Çin Bambu Ağacı

Çevrimdışı ezoss

  • Uzman Üye
  • *****
  • 427
  • 307
  • 427
  • 307
# 30 Ağu 2007 11:34:26
her hikayeyi okuyup akılda tutmak o kadar zor ki,ama yazmaya devam...çok güzel şeyler çıkıyor çünkü..emeği geçen öğretmenlerime teşekkür ederim..

Çevrimdışı ayşegülaslanlı

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.591
  • 2.110
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 2.591
  • 2.110
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 30 Ağu 2007 11:38:31
Martılar Neden Denizin üzerinde Uçarlar..

Bundan yüzyıllar önce deniz aşırı, çok güzel bir ülke varmış. Tabi her masalda olduğu gibi bu masalda da o ülkenin bir kralı ve tabii ki bir de prensesi varmış. Prenses dünyalar güzeli bir kızmış. Kralın emri ile her gün prenses dolaşmak için saray muhafızları ile birlikte sarayın dışına çıktığında ona bakmak yasakmış. Halk onun dolaşmaya çıktığı ilan edildiğinde eğilir ve gözlerini kapatır, ya da evlerine kaçışırmış. Onu görmenin bedeli ölümle cezalandırılırmış. Günlerden bir gün yine prenses dolaşmak için çıktığında... Fakir bir köylü delikanlı iradesini yenememiş ve yavaşça başını kaldırıp prensese bakmış ve başını kaldıran fakir delikanlı ile prenses o anda göz göze gelmişler... Tabii ki... Tahmin edeceğiniz gibi fakir delikanlı pensese inanılmaz bir aşkla tutulmuş. Prensesin de o derin bakışlarının boş olmadığını düşün en fakir delikanlı günlerce uyuyamamış ve ölümü bile göze almak pahasına, prensesi bir kere daha görmek için uğraşmış durmuş. Bu arada fakir delikanlıya da tutulan güzel prenses onun zarar görmemesi için günlerce kendini saraya kapatmış. Sonunda dayanamayan fakir delikanlı her şeyi göze alarak gizlice sarayın bahçe duvarına tırmanmış ve prenses ile bir kere daha göz göze gelmişler. Fakir delikanlı hemen duvardan atlamış ve prensesle konuşacağı anda saray muhafızlarına yakalanmış. Kralın karşısına gotürülen delikanlı nasıl olsa ölümle cezalandırılacağını bildiğinden krala prensese duyduğu aşkını anlatmış. Kral ölüm emrini vereceği anda prensesin yalvarışlarına dayanamayarak fakir delikanlıya başka bir ceza vermeyi kabullenmiş.


İŞTE HİKAYEMİZ DE ZATEN BURADA BAŞLIYOR.

Hemen bir gemi hazırlattıran kral gidilebilecek en uzaktaki adaya bir fener yaptırmış ve fakir delikanlıyı da o adada yanlız yaşamaya mahkum etmiş...Aradan bir kaç ay geçmesine rağmen prensesi unutamayan fakir delikanlı prensese olan aşkını kağıtlara dökmüş ve martılara anlatmaya başlamış... Artık bütün martılar fakir delikanlının prensese olan aşkından haberdarmış. Sonunda martılar bile fakir delikanlıyı anlamış ve yazdığı mektupları prensese gotürmeye başlamışlar... Ve zamanla prensesin de yazmış olduğu mektupları fakir delikanlıya gotüren martılar aracılığı ile aşkları iyice büyümüş; ta ki... Bir sabah sarayın bahçesinde kahvaltı yaparken prensesin odasının penceresine ağzında bir mektupla konan martıyı kralın görmesine dek. Tabii korkulduğu gibi olmamış... Ağlayarak kızına sarılan kral, hayvanların bile bu aşkı anlarken kendisinin anlayamadığı için kendisinden utandığını söyleyerek prensese hemen bir gemi göndertip fakir delikanlıyı getirtip kendisi ile evlendireceğini söylemiş. Buna çok mutlu olan prenses hemen fakir delikanlıya bir mektup yazmış ve olanları anlatmış. Tabii bu arada mektubu gotürmek için bekleyen martıya da her şeyi anlatarak bütün martıları düğünlerine çağırmış. Buna çok sevinen martı mektubu bir an önce ıssız adaya gotürmek için yola çıkmış. Tam yolu yarılamışken yanından geçen bir kaç martı arkadaşına haber verip hepsinin düğüne davetli olduğunu söylemek için gagasını açtığında mektubun düştüğünü farketmiş. Ve mektubu tüm martılar hep birlikte aramaya başlamışlar... Fakat bir türlü bulamamışlar. Bu arada prensesten mektup alamayan fakir delikanlı, yazmış olduğu mektupları göndermek için bir tek martı bile bulamamış... Biraz ilerisinde uçuyorlar fakat yanına gitmiyorlar ve mektubu arıyorlarmış... Prensesin kendisini unuttuğunu yahut istemediğini sanan fakir delikanlı martıların onun için gelmediğini düşünerek, fenerden kendisini kayaların üzerine atarak intihar etmiş. Ve malesef kralın gemisi adaya vardığında fakir delikanlının soğuk bedeni ile karşılaşmışlar...

