası ona babaannesinin evini hatırlatmıştı. Doktor olduğunda ilk iş olarak babaannesine yeni bir televizyon almak istemiş fakat babaannesi eskiden o televizyonu büyük babasıyla birlikte izlediklerini, televizyonuna dokunursa onu terlikle kovalayacağını söyleyip, neredeyse omuz hizasına anca ulaşabildiği torununa sevgiyle sarılmıştı. Zaten ailesinden bir tek babaannesiyle görüşüyordu. O da rahmetli olunca ailesiyle neredeyse hiçbir bağı kalmamıştı. Sadece kız kardeşi yılda bir kez o da doğum günlerinde bir kutlama kartı atardı o kadar. Kısaca ailesi hayatta olmasına rağmen yalnızdı. Televizyondan sonra gözleri iki tane ikili ve bir tekli koltuktan oluşan oturma grubuna takıldı. Koltukların, tüm orta halli evlerde görülebilecek mavi zemin üzerine sarı tonlamalı kareli kumaş döşemeleri, tıpkı babaannesinin evindeki televizyon ve televizyon sehpası gibi, bu evde sıcak bir aile ortamında yaşanılmış izlenimini veriyordu.
Erkan evin diğer bölümlerine bakma gereği duymadan kendini tekli koltuğun üzerine bıraktı. Sakallı adam o ana kadar sessizce Erkan'ın tüm davranışlarını izlemiş, onun neler hissettiğini anlamış gibi düşüncelerine müdahale etmemişti. Bir süre sonra o da gelip Erkan'ın karşısındaki ikili koltuğa oturdu.
"Bak doktor, buranın senin evinin yanında pek tercih edilir bir tarafı olmayabilir. Hatta yok. Bunu ben de görebiliyorum. Ama senin can güvenliğin benim için yaşadığın konfordan daha önemli. Eğer sana benim yüzümden bir şey olursa kendimi affetmem mümkün değil. Senin için oldukça zor olduğunun da farkındayım ama bu süreci daha az gerilerek atlatamayız." dedi.
Erkan, sakallı adamın sözlerini dinlerken oturduğu koltukta öne doğru eğilip dirseklerini dizlerinin üzerine koyarken, ellerini birbirine kenetleyip, dudağına götürdü. Bir süre hiçbir şey demedi. Sonra ayağa kalkıp camın önüne kadar yürüdü. Tam pencerenin perdesini açıp, camdan dışarıya bakacaktı ki,
"Dur, napıyorsun?"
"Hiç. Sadece temiz hava alacaktım."
Sakallı adam sert çıkış yaptığını anlayınca ses tonunu düşürüp, devam etti.
"Tamam. Tabi temiz hava alabilirsin ama buradaki varlığımızın hemen dile düşmemesi lazım. Yavaş yavaş. Anlıyor musun beni?"
Erkan, sakallı adama dönüp baktı. Başını sağa sola sallayarak, "Benden esir hayatı yaşamamı mı istiyorsun? Hem de bunu bu kadar kolay söylüyorsun öyle mi?" dedi.
Sakallı adam bu sözler üzerine hiçbir kızgınlık belirtisi göstermeden ayağa kalktı. Hareketleri gayet yavaştı. Erkan'a döndü,
"Aç mısın?"
"Ne?"
"Aç mısın, diye sordum."
Erkan beklemediği bu tepkiye şaşırmıştı.
"Yani, tüm söyleyeceğin bu mu?
"Evet. Aç değil misin yoksa?"
Erkan bunu hiç düşünmemişti bile. Saatlerdir yaşadıkları tehlikeler ve yaptıkları yolculuk yüzünden yemek yemek aklına bile gelmemişti. Üstelik sakallı adamın haklı olduğunu biliyordu. Her ne kadar istemeden bulaşmış da olsa bu olay aydınlanmadan geri dönmek, en azından Erkan için intihar sayılırdı. Eski hayatına dönmesinin mümkün olmadığını o da biliyordu. En azından şimdilik... Bu yüzden bir süreliğine de olsa isyanında pes etti. Sakallı adama bakıp omuzlarını düşürerek,
"Sanırım, açlıktan ölebilirim." diye karşılık verdi.
Erkan'ın bu içten haline önce sakallı adam ardından da Erkan gülümsedi. Bu bir nevi ateşkes sayılırdı.
Sakallı adam, "O zaman ben çıkıp yiyecek bir şeyler bulayım. Sen de ben dönene kadar şimdilik evden çıkma ve eğer akşama kadar dönemezsem ışıkları da yakma." dedi.
"Akşama kadar ne yapacaksın ki? Bir market falan bulsak yeter. Öyle değil mi?"
"Öyle öyle de buraları pek bilmiyorum."