İşte o gün bugündür, her şeyi düzeltmek için denizler üzerinde uçan martılar o mektubu ararlar. O mektubu bularak o inanılmaz sevgiyi ve her şeyi geri getiriceklerini sanırlar ve bu yüzden de hep denizler üzerinde uçarlar.

Çevrimdışı ezoss

  • Uzman Üye
  • *****
  • 427
  • 307
  • 427
  • 307
# 30 Ağu 2007 11:48:13
AKIL OKULU

Bir gün ülkenin küçük kasabalarından olan Yitan’da şöyle bir haber yayılmış:
- Güzel başkentimizde bir Akıl Okulu varmış. Her kim o okula giderse orada akıl öğretiliyormuş.Herkes bu haberi şaşkınlıkla birbirine anlatıyormuş. Kasabanın en zenginlerinden olan bir adam da bu haberi duyunca kahkahalarla gülmeye başlamış:- Efendim, hayatımda hiç bu kadar komik bir şey duymamıştım. Bir insan akıllıysa akıllıdır. Sonradan akıl kazanılır mı hiç? Olacak şey midir? Duyulmuş mudur? Görülmüş müdür?Bu adam çok zengin olduğu için çocuklarının hiçbirisini okutmamış. Öyle çok parası varmış ki, istese kasabanın tamamını satın alabilirmiş. Fakat çocuklarına devamlı şöyle diyormuş:- Şükürler olsun çok paramız var. Yine de paramıza para katmalıyız. Ne kadar çok kazanırsak o kadar güçlü oluruz.Çocuklarından biri ise, babasının bu düşüncesine katılmıyormuş. Devamlı:- Babacığım, okumak gibisi var mıdır? diyormuş. Bak ne çok paramız var. Ama bu parayla bilgi satın alamayız. Buna kimsenin de gücü yetmez. Neden okumayı kötü görüyorsun? Adam, çocuğunun bu sözlerini günlerce, gecelerce düşünmüş durmuş. Sabahlara kadar sayıklar olmuş: ‘Akıl okulu? Akıl okulu?’ Bir sabah dayanamamış ve kararını vermiş:- Böyle olmayacak. Şu Akıl Okulu neymiş gidip göreceğim.Adam yolculuk için hazırlanmış. Atına binmiş ve yola koyulmuş.

Günler geçmiş. Geceler geçmiş. Memleketinden ayrılalı tam otuziki gün olmuş. Günün birinde, yolda ağır ağır yürüyen bir ihtiyara rastlamış. İhtiyarın gözleri görmüyormuş. Adam bu ihtiyarın haline acımış. Yanına yaklaşarak:- Ey yolcu, nereye gidiyorsun? diye sormuş.İhtiyar da başkente gitmek istediğini söylemiş. Bunun üzerine adam atından inmiş ve ihtiyarı atına bindirmiş:- Ben de başkente gidiyorum. demiş. Bir günlük yolum kaldı. Birlikte konuşa konuşa gideriz. İhtiyar atın üzerinde, adam yaya yolculuklarına devam etmişler. Şehre vardıkları zaman adam ihtiyara:- İşte başkente geldik, demiş. Burada inebilirsin. Fakat ihtiyar, adama şunları söylemiş:- Madem bir iyilik yaptın, bunun gerisini de getir. Beni şehrin meydanına kadar götür. Ondan sonra var git nereye gideceksen.Adam hiç karşı çıkmamış ve tamam demiş. Beş-on dakika sonra şehrin meydanına gelmişler. Tam bu sırada ihtiyar bağırmaya başlamış:- İmdat!.. Yardım edin. Bu adam atımı çalmak istiyor. Bu garibana yardım elini uzatacak yok mu? İmdat!..Meydandaki insanlar koşa koşa gelmişler onların yanına. İhtiyar kör olduğu için ona acımışlar ve adamı suçlamışlar:- Utanmıyor musun bu yaşta hırsızlık yapmaya! Hem de kör bir adamın atını çalmaya çalışıyorsun. Adam haykırıyormuş:- Hayır yalan söylüyor. Bu at benim. Onu yoldan ben aldım. İhtiyardır, yorulmasın, bir iyilik yapmış olayım, dedim. Bu at benim. Ben hayatımda hırsızlık yapmadım. O yalancıdır.

Fakat gel gelelim insanlar adamı dinlememişler. Atı, kör ihtiyarı ve adamı doğruca şehrin hakimine götürmüşler. Hakim önce kör ihtiyarı, sonra adamı dinlemiş. Ardından da şöyle demiş:- Bana bir baytar, bir nalbant, bir de saraç çağırın. Hemen gelsinler. Bekliyoruz.Adam bu üç kişinin neden çağrıldığını bir türlü anlayamamış. Kimseye de soramamış. Mecburen çağrılanların gelmesini beklemiş. Kısa bir zaman sonra da hep beraber gelmişler. Hakim gelenleri tek tek huzuruna kabul etmiş. Önce baytar alınmış odaya. Hakim ona sormuş:- Ata bak. Bu at hangi memlekete aittir? Baytar şöyle karşılık vermiş:- Çok fazla incelemeye gerek yok. Bu at bu şehirden alınmamış. Yitan yöresine ait bir attır.Adam kendi memleketinin ismini duyunca hayretler içinde kalmış. Bu sefer de hakim nalbantı çağırmış ve ona:- Sen de bu atın nerede nallandığına bak, demiş. Nalbant biraz inceledikten sonra şunları söylemiş:- Bu at burada nallanmamış. Yitan yöresinde atlar böyle nallanır. Bizimkine benzemez.Adam yine şaşırmış. Kendi kendine, ‘Nasıl bilebilirler?’ diye sorup duruyormuş. Hakim son olarak saraca:- Bu atın koşumlarını incele, demiş. Nasıl eyerlenmiş? Saraç hiç beklemeden cevap vermiş:- Efendim, ilk bakışta bizim yöremize ait olmadığı anlaşılıyor. Yitan yöresinin koşum şeklidir.Hakim cevapları aldıktan sonra atın sahibine dönerek:- Evet, sen doğru söylüyordun, demiş. Bu at senin. Artık atını alıp gidebilirsin. İhtiyara da gereken ceza verilecektir. Hiç meraklanma. Fakat adam dayanamayarak hakime sormuş:- Siz böyle bir şey yapmayı nasıl düşündünüz? Bu adamlar, bu atın Yitan yöresine ait olduğunu nereden anladılar? Lütfen bana söyler misiniz bütün bunlar nasıl olabiliyor?Hakim adamın sorusuna gülerek cevap vermiş:- Ben ve bu gördüğün herkes, bu şehirdeki Akıl Okulunu bitirdik. Her şeyi o okulda öğrendik. Orada doğrunun nerede ve nasıl bulunacağı öğretilir.Adam böylece Akıl Okulunun ne anlama geldiğini yaşayarak öğrenmiş. Heyecanla memleketi olan Yitan’a dönmüş. Bütün olanları ailesine ve arkadaşlarına anlatmış. Sonra da bütün çocuklarını bu Akıl Okuluna göndermiş. Anlamış ki, herkeste akıl var, ama onu kullanabilmek için eğitim gerekiyor

Çevrimdışı ayşegülaslanlı

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.591
  • 2.110
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 2.591
  • 2.110
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 30 Ağu 2007 15:33:49
Resmin değeri

Bir gün Avrupanın ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde gezen çocuğun biri bir vitrinde çok hoş bir tablo görür. Tablo belliki oldukça pahalıdır. Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin doğum gününe almayı ister ve bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile o mağazaya gider. Şanslıdır tablo hala satılmamıştır. İçeri girer ve tabloyu bir süre yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve ... - "Abimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum tüm paramda bu kadar" der.
Ressam bir süre düşündükten sonra. Resmi paketler ve resmi satar. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar. Mağazada adamın arkadaşlarıda vardır ve şaşkın şaşkın sorarlar
- Sen ne yaptın o resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar cüzi bir rakama sattın? Adam cevap verir:
- Evet ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim?