Erkan bu cevaba yine şüpheyle karşılık verdi,
"Yapma komiserim. Nasıl bilmiyorsun? Bu eve girerken "
Sakallı adam, Erkan'ın dikkatinden kaçmayan durumu açıklamak yerine, espriyle karışık,
"Orada dur doktor. Sorguya çekmek senin işin değil. Birisi sorguya çekilecekse ben çekerim." deyip Erkan'ın itiraz etmesine fırsat tanımadan devam etti.
"Hem bir iki ufak işim var. Sen keyfine bak. Ben gelene kadar dolapta peynir, zeytin ne varsa idare et işte." dedi. Sonra da,
"Bu arada az önce sormuştun ya, Amasya'dayız." deyip kapıdan sessizce dışarı doğru süzüldü.
Erkan Amasya'da olduklarını duyunca kendini çok acayip hissetti.
"Yani Amasya'da mıyız?" dedi kendi kendine. Çok şaşırmıştı. Eli ayağı birbirine dolaşır gibi oldu. İlkokulu burada okumuştu. Koşar adımlarla cama yaklaşıp perdeyi açmadan dışarıya doğru baktı. Nasıl da tanıyamamıştı burayı. Gerçi her yer çok değişmişti ama o nehrin yanından geçerken hala Amasya'yı tanıyamaması bu şehre ihanet sayılırdı.
Kendi kendine "Şehzadeler şehri." dedi. Babaannesi ilkokula giderken onu hep öyle severdi, "Şehzadeler şehrindeki küçük şehzadem."
Usulca gözleri doldu. Onca zamandır buraya gelip, eski günleri yad etmek istemiş ama bir türlü olmamıştı. Gülümsedi. "Nasibe bak." dedi.
Amasya'ya gelmek çocukluk anılarını canlandırmıştı. Bir süre uzaklara daldı. Birkaç kez derin derin nefes aldıktan sonra, kendine gelir gibi oldu. Yüzünde bir tebessüm belirmişti. Acıktığını hatırlayıp mutfağı bulmak üzere evi gezerken buraya içinin ısındığını hissetti.
İlk denemesinde bulduğu sevimli mutfaktaki buzdolabında bir peynir kutusu ve bir tabaktaki birkaç zeytinden başka hiçbir şey yoktu ama Erkan buna aldırmadı. Peynirle zeytini dolaptan çıkarıp, oturma odasına getirdi. Masada belkide tüm tehlikelere rağmen hayatının en huzurlu kahvaltısını yaptı.
"Amasya demek. Vay be, Amasya'dayım."
Kahvaltısından sonra bir süre boş boş düşündü. Evin içinde ileri geri yürüdü. Tekrar oturdu. Küçük bir çaydanlıkla çay bile yaptı. Sadece çaya katmak için şeker bulamamıştı ama yine de içti.
Bir süre sonra tek başına olanları ve olabilecekleri düşünmekten sıkılmış, vakitte bir hayli ilerlemişti. Sakallı adam henüz ortalıkta yoktu. Hava çoktan kararmıştı. Erkan sakallı adamı dinlemiş, ışıkları yakmamıştı. Bir süre evin içine vuran Ay ışığının da yardımıyla yorulana kadar gezdikten sonra masaya oturmak yerine camın karşısında kalan duvarın dibine çöküp oturdu. Kollarıyla dizlerini kavrayıp düşünürken aklından geçenler içini daralttı. Yüzünü buruşturdu. Kendi kendine "Bu kadar zaman gelmediğine göre acaba başına bir şey mi geldi? Yoksa adamların eline mi geçti?" dedi. "Acaba bizi burada bu kadar çabuk bulabilirler mi?" diye mırıldandı. Oldukça endişelenmişti. Kollarını dizlerinden ayırıp yüzünü ovuşturdu. Sakallı adam hala yoktu. Başını duvara yaslayıp gözlerini kapatırken endişeyle yutkundu. Eğer sakallı adam yakalandıysa onu bulmaları da an meselesiydi. Üstelik sakallı adama ne söylemiş olursa olsun, adam onu korumak için çabalıyordu. Erkan da ona bir şey olmasını istemezdi. Boğazının kuruduğunu hissetti. Tekrar yutkunmayı denedi ama olmadı.
Zaman geçtikçe iyiden iyiye geriliyordu. Derken kapıya yaklaşan bir ayak sesi duydu. Gelen kişi adımlarını o kadar yavaş ve sessiz atmaya çalışıyordu ki, Erkan'ın endişesi daha da arttı. Bu gelen sakallı adam mıydı yoksa değil miydi? Eğer sakallı adam değilse bu gelen olsa olsa o adamlardan biri olurdu. Bir an ne yapacağını bilemedi. Yavaşça olduğu yerde ayağa kalktı. Çok hızlı nefes almaya başlamıştı. Ne yapacağına karar vermeye çalışırken etrafta görebildiği kadarıyla sert bir cisim aramaya başladı ama bulamadı. Galiba kalbi göğüs kafesini delmek üzereydi. Dışarıdaki her kimse kapının kilidine ulaşmıştı bile.
14. Bölüm Sonu