Çevrimdışı ayşegülaslanlı

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.591
  • 2.110
  • 4. Sınıf Öğretmeni
  • 2.591
  • 2.110
  • 4. Sınıf Öğretmeni
# 30 Ağu 2007 15:45:57
Lokman Hekim Efsanesi:


Lokman Hekim bütün doktorların üstadıdır. Söylentilere göre, bütün otların, çiçeklerin dilinden anlayan Lokman Hekim bu bitkilerden türlü ilaçlar yaparmış. Her çiçek, her ot, Lokman'a hangi hastalığı iyi edeceğini söylermiş. Bütün dünyayı dolaşan Lokman Hekim, Çukurova'nın bereketli topraklarında her şeyin yetiştiğini görünce Misis şehrine yerleşmiş. Her derde deva olan Lokman çevresindeki hastaları iyi etmiş. Hastalıksız sapa sağlam yaşamaya başlayan insanlar Lokman'a baş vurarak ölüsüzlüğe çare bulmasını istemişler.Lokman'da Çukurova'yı adım adım dolaşar ölümsüzlüğe çare olacak bitkiyi aramaya başlamış. Bir çınarın altında uyurken bir ses duymuş. “Lokman, bunca zamandır arayıp taraman bitsin. Ben ölümün ilacıyım. Bundan böyle insanlara da hayvanlara da ölüm yok.” Kendisine seslenen otun yanı başına koşan Lokman Hekim, ilacın nasıl yapılacağını da öğrenmiş, bir deftere yazmış. Otu da kopararak yola düşmüş. Misis'e gelince, Ceyhan nehri üzerindeki MİSİS Köprüsünün üzerinde durmuş. Defteri de elindeymiş. Defterine yazdıklarına bakarak ilacı yapmaya koyulmuş. Tam yapıp bitireceği sırada bir vuruşta defteri de, otu da uçurarak suya düşürmüş. Lokman Hekim'de bu yüzden ölüme çare olacak ilacı bir daha bulamamış. Otlar da o tarihten sonra kendisine yüz çevirmişler. Bir daha onunla hiç konuşmamışlar.

Çevrimdışı ezoss

  • Uzman Üye
  • *****
  • 427
  • 307
  • 427
  • 307
# 31 Ağu 2007 11:14:20
AFFETMENİN HAFİFLİĞİ

Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: “Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?” Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. ”O zaman” der öğretmen. “Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin” Öğrenciler bunu da yaparlar. “Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!” Öğrenciler , bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarını üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: “Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.” Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine “Peki şimdi ne olacak?” der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: “Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar.” Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: “Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.” “Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık.” “Hem sıkıldık, hem yorulduk?” Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: “Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.

Çevrimdışı ezoss

  • Uzman Üye
  • *****
  • 427
  • 307
  • 427
  • 307
# 31 Ağu 2007 11:20:23
HIZIR VE GELİN

1930′lu yıllar. Rize. Anzer, halkın kendi tabiri ile Ancer. Dünyaca balı ile meşhur olan Ancer. Binlerce poleni ve şifayı içinde barındıran balıyla meşhur Ancer. Kış. Yaylacılık yapan Ancerlilerin bir kısmı aşağıya Rize’ye şehre inmemiş, kışlamışlar. Yazdan yığdıkları otlarıyla, mallarını kışdan çıkarıp, bahara eriştirmenin çabası içindeler. Evet hepsinin mal tabir ettiği koyunları, sığırları var, tek tük birkaç tanesinin de kara kovanı var. Şifa niyetine ilaç niyetine küçük bir kavanozu dolduracak kadar balları olurdu çoğunun. O da kış bitmeden tükenir giderdi.
Meryem. Lezgilerin kızı Meryem. Yeni gelin, beyini gurbete Samsun’a göndermiş. O da o kış yaylada kışlamış. Sabaha kadar kar yağmıştır. Tam kürekle yolu açayım deyip, kapıya yönelmekte iken, kapısı çalınır. Kapıyı açar. İhtiyar bir adam selam verir ve:
- Kızım, ben Aşağı Ancerdenim, gelinim aş eriyor, canı bal çekti, Allah rızası için, bir iki kaşık bal verir misin?
Meryem gelin düşünmez bile, Allah rızası değil mi der, dibinde üç dört kaşık bal kalmış olan kavonozu getirir, onun da yarısını ihtiyara verir.
İhtiyar:
-Allah razı olsun kızım, artsın eksilmesin, der.
Meryem, kavanozu koymak için geri döner. Kavanozun ağzını kapatayım derken birde ne görsün, kavanoz ağzına kadar bal ile dolu. Meseleyi anlar, kapıya koşar, kar ile dolu yaylanın uçsuzluklarına bakar. Ne bir insan vardır ne de kar da bir iz. Gelen Hızır’dır.
Aradan üç dört ay geçer, her gün bal yediği halde kavanoz her seferinde ağzına kadar bal ile doludur. Sırrını hiç kimseye açmaz. Yaza doğru beyi gurbetten gelir. Beyine her öğün bal verir. Bal bitmez, hem Ancer balı olacak, bütün kış kalacak birde her öğün kaşık kaşık yenecek, bal bitmeyecek. Beyini merak sarar, sorar, cevap alamaz. Beyi en sonunda:
-Ne olur beni seviyorsan söyle ne oluyor. Bunda bir iş var.
Meryem dayanamaz ve ağzı kapalı kavonozu da alır ve olayı anlatır. Kavanozu açıp işte bak ağzına kadar dolu demek istediğinde bir de ne görsün?
Kavonozun dibinde iki kaşık bal kalmış.

Çevrimdışı humeyra7

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.399
  • 4.170
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 2.399
  • 4.170
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 01 Eyl 2007 23:07:48


'EĞER' değil, 'ÇÜNKÜ' değil, 'RAĞMEN' sevin
Masumi Toyotome diye bir Japon yazmış bu yazıyı. "Dünyada sevilmek istemeyen
kişi yok gibidir diye başlıyor. Ama sevgi nedir?, nerede bulunur?, biliyor muyuz?"
diye soruyor. Sonra anlatmaya başlıyor... Sevgi üç türlüdür.
Birincinin adı 'Eğer' türü sevgi. Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek
sevgiye bu adı takmış yazar. Örnekler veriyor: eğer iyi olursan baban,
annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim.
Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim.
Toyotome en çok rastlanan sevgi türü budur diyor. Karşılık bekleyen sevgi.
Yazara göre evliliklerin pek çoğu 'Eğer' türü sevgi üzerine kurulduğu için
çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil,
hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve beklentilere giriyorlar.
İkinci tür: 'Çünkü' türü sevgi...
Toyotome bu tür sevgiyi şöyle tarif ediyor: Bu tür sevgide kişi bir şey olduğu,
bir şeye sahip olduğu ya da bir şey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi,
sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır. Örnek mi? Seni seviyorum.
Çünkü çok güzelsin (Yakışıklısın). Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler,
o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki. Seni seviyorum.
Çünkü bana o kadar güven veriyorsun. Seni seviyorum.
Biri dışa gösterdikleri öteki yalnızca kendilerinin bildiği. İnsanlar sandıkları kişi
olmadığımızı anlar ve bizi terk ederlerse korkusu buradan doğar.
İkincisi de ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa endişesidir.
Japonya'da bir temizleyicide çalışan dünya güzeli kızın yüzü patlayan kazanla
parçalanmış. Yüzü fena halde çirkinleşince, nişanlısı nişana bozup onu terk etmiş.
Daha acısı ayni kentte oturan anne ve babası, hastaneye ziyarete bile gelmemişler,
artık çirkin olan kızlarını. Sahip olduğu sevgi, sahip olduğu güzellik temeli
üstüne kurulmuş olduğundan bir günde ölmüş. Güzellik kalmayınca sevgi de
kalmamış. Kız birkaç ay sonra kahrından ölmüş...
Japon yazar toplumlardaki sevgilerin çoğu 'Çünkü' türündendir ve bu tür sevgi,
kalıcılığı konusunda insanı hep kuşkuya düşürür diyor.
Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne? Ve işte sevgilerin en gerçeği:
Üçüncü tür sevgi: 'Rağmen' ...
Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için?
Eğer türü sevgiden farklı bu. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp
böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için Çünkü türü sevgi de değil.
Bu üçüncü tür sevgide, insan Bir şey olduğu için değil, Bir şey olmasına rağmen
sevilir. Esmeralda, Quasimodo'yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına
Rağmen sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda'ya çingene
olmasına rağmen tapar. Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insanı olabilir.
Bunlara rağmen sevilebilir.
***


Her şeye rağmen sevmek... sevilmek ya da...
Gerçekten de güzel ve özel... "Çünkü"ye ve "Eğer"e gerek kalmadan....alıntı


Çevrimdışı humeyra7

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.399
  • 4.170
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 2.399
  • 4.170
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 01 Eyl 2007 23:49:02
...ŞAHRUD VE SEYDUNA"NIN HİKAYESİ

Tarihten iki ayrı coğrafya?ya damlayan..İki yürekte durmadan kanayan.Seyduna ile Şahrud.Yüreklerinin akarken bıraktığı izi,birbirlerinin gözlerinde aradılar.
İki iklim farklıydılar..Ne zaman göz göze deyseler,yangın çıkmayacak denli uzaktılar.Yalnızca,aynaların dökülen sırrına yansırdı,üçüncü bir kente düşmüş suretleri.
Şahrud,gökyüzü geliniydi.Yüzüne bulut inse..dolardı masal gözleri.Bir solukluk rüzgarda bile,usul usul kanardı,gelincik bedeni.
Seyduna,yeryüzü cehennemi.Ölüm çağrılı uçurumlarda sınardı sevdasını..mağma yüreği.Yalnız,ufuk çizgisinde buluşurlardı.Onu da güneş,günde iki kez ateşe verirdi...İki iklim ayrıydılar. "Ya Sahrud.!"dedi Seyduna. "Gözlerine mermi diye,sevdanı sürdüm,ardına bakma.Gözyaşımla vurulursun,su gibi git.!" Şahrud'un yüzüne keder,mayın gibi durdu.Ve zaman,gözlerinin su yeşiline kuruldu.Hüzün,bir buda heykeli gibi..çırılçıplak yüzlerine oturdu.Rivayet odur ki;Şahrud,vardığı denizlerde hala..Seyduna türküleri ile uyanmakta ..Seyduna ,Şahrud'un gözlerinden kalan masalla yaşlanmakta..------------------------------


En sağlam yar'ıma : Şahrud'a ithafımdır....

Bozkır suları gibi yoksul : ancak bahtlı dogdum. Özge sulara karıştım,araz oldum,vermenin yurduydum, yeşildim, Igdır'dım...
Karışan yanlarımı gurbet yüzlerde çiçeğe durmuş buldum, koklaştık : elverdik, türkülendik, yola çıktık.Meğer nede güzel insanlardık.
Yaşamları türkülerimize öyküleyip kardık ve hep güzeli aradık. Yinede herbirimiz acılar, ayrılıklar önünde sınana sabırdık. Bu hayat yolunda yola çıktığımız yoldaşlardan kimilerini yolumuzdan ayırdık meğer içi çürük cevizlermiş, su yüzüne sonrada kıyıya vurdular, türkülerce arındık. Çünkü artık sarihtik: parmak uçlarımızda hayatı görecek kadar denli mahir....

Bu hikayeyi  Hakan Yeşilyurt 'tan "acıya gülmek" türküsünü dinleyen arkadaşlar okumuş olabilirler...hala dinlemeyenler varsa tavsiye ederim...

Çevrimdışı humeyra7

  • Bilge Üye
  • *****
  • 2.399
  • 4.170
  • 1. Sınıf Öğretmeni
  • 2.399
  • 4.170
  • 1. Sınıf Öğretmeni
# 02 Eyl 2007 00:03:54


Moses Mendelssohn hiç yakışıklı bir adam değildi. Çok kısa boylu olmasının yanı sıra çok garip bir de kamburu vardı. Moses günün birinde Hamburg'da yaşayan bir işadamını ziyarete gitti. İşadamının Frumtje adında kızı vardı. Moses kıza umutsuz bir aşkla tutuldu. Fakat kız onun çirkin görünüşünden ürkmüştü. Değil onun sevgisine karşılık vermek, yüzüne bile bakmak istemiyordu. Ayrılma zamanı geldiğinde Moses bütün cesaretini toplayarak onunla son defa konuşma girişiminde bulundu. Fakat kızın başını kaldırıp da yüzüne bakmamaktaki direnci Moses'i çok üzdü. Güçlükle başarabildiği konuşması sırasında çirkin âşık bu güzel kıza bir soru sordu: ''Evliliklerin kutsal bir özelliği olduğuna inanır mısınız?'' ''Elbette!'' diyerek cevapladı kız ve gözlerini yine kaldırmayıp Moses'in yüzüne yine bakmadan ona bir soru sordu: ''Peki ya siz inanır mısınız buna?'' Moses bir an bile duraksamadı: ''Evet, ben de inanırım!'' dedi ve ekledi: '' Biliyor musunuz? Her çocuk doğduğunda Allah onun evleneceği kişiyi belirlermiş. Benim doğumumda da evleneceğim kızı belirlemiş ve bana ''Senin karın kambur olacak'' demiş. O zaman ben bir istekte bulunmuşum Allah'tan: ''Allah’ım! Kambur kadın bir trajedi olur. Ne olursun, onun kamburunu bana ver ve onu güzel bir hanım yap!'' demişim. Moses'in bu sözlerinden sonra Frumtje gözlerini yerden kaldırdı, onun gözlerinin içine baktı ve gülümsedi. Daha sonra da onun sevgili eşi oldu. Bu anlattığımız bir ''peri masalı'' değil, ünlü Alman besteci Mendessohn'un büyükbabasıyla büyükannesinin evlenmelerinin hikâyesidir. İnsan isteyince; sonsuz problem çözme yeteneğine sahip olarak yaratılan beynin sınırsız gücü sayesinde az bir düşünce, pratik zekâyla neleri halledemez ki?

.

alıntı

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 05 Eyl 2007 18:51:00
Çocuklar İlgi Ister

Anneciğim ve babacığım, bu yazı sizin için!

Kapıdan içeri girer girmez neşeyle bağırdı:
“Anne, biliyor musun bugün yuvada ne oldu?”
“Görmüyor musun? Telefonla konuşuyorum!” dedi annesi.
Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu.
Her şey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda.
Bir de eve misafir gelecek oldu mu, kendisine hiç yer kalmıyordu.
Nerelere gitsindi?
Annesi kapattı telefonu. Mutfaktan tencere, kaşık sesleri geliyordu. Koşarak yanına gitti.
“Sana yardım edeyim mi?” dedi en sevimli hâlini takınarak. Annesi manalı manalı baktı.
“Hayırdır? Bir yaramazlık mı düşünüyorsun? Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten.” Yorgunluk nasıl bir şeydi? Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında, anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır, “Nasıl yorulmuş yavrucak! Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni” diyerek, alnına bir öpücük konduruverirdi. Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu.
“Anneciğim, yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor.”
“Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın.
Yorgunluktan ölüyorum.” Bu kelimeden nefret ediyordu “Yorgunum… yorgun olduğumdan… böyle yorgun yorgunken...”

“Anneciğim sen yorulma diye...”
“Yemekte konuşuruz çocuğum. Bankada işler yetişmedi. Baban gelene kadar bunları bitirmem lâzım. Haydi, sen oyna biraz.”
“Hani siz yoruluyorsunuz ya...”
“Eeee...”
“Ben de oynamaktan yoruluyorum.”
“Ne yapayım?”
“Bilmem...”
Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı. Işıklar söndü birden.
Annesi öfkeyle söylenmeye başladı. “Mum da yok” diye diye karıştırdı dolapları el yordamı ile.
Çocuk sırtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü.
Gaz lâmbasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını... Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne.
Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı. “Bak deli tavşan” diyerek parmaklarını oynattı.
Yoldan geçen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı. Tavşan alabildiğine hür dolaştı sağda solda.
Otlarla, kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu.
Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı. Neden sonra ışıklar geldi. Kadın çocuğun hiç konuşmadığını akıl etti birden. Kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı.
Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini.
Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu.
Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşçasına “İşin bitince beni sever misin anne?” dedi.
Kadın, sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı.

 

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 05 Eyl 2007 18:56:02
  ÇOCUK DEDİĞİN
Çocuk dediğin uslu oturur.
Çocuk dediğin büyüklerin sözünü dinler.
Çocuk dediğin her lafa karışmaz.
Çocuk dediğin ``yapma`` deyince yapmaz.
Çocuk dediğin ``yat`` deyince yatar.
Çocuk dediğin önüne konulanı yer.
Çocuk dediğin yeni icatlar çıkarmaz.Çocuk dediğin ders çalışır.
Çocuk dediğin dik kafalılık etmez.
Çocuk dediğin çok soru sormaz.
Çocuk dediğin karşılık vermez.
Çocuk dediğin paylanınca önüne bakar.
Çocuk dediğin evi dağıtmaz.
Çocuk dediğin her şeyi istemez.
Çocuk dediğin her duydugunu söylemez.
Çocuk dediğin anasından babasından korkar.
Çocuk dediğin ``şimdi seni gebertirim`` deyince sus pus olur.
Çocuk dediğin her önüne gelenle oynamaz.
Çocuk dediğin büyüklerini üzmez.
Çocuk dediğin ikide birde zırlamaz.
Çocuk dediğin büyüklerin vurduğu yerde gül biteceğini bilir.
Çocuk dediğin ağaca da çıkmaz.
Çocuk dediğin kapının önüne çıkar.
Çocuk dediğin durmadan ıslık çalmaz.
Çocuk dediğin  yemekten önce kiraz yemez.
Çocuk dediğin hep top peşinde koşmaz.
Çocuk dediğin kuş peşinde de koşmaz.
Çocuk dediğin kız peşinde hiç koşmaz.
Çocuk dediğin büyüklerin bir dediğini iki ettirmez.
Çocuk dediğin zırt pırt televizyonu açmaz.
Çocuk dediğin söylenen isten kaçmaz.
Çocuk dediğin anasının babasının odasını açmaz.
Çocuk dediğin kapi calininca kosar kapiyi acar.
Çocuk dediğin insanin tepesine binmez.
Çocuk dediğin akşama kadar bisiklete de binmez.
Çocuk dediğin kimsenin dalına basmaz.
Çocuk dediğin ıslak yerlere de basmaz.
Çocuk dediğin sofrada adam gibi oturur.
Çocuk dediğin büyüklerin yanında oturmaz.
Çocuk dediğin haytalık etmez.
Çocuk dediğin çocukluğunu bilir.
Çocuk dediğin saygı suygu bilir.
Çocuk dediğin dersini de bilir.
Çocuk dediğin insanın kafasını şişirmez
Çocuk dediğin pırtlatmak için avurdunu şişirmez.
Çocuk dediğin çok gülmez.
Çocuk dediğin çağrılınca gelir.
Çocuk dediğin yemek saatinde eve gelir.
Çocuk dediğin yüzüne bakılınca kendine gelir.
         xxxx
Büyüklere gelince...
Onlar büyüktür, her şeyi yapabilirler.
Ve çocuklar yaşlanıp ölünceye dek, her şeyi sadece büyüklerin
yapabileceğine inanarak yaşarlar.


Çetin ALTAN                                               
(14 Haziran 1985) 

Çevrimdışı emine öğretmen

  • Çalışkan Üye
  • ***
  • 164
  • 33
  • 164
  • 33
# 05 Eyl 2007 19:01:51
Benusa öğretmenim çok güzeldi. Bu kadar dramatik olmasa da bazen bizlerde bu ikilemlere düşüyoruz.Özellikle uyuduklarında ben çocuklarımın yüzüne bakamıyorum.O zaman sadece masumlukları kaldıkları için keşke size daha çok zaman ayırabilsem diye geçiririm içimden. Allah çalışan annelere kolaylık eşlerine de daha fazla anlayış paylaşma duygularını güçlendirmeyi nasip etsin....

Çevrimdışı benusa

  • Uzman Üye
  • *****
  • 674
  • 132
  • 674
  • 132
# 05 Eyl 2007 19:30:59
ÇOCUK OYUNLARI

  [linkler sadece üyelerimize görünmektedir.]
 

Çevrimdışı sudee

  • Yönetim Ekibi
  • *****
  • 7.534
  • 14.530
  • 7.534
  • 14.530
# 08 Eyl 2007 00:40:05
Güzel paylaşımlarınız için çok teşekkürler...  :)


Yalan
Tohumdur.
Bire kirk verir.
Verdigi kirkin her biri
bir tohumdur ki
o da bire kirk verir.

***

Bilgi de tohumdur.
Bire yuz verir.
Verdigi yuzun her biri
Bir tohumdur ki;
sana bilgelik, torunlarina da ilham verir.

***

Zeka
Sudur.
Tohumlari yesertir.
Yalani da bilgiyi de.

***

Yetenek
Topraktir.
Ne ekersen onu biçersin.
Ekmezsen uzerinde ayrik otlari biter.

***

Emek
Gunestir.
Tohuma da, suya da,topraga da hayat verir..

***

Kader
Çadirindaki kilim gibidir.
ipligini Ulu Manitu verir
Sen dokursun.
Deseni sendendir,
renkleri Tanri'dan.

***


Şans
Dogal gubredir.
Ne zaman nereye dusecegi belli olmaz.
Kilimine duserse kirletir. Desenini degistirir.
Oysa topragina duserse besler.

Bu kitabe okuyana ilham,
yazana derman,
dagitana sans getirir.



               Kizilderili Kitabesi'nden
***

 


Egitimhane.Com ©2006-2023 KVKK